Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ümit AKTAŞ


Maduniyet ve Madunun Dili

Yazarımız Ümit Aktaş'ın "yeni" yazısı...


Madunun kendine özgü bir dili var mıdır, dahası, Gayatri Spivak’ın sorusunu tekrarlarsak şayet: “madun konuşabilir mi?” Hele hele o, sömürge bir ülkede bir kadın ise, yani iki ve hatta üç kere madunlaştırılmışsa (emperyalizm/İngilizler, Hinduizm/din, erillik/erkek egemenliği), sahici bir dili ve cesareti olabilecek midir? Ve ayrıca onun adına konuşanlar varsa ve o, buna razı edilmişse (başkaca bir çaresi de yoktur elbet) – ki bu durumlarda çoğu kez madunun dili (şayet buna bir dil denilebilirse) minör, eğreti, mekanik (yankılayan) ve yukarıda zikredilen egemenler tarafından ağzına tıkıştırılmış sözcüklerden oluşan bir dildir. Kendine özgü bir dil değil, kendine uygun görülmüş bir dil. Bir konuşma değil, buyurulma ve itaati onaylayan bir dil. Yani, kendiliği ile dili arasında yabancılaştırıcı bir öğe ve hatta geçirgen olmayan, kendisini, zihnini ve edimlerini ketleyen bir iletişimsizlik duvarı. Onu yerinden eden, sahiplenen, düzelten, temsiliyete kavuşturan ve madunlaştıran “eğreti” ve kekeme bir dil.

Bu koşullar altında, başka bir dile de başvurulabilir; insanlığın ortak ve kökensel diline: mizaha ve müziğe. Dolayısıyla da egemen sınıfların aristokratik kibrine karşı tepki, madunların kinik lümpenliğiyle, alaylar, işaretler ve protest şarkılarla (ironi, caz, rap, hip hop, graffiti…) verilir. Yüksek sınıfların biçimsel nezaketine karşı çürütücü bu alaycılığın tepkisinde de başka tür bir enaniyet bulunmaktadır: Ezilenlerin kof ve kinik kibri. Aslında bu tutum, egemenlere karşı doğrudan bir mücadele yerine, tüm değerleri çürütmeye dayanan olumsuz ve hatta nihilist bir tepki veya karşı koyma biçimidir. Bu ise egemenlerin tahakkümlerini pekiştirmekten başka bir işe yaramaz. Çünkü onların açısından sorun olan madunların nezaketsizliği değil, bu nezaketsiz tutumun boşalttığı hıncın birikerek bir öfke patlamasına ve hatta devrimci bir karşı koyuşa (isyana ya da devrime) dönüşmesidir. O nedenle daha tehlikeli olanı, konuşmak değil, susmaktır; biriktirilen öfkedir.

Bu durumda antropoloji bilimi, kendi insanını ve insan-dışını da sınıflar ve tanımlar. Niyeti kötü değildir aslında.  Sadece bilim yapmaktadır ve bilimin bir günahı yoktur. Zira o sadece olgulardan söz etmekte, olanları tanımlamaktadır. Nesneldir, ölçüttür vs. Ona riayet edilmeli ve tâbi olunmalıdır… Mesela hümanist, Aydınlanmacı Ernest Renan’ın sözlerinde olduğu gibi: “Tabiat bir işçi ırkı yaratmıştır: harika bir el becerisi olan ve neredeyse hiçbir onur duygusu bulunmayan Çin ırkı; onları adaletle yönetin, böyle bir yönetime duydukları şükran duygusunun karşılığı olarak ve fetheden ırka yeterli bir ödenek olacak biçimde onlardan zorla vergi toplayın ve onlar tatmin olacaklardır. Toprağı işleyen ırk zencilerdir. Onlara şefkat ve merhametle davranın ve bu görevi üstlenenler de olması gerektiği gibi, efendiler ve askerler ırkı, yani Avrupa ırkı olacaktır.

Bu asil ırkı, Çinliler ve Zenciler gibi ergastulum (köle barınağı)’da çalışma seviyesine indirin, isyan edeceklerdir. Avrupa’da az çok her isyancı, rütbesini kaybetmiş, kendisine ırkına aykırı bir görev verildiğinden yoksul bir işçi haline gelmiş, ama aslında kahramanca bir hayat için yaratılmış bir insandır,  daha da iyisi bir askerdir. Ancak işçilerimizin isyan ettiği hayat, en azından onlar askerlik için yaratılmış varlıklar olmadıklarından bir ÇinIi’yi ya da fellahı mutlu ederdi. Bırakalım, her birimiz ne için yaratıldıysak onu yapalım ve her şey yoluna girsin.”[1]

Bilindiği gibi Renan, kendisine karşı müdafaanamelerin yazılmasına yol açacak kadar aşırı sözler etmiş, sözgelimi Arapları aşağılayarak onların bilimden bihaber, vahşi topluluklar olduğunu da ileri sürmüştür. Ama bir kabahati yoktur “aziz” Renan’ın. O sadece bildiklerini, yani sözüm ona doğruları söylemektedir. Sömürgecinin dilini konuşmaktadır çünkü; bilimsel, üstten bakan ve neredeyse tanrısal bir eda ile.

Ne var ki, tıpkı “bu şehir nasıl dirilecek?” diye Allah’a yakaran İbrani peygamberin cevabını yüz yıl sonraki nesillerin vermesi gibi, bu dönemin madunları da yüz yıl sonra verecektir cevaplarını. “1955’te bağlantısız ülkelerin temsilcileri üçüncü dünyanın kurtuluşu ve geleceğini tartışmak üzere Endonezya’nın Bandung şehrinde toplanacaklardı. Kenya’da Mau Mau sömürgeci efendilerine karşı bir ayaklanma için tam da yeni harekete geçmişken, Çin’de Mao’nun devrimi bir yaşındaydı. Fransa Cezayir, Tunus, Morokko, Kamerun ve Madagaskar’da ayaklanmalarla karşı karşıyaydı ve Viet Minh tarafından Dien Bien Phu’da küçük düşürücü bir yenilgiye uğratılmıştı. İsyan her yerdeydi. Hindistan, Filipinler, Guyana, Mısır, Guatemala, Güney Afrika, Alabama, Missisipi, Georgia, Harlem, adını siz koyun. İsyan! Malcolm X bir keresinde bu sıra dışı zamanı, 2. Dünya Savaşı’nın sonundan geç 1950’lere kadar süren bu uzun on yılı, ‘siyahların dev okyanus dalgası’ olarak tanımlamıştı. ‘Sömürgecilik Üzerine Söylev’ savaş sonrası dönemde üretilen sömürgecilik karşıtı edebiyatın, bu dev okyanus dalgası içinde tartışmasız biçimde anahtar metinlerinden biridir.”[2]

Egemenler açısından ise doğru tutum, bu tür enaniyetlere dayanmayan bir boyun eğmişliktir. Çalışmak, üretmek ama bir karşılık beklememektir ki çoğu kez karşılaşılan insanca bir incelmişliğin nezaketi değil, araçlaştırılmış madunların vahşiliğidir. Zaman zaman isyanlar ve çatışmalar da olmaktadır belki. Ama bunların da kazancı efendinin hanesine yazılmaktadır. Kaba bir değer bilmezliğe karşı öfke patlamalarının sonuçsuzluğu farklı stratejileri üretir. Bu ise stratejik bir aklın (hikmetin) zuhurunu sağlar. Gandi ve Abdulgaffar Han’ın şiddet dışı direnişi ya da Martin Luther King’in sivil itaatsizliği veya Martinikli şair ve devrimci Aimé Césaire’in devrimci isyanı… gibi.

“Aynı zamanda Avrupa da bağımlıdır. Cesaire, Fanon’un ‘Avrupa abartmasız biçimde Üçüncü Dünyanın eseridir’ şeklindeki meşhur önermesini önceleyerek, sömürgecilerin üstünlük duygularının ve dünyanın uygarlaştırıcıları olarak bir misyona sahip olduklarına dair inançlarının ‘öteki’yi bir barbara dönüştürmeye bağlı olduğunu bir daha ve bir daha ifşa eder.

Afrikalılar, Asyalılar, yerliler, emperyalistlerinkine eşit bir medeniyete veya bir kültüre sahip olamazlar; aksi halde işgalcilerin dünyanın geri kalanına hâkim olmak ve sömürmek için hiçbir amacı ve meşrulaştırıcı nedeni kalmaz. Başka bir deyişle sömürgesel karşılaşma Cesaire’nin ‘şeyleşme’ olarak adlandırdığı biçimde sömürgeleştirilenin yeniden icadını ve geçmişin kasıtlı olarak ortadan kaldırılmasını gerektirir.”[3]

İkinci Dünya Savaşı sırasında yayınlanmakta olan sömürgecilik karşıtı Tropique’in kapatılma çabasına karşı şu beyanat yayınlanır: “Irkçılar’, ‘sekterler’, ‘devrimciler’, ‘nankörler ve vatan hainleri’, ‘ruhları zehirleyenler’, bu sıfatların hiçbiri gerçekte bizleri gücendirmemektedir. Racine gibi ‘ruhları zehirleyenler’, Zola gibi ‘nankörler ve vatan hainleri’, Hugo gibi ‘devrimciler’. İhtiraslı biçimde Rimbaud ve Lautreamont gibi ‘sekterler’. ‘Irkçılar’, evet. Drumont ve Hitler’inkine karşı Toussaint L’Ouverture’ün ve Ciande McKay’in ve Langston Hughes’in ırkçılıkları. Geri kalanı için bizden özür dilememizi veya davamızı savunmamızı veya yararsızca karşılıklı suçlamalara ve tartışmalara girişmemizi beklemeyin. Aynı dili konuşmuyoruz. İmza: Aime Cesaire, Suzanne Cesaire, Georges Gratiant, Aristide Maugee, Rene Menil, Lucie Thesee.”[4]

Öyle ki “Fanon’un birçok tezi, (sözgelimi sömürgeciliğin sömürgeci üzerindeki barbarlaştırıcı etkisi, sömürgecilik ve faşizmin burjuva aydınlanma düşüncesindeki ve hümanizmdeki kökleri, Avrupa proletaryasının sömürgeciliğin ortağı haline geldiği ve bu yüzden esas mücadele alanının dünya çapında burjuvazi-proletarya şeklinde değil de üçüncü dünya halkları ile emperyalizm arasında gerçekleştiği gibi,) önceden Cesaire’in ‘Söylev’inde yer almaktadır. Cesaire’in yakın dostu ve mücadele arkadaşı olan Franz Fanon, aynı zamanda Cesaire’in öğrencisidir de.”[5]

Césaire, Fransa’da okusa ve Fransız Komünist Partisinin bir üyesi olsa da, bu partinin zamanla farkına vardığı mütehakkim anlayışı nedeniyle, süreç içerisinde FKP’den ayrılır. “Galiyev ve Fanon da aynı şekilde Batı tipi bir Marksizm’e karşı çıkmışlar ve bu nedenle kendi komünist partileriyle ayrı düşmüşlerdi. Galiyev Türk (Müslüman) kimliğinin bilincine varmış bir komünistti, aynı şekilde Fanon ve Cesaire de Zenci kimliklerini koruyarak komünizmi benimsemişlerdi. Bu aidiyet hiçbir toplumsal ilişkiye ya da düşünsel formüle indirgenemeyecek denli köklü ve karmaşık bir kimliği ifade ediyordu.”[6]

Martinik’te “Negritude” mücadelesini başlatan Césaire, bunu şöyle ifade eder: “Bizim mücadelemiz yabancılaşmaya karşı bir mücadeleydi. Bu mücadele Negritude’u doğurdu. Çünkü Antiller Zenci olmaktan utanıyorlardı, Zenciliklerini örtmek için her yolu denediler: Renkli insan, esmer tenli insan ve bunun gibi birçok aptalca ifade kullanacaklardı …”[7]

Avrupa’da kölecilik ve sömürgecilik karşıtı ilk tepkiler dar da olsa bir aydınlar ve sanatçılar grubu içerisinde zuhur edecektir. “1920’lerin ortalarına kadar Avrupa sürrealistleri genellikle radikal bildiriler hazırlayan fakat sosyal devrime çok az ilgi gösteren kültürel put kırıcılarıydı. Fakat 1925’te, Paris sürrealist grubu ve Fransız Komünist Partisi’nin aşın sol kanadı, Fransız sömürgeciliğine karşı Morokko’daki Rif ayaklanmasının lideri Abdülkerim’i destekleme noktasında bir araya geldiğinde, bu durum değişecekti. Onlar aktif biçimde Fransız sömürge hâkimiyetine bir son verme çağrısı yaptılar. Aynı yıl, yazar ve Fransa’nın Japonya’daki büyükelçisi olan Paul Claudel’e yazdıkları bir açık mektupta, Paris grubu şöyle ilan etti: ‘… Biz derinden ümit ediyoruz ki devrimler, savaşlar ve sömürge ayaklanmaları, Şark’ta bile zararlı haşaratlarını savunduğunuz Batı medeniyetini yok edecektir.’ Yedi yıl sonra, Paris grubu, sömürge sorunu üzerine en militan demeçlerini ortaya koydu: ‘Öldürücü insancıllık (1932)’ başlığını taşıyan ve esas olarak Rene Crevel tarafından kaleme alınıp Andre Breton, Paul Eluard, Benjamin Peret, Yves Tanguy ve Martinikli sürrealist Pierre Yoyotte ve J. M. Monnerot tarafından imzalanan belge, sömürgecilik, kapitalizm, ruhban sınıfı, siyah burjuvazi ve ikiyüzlü liberaller üzerine amansız bir saldırıdır. Modern Batı’nın üzerine inşa edildiği hümanizmin ta kendisinin aynı zamanda köleliği, sömürgeciliği ve soykırımı meşrulaştırdığını öne sürdüler. ‘Ve Biz Sürrealistler, kronik ve kolonyal biçimdeki emperyalist savaşı bir iç savaşa çevirmenin tarafında olduğumuzu ilan ediyoruz. Böylece biz enerjilerimizi devrimin, proletaryanın ve onurun mücadelesinin hizmetine sunuyoruz ve sömürge ve bundan dolayı renk sorununa karşı tavrımızı bu şekilde tanımlıyoruz.”[8]

 

[1] Aimé Césaire, Barbar Batı, Salyangoz Y. 2007, s. 70, 71

[2] Age. s. 141, 142

[3] Age, s. 143, 144

[4] Age. s. 150, 151

[5] Age. s. 18

[6] Age, s. 30

[7] Age, 38

[8] Age, S. 156, 157

 

Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR