Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Maturidilik saiki…

Yazarımız Sait Alioğlu'nun "yeni" yazısı...


İtikadî mezheplilik mi, sadece bir yorum konusu mu?

Parça bazlı konulara girmeden önce, bir öndeyiş sadedinde bir şeyler söylenecekse eğer, şöyle bir soru sorabilir miydik; “itikadi mezheb” etiketiyle formlaşan düşünce bloklarını, insanın ufkunu açan bir düşünce formu mu, yoksa Kur’an’ın, dolayısıyla Allah’ın belirleme yetkisinde bulunan itikad formu olarak mı değerlendirecektik?” diye…

Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız üzere, konu önemli idi. Konu önemli olduğu için detaylı bir incelemeyi de gerektirmekteydi.

İslami çerçevenin, Kur’an’ın korunmuşluğunun yanında, genel açıdan dağılmaya başladığını varsaydığımız Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde vukubulan işlerin mahiyetine bakıldığında, ‘neredeyse’ hemen herkesin kendi yanından adeta İslam’a bir fiyat biçtiğini, onu, kendi gerek önceki dönemlerinin birer izdüşümü olan eski düşünce ve yaşayışlarının ve gerekse de, yine eski yaşayışlarına yarayışlı hale getirdikleri İslam dönemi unsurlarını birbirine katıştırarak elde etmeye çalıştıkları formu itikadi  form olarak sunmaları dikkate değerdi.

Bu meyandan olmak üzere, keyfiyeti birtakım kurallar ve ilkeler açısından insana bırakılmış olan yönetim olgusunu, nass üzeriden Kur’anileştiren ve yönetimi direkt Hz. Ali ve ‘evladı’nı da dahil ederek imamet teorisi adın altında Ehl-i Beyt’e has kılan Şia’ya karşıtlık olarak, Sünniliğe Emevilik üzerinden geçmiş bulunan ve “zalim sultan’a itaat” saikiyle formlaşan Sünni hilafet teorisinden hareketle, öncelikle siyaseten oluşan, daha sonra çeşitli alamnları kapsayacak oranda karşımıza itikadi form olarak çıkan aynen Eş’arilik gibi, kendisini Sünnilik içerisinde değerlendiren Maturudiliğin, yaşanan güncel sorunlar çerçevesinde düşünüldüğünde, bize yönelik bir karşılığı olabilecek miydi?

Türk etnisitesinin(kavim) Müslümanlığı kabulü ile birlikte Sünnilik ana çatısı altında fıkıhta/amelde Hanefi ve Ebu Hanife’nin ‘sözde’ birçok düşüncesinden hareketle, itikadi alanda Maturudiliği seçtiği, onu kabul ettiği öteden beri bilinmekteydi.

Dünden bugüne bakıldığında, Ebu Hanife’nin kendi döneminde ortaya koyduğu zihinsel-fıhkî çabalarının sonucu olarak adına daha sonra Hanefilik denen mezhebin, en başta onun yaşadığı Kufe olmak üzere, döneminin Emevi iktidarına görece uzak olan Irak’ta neşvünema bulmasına bakıldığında, Maturidiliğin bu bölgede hâkim olması gerekirdi.

Ebu Hanife’nin yaşadığı dönemde değil de ondan nice sonra Müslüman olan ve farklı bir coğrafyada yaşayan Türklerin, bir fıkıh ekolü olan Hanefiliği çeşitli açılardan kendilerine uygun görmelerinin bir sonucu olarak, Maturidiliğin de aynı mantık içre bir milletin dini anlama yolu ve yöntemi olarak tebarüz ettiğini söyleyebilirdik.

Maturidilik Türk saikiyle, onların ya fethettikleri ve kendi yönetim sistemlerini kurdukları bölgelerde, ya da gidip yerleştikleri ülkelerde gerek önceden Müslüman olan ve gerekse de onların vasıtasıyla İslam’la tanışan kitlelerin önemli bir kısmının, hem âmelî/fıkhî ve hem de itikadi olarak Hanefî/Maturidî oldukları görülecektir. Ör. Osmanlı saikiyke Balkanlarda Arnavutların ve Boşnakların, Hind alt kıtasında yaşayıp Gazneliler üzerinden Müslüman olan Hint Müslümanlarının (Hindistan, Pakistan, Bangledeş) Hanefi/Maturidi olmaları bu meyanda zikredilebilidi.

Türklerin alışılmış anlamda Maturidi olmalarının bir yanılsama olduğu, Osmanlı medreselerinde, güya kendi devlet ve toplum fıkhını, kanunlarını Hanefilik üzerinden devşiren Osmanlı devletinin, belki de bulunduğu bölgenin farklılığı açısından, Eş’ariliğe nazaran görece insan açısından özgürlüğe yer verdiği Maturidiliğe yer vermediği, hem yönetim bazında ve hem de medresede Maturidi kelâmının içeriğinin boşaltılması çabaları kendi bağlamında bir garabet örneği olarak durmaktaydı…

Bu garabete, Osmanlının ilk dönemlerini dışta tuttuğumuzda, özellikle de giderek dünya devleti olmaya çalışmasına paralel olarak devletin, sözde Maturidi, ama Eş’ariliğe göre hareket ettiğini, bunun ise, diğerine nazaran özgürlükçü bir teoloji sunan Maturidiğinin devlet katında giderek gözden düştüğü ve bu gözden düşmenin günümüzde de devam ettiği, çeşitli alanlarda kendini ortaya çıkarmaktaydı…

Buna, yine Sultan 2. Abdülhamid döneminde, kendisi de Eş’ari kelâm âlimi olan Ebu Hamid İmam-ı Gazali’nin görüşleri ve devlet yönetme açısından bir hayli ‘sıkıcı’ refleksleri baz alındığında, var olan devletin mukadder yıkımını bir müddet ertelemiş olabilirdi. Ki bu çerçevede, sultan’a karşı çıkan Mehmed Âkiflerin özgürlükçü din ve devlet anlayışları, sultanın nezdinde bir karşılık bulmamıştı.

Günümüze baktığımızda, gerek ilk dönemlerde(Emevi-Abbasi vb.)gerekse de Osmanlı vb. dönemlerde yürürlükte olan hilafet ve imamet teorileri bağlamında vücut bulan devlet yapıları türüne özgü bir işleyiş içerisinde bulunmuşlardı.     Ne zamana kadar? Batıda dinin, yani kilisenin toplumlar nezdinde geçerli bir karşılık bulmaması, bulamaması demek olan seküler çağda, yönetim formu olarak, birbirine yakın, y da uzak olarak birçok barılı formun ele alındığı, belli bir müddet de olsa uygulandığı görülecekti. Bunları kabaca, şekil olarak cumhuriyet, içerik olarak da demokrasi saikiyle kaydedebilirdik.

Zaman yitimi, çerçeve değişimi, dönüşen anlayışa rağmen, Müslümanların kahir ekseriyeti hilafeti ve bu hilafetin ikamesi için ise ya Eş’ariliği, ya da Maturidiliği ele alıp, günü ve hatta muhayyel geleceği de bu Sünni formlar üzerinden yeniden dizayn etmeye çalışıyordu. Yani bir açıdan anakronik haller, batıdan geliyor olsa da yeni formları ictihaden bir yorumsallığa tabi tutacağına, eskinin, belki de eskimiş ve günümüze cevap vermekten bir hayli uzaklaşmış formları önemsetiyordu.

Unutulduğu kesindi ki o da maalesef ‘eskiye rağbet olsaydı, bitpazarına nur yağardı’ esprisinin künhüne vakıf olunamıyordu bir türlü…

Bununla birlikte, yukarıda belirtmeye çalıştığımız üzere, bitpazarı kabilinden, birçok akademisyenin ve konuya ilgi duyan birçok kişinin ya devleti yeniden inşa etmede ya da günlük hayat içerisinde Maturidiğin, muadillerine nazaran sunduğu düşünülen -ama genellikle görece kalıyordu- özgürlükçü ortamın havasıyla, ellerini çemreyip Maturidilik çalışmalarına girdiğini müşahede etmekteydik.

Her yeni durum, şekil, şemail vs. ortaya çıktığı kendi döneminin tabiri caizse çocuğu olarak eriştiği daha sonraki dönemlerde klasikleşeceğinden dolayı, ona zamanında gördüğü iyi çalışmalarından ve oluşturduğu varsayılan ‘iyi, güzel ve anlamlı’ imajından dolayı bir değer verilirdi mutlaka, ama o artık bir asar-ı antika kabilinden müzelik olarak bir işleme tabi tutulurdu. Bunu düşünsel formlarda olduğu üzere, sözde dini olarak tanzim edilmiş bulunan birçok form içinde söyleyebilirdik.

Buna, son dönemde, gündeme gelen dini söylemin değişimi ve din dilinin evrimi bağlamında ele alıp değerlendirdiğimiz bir vasatta yer verdiğimiz tartışmalar açısından bakıldığında, mes’ele daha da anlam kazanacaktı.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                Kaynak. Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR