Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ümit AKTAŞ


Medine Sözleşmesini Yeniden Okumak

Yazarımız Ümit Aktaş'ın, Özgün İrade Dergisi 2020 Ekim(198.) Sayısında yayınlanan yazısı...


Osmanlıların siyaset dışı toplumu tanımlamak için kullandığı reaya tabiri bilindiği gibi sürü anlamına gelir ve bu tanımlama yöneticiyi de çoban kategorisine sokar. Bu ilişki biçimi ise, kadim dünyanın zihniyetini yansıtması ve bazı olumlulukları bir yana, medenîleşmiş insanlık açısından uygun ve sürdürülebilir bir model değildir. Bu nedenle, ashabın Resulullah (as)’a yönelttiği “raina” (“bizi güt”) hitabı, Yahudilerin peygamberlerine yönelttiği ve Kur’ân’ın olumsuz çağrışımları nedeniyle yasakladığı bir hitaptır. Kur’ân’a göre (Bakara: 104, Nisa: 46), Peygamber’e, “raina: bizi güt” denmemeli, “unzurnabize öğret” denmelidir. Daha doğrusu burada tavsiye edilen, Peygamber’le müminlerin ilişkisinin bir “çoban sürü” ilişkisi değil, bir birliktelik ilişkisi olmasıdır. Yani meselelerin birlikte konuşulduğu, tartışıldığı ve çözümlendiği bir yöntem/yönetim oluşturulmak istenmektedir ki “unzurna”nın kökü olan “nazar” da, tıpkı “teoria” gibi, “temaşa etmek”, bir mesele üzerinde akıl yürütmek, müzakere veya tefekkür etmek anlamına gelmektedir. Ancak istenilmekte olan bu çabanın birlikte yürütülmesidir:Toplumsal sorunların üzerinde birlikte düşünüldüğü ve karar verildiği bir “şura sistemi”.

Dolayısıyla son Resul, bir açıdan pastoral geleneği, yani toplumsal sorumluluğun tüm toplumun sorumluluğuna dayandığı ve bu toplumu selamete ulaştırmayı amaçlayan İbrahimî geleneği üstlenirken, öte yandan ise bu geleneğin içsel çıkmazlarını aşmak, yani insanî ve medenî bir çizgiye olan seferîliği sürdürmek için raiyet(çobanlık, rehberlik, reislik) ilişkisini nazariyat(mütalaa, müzakere, münazara…) ilişkisine dönüştürmeye çalışır. Öte yandan ise siyasette, farklı toplumsal unsurların birlikte yaşamasını mümkün kılacak olan, pastoralliğin içerilip aşıldığı, toplumsal sözleşmeye (Medine Sözleşmesi) ve bu sözleşmenin sürdürülmesini mümkün kılacak olan, toplumsal yönetimin (siyasetin) şuraya (istişareye ve münazaraya) dayandığı, egemenin toplumsal sorunlarda hakemliğine başvurulduğu bir orta yol (itidal, iktisat) önerir.

Bir siyasal teklif (model) ise, teklifi önerenler kadar, teklifin muhataplarının da katılımıyla hayata geçirilebilir. Siyaset karşılıklı bir ilişkidir ve ancak “rıza”ya dayandığında olumlu bir anlama sahip olabilir. Muhatapların verdikleri olumlu tepkiler ve katkılar, modeli uygulanabilirleştirdiği gibi, daha da mükemmelleştirir. Sözgelimi Medine’deki Ensar’ın olumlu tepkileri ve katkılarının modelin uygulanabilirliğini güçlendirmesi gibi. Ya da olumsuz tepkiler, ayak sürümeler, dayatmalar, işi yokuşa sürmeler sonucu, uygulanmaya çalışılan model daralır, kendisine kapanır, asli tutumundan sapar ve giderek güdükleşir. Başlangıcında sözleşmeye katılan Yahudilerin daha sonra yaptıkları gibi.

Dolayısıyla toplumsal inkişaf sürecinde, farklı toplumsal grupların tepkileri ve katkıları, sürecin gidişatı açısından, önerinin mahiyeti ve sahipleri kadar önem taşır. Medine’de de, sürece katılan bazı Yahudi kabileler (Beni Nadir, Kaynuka ve Kurayza), kendi bağnazlıkları ve çıkarlarının çerçevesinin dışına çıkamayarak sözleşme şartlarına uymadıkları gibi, süreci uygulanamaz bir hale getirme çabası içerisine de girdiklerinden, süreç bir ölçüde de olsa akamete uğrayacak; kendileri Medine şehrinden ve modelinden çıkarıldıkları gibi, hakemlik modeli de hâkimlik modeline doğru zorlanacaktır. Bu ise Medine modelini özgünlüğünden uzaklaştırarak, özellikle modelin temel niteliği olan farklı etnik ve dinî grupların ve cemaatlerin bir “ümmet” oluşturması, yani bir tür çoğulculuk tasarısının “Müslüman bir ümmet” oluşa doğru daralmasına yol açacak, geriye ise Muaviye’ye doğru tortulanacak olan yerelleştirilmiş bir üslup kalacaktır.

Kuşkusuz ki buna yol açan Müslüman toplumun diri ve dinamik gelişimini hazmedemeyen, Müslümanların mescitlerindeki birliktelikten ve Yahudilere alternatif olarak oluşturulan “pazar”ın etkinliği ile çıkarlarının sarsılmasından rahatsız olan Yahudilerin, katılmış oldukları sözleşmeye riayetsizlikleri ve hatta Müslümanlara karşı Mekke müşrikleriyle işbirliği yapmalarıdır. Ve yine oldukça açıktır ki Medine pazarında herkese açık, kimseye yer tahsisinin yapılmadığı ve yerlerden de ücret alınmadığı bir ticaret anlayışının oluşturulmaya çalışılması gibi, Medine şehri için de surlarla çevrilmeyen ve hatta Yahudi bezirgânlarının surlarını da tasfiyeye yönelik yatay(eşitlikten öte kardeşliğe riayetkâr) bir toplumsal ve inşai mimariye yönelim içerisinde olunması da “Yahudi” tepkisini oluşturan bir etkendir. Kuşkusuz ki bu tepkiye katılmayan Yahudiler de bulunmaktadır ve onlar Medine’de Müslümanlarla birlikte yaşamaya devam etmişlerdir.

Muaviye’den itibaren cari Roma-Pers toplumsal mimarisine ve hiyerarşik (otoriter ve iktidarın kutsandığı) siyasal bir kurguya evril-til-en “Medine modeli”nin izleri ve yankıları tarih boyunca İslam dünyasının çeşitli yerlerinde (Endülüs, Osmanlı, Hindistan…) hissedilse de; Müslümanlar, tarihsel yolculukları içerisinde temelde pastoralliği içerip aşmaya dayanan bu tasarıyı tam olarak kavrayıp yeniden uygulamaya girişmemişlerdir. Girişmemelerindeki temel etken ise yerelliğin ve geleneğin ağır basması, paylaşımdaki adaletin yerini sınıflaşmaya bırakması, iktidarın etnik ve mezhepçi uygulamalarla toplumsal iktidardan devletsel iktidara doğru sapması, toplumun çıkmazlarını aşmasına katkı sağlayacak olan içtihadın askıya alınması ve yine toplumun her konuda faalleştirilme çabası olan “cihad”ın bir “fütuhat” savaşına dönüştürülmesidir.

Günümüzde cari olan ise kapitalizme dayalı olan güç temerküzü ve bu temerküzün muhafazası için sürdürülen emperyal(ist) savaşlardır. İslam dünyası da, maruz kaldığı emperyalizmden kurtulmak için, güçlü olana benzeşmeyi esas alan bir anlayışı, bir “güç metafiziği” etrafında içselleştirmiş, bu ise İslam dünyasını içinden çıkamadığı bir kargaşanın içerisine sokmuştur. İktidar merkezliliği, kalkınmacılığı,ulusallaşmayı, silahlanmayı başat esaslar haline getiren bu “güç metafiziği”, Resulullah (as)’ın Medine’de oluşturduğu örnek modelini bile bu çerçevede okumuş, “Medine Sözleşmesi” bir “anayasa”, Medine toplumu ise neredeyse bir “ulus devlet” olarak anlaşılmıştır. Tabi ki buradaki “ulus”, bir anlam kayması sonucu “ümmet”in yerine ikame edilen “Müslüman ulus” gibi çelişkili bir anlama gelmektedir.

SÖZLEŞMENİN KOŞULLARI

“Medine Sözleşmesi”nin en kritik yanı, sözleşmenin yapıldığı tarihtir. Çünkü bu, Müslümanların Medine’de yaşadıkları süreci anlamlandırmanın yanı sıra, Sözleşmenin mahiyetini de farklılaştırmakta ve belirginleştirmektedir. Sözleşmenin bir süreç içerisinde tüm toplumsal kesimlerin katıldığı eklemeli mahiyeti genelde kabul edilse de, başlangıç tarihi ve bu tarihle bağlantılı olarak amacı ve kurgusu, sözleşmeye dair temel kabulleri de değiştirmektedir. Her ne kadar kesinletilmiş bir tarihi olmasa da, genel olarak Sözleşmenin, hicretten altı ay sonrası ile Bedir Savaşı sonrasına kadarki iki yıl içerisinde yapıldığı kabul edilmektedir.[1]

İbn İshak, Sözleşme’den şu şekilde bahsetmektedir: “Resulullah (s) Muhacirlerle Ensar arasında ‘yazılı bir sözleşme’ yaptı. Onda Yahudilerle mütareke ve barış ilan etti; onları dinlerinde serbest bıraktı ve mülkiyet haklarını tanıdı, onlara bazı haklar bahşetti ve bazı mükellefiyetler koydu.”[2]

Mustafa Özkan tarafından kaleme alınan TDV Ansiklopedisinin ilgili maddesine göre ise: “Klasik kaynaklarda yer alan rivayetlerden vesikanın Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden sonra ve Bedir Gazvesinden önce düzenlendiği anlaşılmaktadır (Vâkıdî, I, 176; İbnSa’d, II, 29; Taberî, II, 479). Bazı araştırmacılar ise metnin Müslümanlarla ilgili kısmının (1-23. maddeler) hicretten hemen sonra, Yahudilerle ilgili kısmın (24-47. maddeler) Bedir Gazvesinin ardından kaleme alındığı görüşündedir (meselâ bk. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 206, 210-213). Serjeant, Medine vesikasının çeşitli zamanlarda yazılmış sekiz ayrı belgenin birleştirilmesinden meydana geldiğini ileri sürmektedir (IQ, VIII/1-2 [1964], s. 9).”

Hamidullah’a göre ise Sözleşme iki kısımdan oluşmaktadır ve Müslümanlarla ilgili olan ilk 23 (şıklarla birlikte 25) madde hicretin hemen sonrasında, Yahudilerle ilgili olan kısım ise (24 ilâ 47. maddeler arasındaki, şıklarla birlikte 27 madde) Bedir’den sonra akdedilmiştir. Bundan sonra ise genel hükümler yer almaktadır.Hikmet Zeyveli’ye göre ise ilk 26 madde Müslümanlarla, 27 ilâ 48. maddeler arası ve 56, 57. maddeler (24 madde) Yahudilerle ilgilidir. Geriye kalan 14 madde ise genel hükümlerdir (49 ilâ 55 ve 58 ilâ 64. maddeler arası).[3]

Tabi bu tarihlemeler Sözleşmenin tarafları kadar mahiyetini de etkilemektedir. Hatta bazıları Sözleşmenin tarihini hicretten beş yıl sonrasına kadar geciktirmektedir. Bu ise Sözleşmenin Resulullah’a atfettiği konumun bir “hâkim”lik mi, yoksa bir “hakem”lik mi olduğu, yani Sözleşmenin bir “devlet” anayasası mı, yoksa bir tür federatif bir toplum (ümmet) oluşturmayı mı amaçladığıyla ilgili bir istifhamdır. Ve hatta bu durum “ümmet” kavramına yüklediği “farklı dinler ve ırkların çoğulluğu” tanımı kadar, daha ilk maddede zikredilen “cihad” kavramının “birlikte hareket edenler mi?” yoksa “savaşanlar mı?” oluşunu da tartışmaya açmaktadır. “Cihad” kavramıyla ilgili hiçbir Müslüman yorumcunun dikkate almadığı bu önemli ayrıntının farkına varan ise, bu tip tartışmaların uzağında olan birkaç müsteşriktir.[4]

Konuyla ilgili olarak “Medine Sözleşmesi” adlı bir çalışma yapan Ali Bulaç ise Sözleşmenin akid tarihinin hicretin ilk yılı olduğunu ve Sözleşmenin 53 maddeden oluştuğunu söylemekte.[5]Ali Bulaç mümin, müslim ayrımının, “iman edenler” ile onlara tâbi olanları kastettiğini belirtmektedir ki, bu, oldukça önemli ve Kur’an tarafından da teyid edilen bir ayrımdır. Bulaç’a göre Sözleşme Medineli Yahudilerle Bedir’den önce, şehrin dışındaki surlarında yaşayan üç büyük kabile ile ise Bedir’den sonra akdedilmiştir.[6]Bulaç’ın bahsini ettiği bir başka husus ise Sözleşmenin katılan tarafların eşit koşullarıyla yapılmasıdır ki bu, daha sonraki zımmilik uygulamalarıyla da örtüşmez. Çünkü zımmilik, bir savaş sonrasında yenilen tarafa yapılan bir dayatmadır ama Sözleşme tarafların birlikte yaşama (hukuk toplumu) modeline göre yaptıkları bir akiddir.

Ancak Sözleşmenin önemi ve değeri ilk dönem Müslümanlar kadar, daha sonra da yeterince anlaşılabilmiş değil. Öyle ki Sözleşme günümüz bilim dünyasına Alman müsteşrik J. Welhausen tarafından tanıtılmış ve daha sonra M. Hamidullah’ın çalışmalarıyla Sözleşme, İslam dünyasında da gündeme gelmiştir.Hamidullah Sözleşmeye Anayasa, Medine toplumuna (ümmet) ise “şehir devleti” demektedir. Ancak Resulullah’ın amacı evrensel bir “ümmet” teşkilidir. Şehir devletleri ise sınırları kadar ufukları da dar olan kralların veya beyliklerin savunma ve sömürü amacıyla teşkil ettikleri, ulusal krallıklara bir geçiş sürecidir.

SONUÇ

Avrupa, tüm değerlerinin alt üst edildiği iki Dünya Savaşı akabinde, Hıristiyanlık geleneğindeki pastoral yönetimin etkisiyle parçalanmayı aşmaya ve savaşı durdurmaya çalışan adımlar atarak Avrupa Birliğini oluştursa da, bu birlik de Atina’nın mülkiyetçi bir temele dayanan siyasal modeliyle, Hıristiyanlığın toplumsal sorumluluğa dayanan pastoral siyasal modelinin sentezi olan melez ve kapalı bir modeldir. Oysa Medine modeli farklılıklara açıktır ve bunların bir arada yaşamasını mümkün kılan bir modeldir. Medine Sözleşmesi, sözleşmeye katılanların dinlerinin ve ırklarının farklılıklarını dikkate alarak, bu koşullarda oluşturulan Sözleşmeye riayeti esas almıştır. Sözleşmeyle Müminlerin ve Müslümanların, Yahudilerin, Hıristiyanların, müşriklerin ortak bir “ümmet” oluşturduğu, kendi dinleri ve akdedilen hukuk çerçevesinde yaşadıkları bir model ortaya konmuştur.

Sözleşme, verili koşullarda bir arada yaşamanın temel kıstasları ve yükümlülüklerini içermektedir. Yönetimsel ve siyasal açıdan günümüzdeki gibi bir yapılanma içerisinde olmayan ve bunu da amaçlamayan Sözleşmenin mahiyeti oldukça yalındır ve bir tür gevşek bağlı federatif/konfederatif bir modeli andırmaktadır. Ayrıca Resulullah (as) da bu modelin icrasını sağlamada ve anlaşmazlıkların çözümünde nihai merci (hakem)’dir. O ise kararlarını ashabıyla (ümmetin seçkinleriyle) istişare ederek almaktadır. Öyle ki bu “seçkinler”in konumları da tarih içerisinde tam olarak anlaşılmak yerine, “cennetle müjdelenenler” olarak taltif edilmekle geçiştirilmiştir. Bu şahsiyetlerin Peygamber’in şurasını oluşturdukları hususuna dikkat çeken ise Hikmet Kıvılcımlı’dır.

Bu modelle “pastoral” yönetim biçiminin toplumu “sürü”leştiren kısıtlılığı aşıldığı gibi, “şura”ya ve farklılıklarla birlikte yaşamaya dayanan çok hukuklulukla, belli bir etnik, dinî veya sınıfsal aidiyete dayanan “devlet” (state)’in topluma tahakküm eden yapısı zayıflatılarak aşılmış; daha doğrusu devletle toplum arasındaki dengeli ve denetimli bir ilişki biçimiyle, tahakkümcü ve sınıfçı yapıların ortaya çıkması önlenmiştir. Şayet Müslümanlar günümüzün kargaşasından çıkmak ve insanlığa olumlu bir yaşama modeli önermek istiyorlarsa, öncelikle kendi yitik hazinelerini anlamaya ve uygulamaya çalışmalıdırlar. Aksi halde ellerinin altında bu hazine dururken, bu modelin önerdiği birlikte ve barışçı bir yaşama biçimiyle sorunlarını çözmek yerine, etnik ve mezhebi çatışmalarla veya iktidar kavgalarıyla boğuşurken, egemen güçlerin bendesi olmaktan da kurtulamayacaklardır.l


[1]        Hikmet Zeyveli, Medine Sahîfesi, Kuramer Y. s. 27-29

[2]        Age, s. 92

[3]        Age, s. 81, 160

[4]        Hikmet Zeyveli bu ayrıntıya dikkat çeken isimleri anılan kitabında belirtmektedir: AlfredGuillaume (s. 293), R. B. Serjeant (s. 297).

[5]        Ali Bulaç, Medine Sözleşmesi, Çıra Y s. 44

[6]        Bulaç, s. 83, 98

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR