“dolan, dolan, ware siyi holan(*)
İşi baştan alısak..
Kökeni ta Osmanlı modernleşmesine dayanan ve özellikle de İttihad ve Terakki’nin devr-i iktidarında Türk uluslaşması politikalarına bağlı olarak ortaya çıkan Kürt sorunu, cumhuriyet döneminde, yine o uluslaşma politikaları bağlamında, bu kez askeri yöntemlerle yok sayılmaya çalışıldı.
Konuya dair, askeri yöntemle “kısmen” bir başarı(!) sağlanmış olsa da, zaman içerisinde, çeşitli saiklerle bu sorunun ortadan kalkmadığı görüldü.
Her zaman askeri yöntemin işe yaramayacağı düşüncesiyle, yok sayılan, ama varlığı adeta “mızrağın çuvala girmeyeceği” fehvasına uygun olarak, Kürt sorununu bir çözüme kavuşturmadan, Kürtleri konsolide etme adına rejimin de ortak paydası olan birçok yol ve yöntemle bazı sonuçlar elde edilmeye çalışıldı.
Özellikle de altmış ihtilâlini izleyen süreçte; modern argümanlara sahip Kürt gençlerinin metropollerdeki üniversitelerde eğitim almalarına koşut olarak, bu gençliğin Türk solu içerisinde örgütlenmesi sağlanmıştı.
Bundan kasıt, hem bu genç kitleyi, her ne kadar “devlet” tarafından kapitalist bir ekonomik sistem uygulanıyor olmasına rağmen, Batılı bir paradigma içerisinde düşünülen –o da devletin gözetiminde- sosyalizme, sol hareketlere dahil etmek…
Bu sayede sola önemli bir yer vermek, alan açmak…
…O genç kitleyi modern anlamda “ilerici” bir kulvarda tutmak ve en önemlisi de o kitlenin içerisinden gelmiş olduğu geleneksel yapıyı bir şekilde, bu kitle üzerinden dağıtmak…
…Kürtlüğü ve Kürt hareketini modernleştirmek… ve bu yolla da Kürt sorununu “ebediyen” çözmek…
…Bu dahiyane düşünce ve çözüm önerisi, apaçık bir derin devlet projesi idi.
Onlarda biliyordu ki, kendi ürettikleri bu sorun, tabiri caizse öyle “şakkadanak” ortadan kalkmayacaktı.
Kürt halkı da öyle küsüp terk-i diyar etmeyecekti!
Ya ne yapacaktı?
Kendi kimliğine sahip çıkacak, mücadele edecek, hakkını arayacak, zamana ve zemine göre makul çözümler üretecek ve yine kendine has bir kültür üretecekti.
Nihayetinde kısmen de olsa, öyle olmuştu.
Kürt nüfusu içerisinde bulunan, eğimine önem veren maddi durumu iyi olan birçok ailenin ve çevrenin çocuklarının üniversite eğitimi almasını sağlama düşüncesi sonucunda metropol şehirlerde Kürt gençleri de kendilerine yer bulmuşlardı.
Özellikle de başta Ankara olmak üzere İstanbul ve İzmir gibi şehirlerde bulunan üniversiteler hem bu genç kitleye eğitim imkânı sunmuş ve hem de, başta Türk solu, daha sonra da Kürt solu içerisinde yer edinmişlerdi.
Maddi durumları iyi ya da orta halli “dindar” Kürt aile çocuklarının da bir kısmının üniversite ortamında kendilerine yer bulduğu görülmektedir.
Bu dindar çevreden gelen çocukların büyük bölümü kendi şehirlerine yakınlıkları dolayısıyla Diyarbakır, Erzurum gibi nispeten muhafazakâr şehirlerdeki okulları tercih ettikleri görülmektedir.
Onların büyük bölümü de ya ilahiyat, ya eğitim, ya bazı mühendislik kolları başta olmak üzere çeşitli branşlarda eğitimin içerisinde bulunmuşlardı.
Dindar çevrelerden gelen gençler genel itibarıyla ulusalcı ve ideolojik davranış sergilemiş olmasalar da, kendilerine kıyasla modernleşen Kürt çevrelerine mensup Kürt gençlere kıyasla hem dindar, hem kendi geleneğine bağlı ve hem de Kürt kültürü ile özellikle de Kürtçe konusunda daha ileri bir seviyede idiler.
Her şeyden ziyade, bu üniversiteli dindar gençlerin, birçok konuda olduğu üzere dil açısından medrese ortamından yararlanması işin seyrini değiştiriyordu.
Zira dil en iyi bir şekilde ve modernlik bağlamında “çağdaşlık, ilericilik afeti”nden ancak medrese eğitimi yoluyla kendini koruyabilirdi.
Medrese eğitiminin dolaylı ve dolaysız olarak muhafazakâr Kürt gençleri için dil açısından fayda sağladığı söylenebilir. Zira geleneksel Müslüman toplumlarda dili en iyi şekilde korumanın yegane yolu salt dini bilgi ile birlikte dil aktarımına da yer veren medrese kanalıyla korunabileceği tarihi tecrübelerle sabit…
Kürt Muhafazakârlığına Klasik Türk Paradigmayı da Eklemek…
Bununla birlikte, bu dindar gençlerin böylesi bir avantajların yanında, eğitim gördüğü okulların bulunduğu şehirlerin, onlara sirayet etmiş bulunan birçok düşünsel ve “ideolojik” sebeple birlikte klasik Türk milliyetçiliğin etkisi altında olması, onların kendi kültürlerine dair yaşamsal pratiklere pek de yer vermiyordu.
Burada şuna dikkat çekmek gerek; modernleşen Kürt aile çocuklarının büyük bölümünün Ankara ve İstanbul gibi metropol şehirlerde bulunan okullarda eğitim görme imkânı nasıl ki bir modernleşme politikasının parçası idiyse, muhafazakâr Kürt gençlerin de Doğu’da ve Anadolu’daki bazı şehirlerde eğitim veren okullarda okumaları da, yine sistem açısından onların –dindarlıklarına pek de dokunulmadan- klasik Türkçü anlayış üzerinden ideolojik bir değişine uğratılma çabası da yine sistemin, bir halkı, gençliği üzerinden salt modernleştirilmeseler de “uysallaştırma politikaları”nı içeriyor olması önemli idi.
Burada bir kandırmaca ve göz boyamaca vardı. O da şu; Batı’da din’in kamusal alanın dışına itilerek tamamen devre dışı bırakıldığı bir vasatta dindar Avrupalı kesimin, kendine mehaz aldığı muhafazakârlık nasıl ki –tersinden okunsa da- modernlik içerdiği için, Anadolu’nun dindar Türk’ü ile Kürd’üne de salık verilen muhafazakârlık aynı karaktere sahipti.
Muhafakârlık, dinin hem alanını daraltma ve hem de anlamını değiştirme, onu bir yapıbozuma uğratma gayesi açısından bal gibi modernlikti, ama üzerine “din sosu” dökülünce mesele görünmez oluyordu!
Bu modernleştirme ve “muhafazakâr kılma” çabalarına Kürt nüfusu ve salt Kürt gençliği açısından bakıldığında, bundan elde edilmek istenen amaç Türk nüfus ve Türk gençliği için öngörülenlerden farklı sonuçları olacaktı.
Haddizatında bu ülkede işler çoğu kez “Türk’ün Türk’e propagandası” şeklinde yürüse de, Türk’ün durup dururken Türk kılınması gibi abes bir durum oluşmayacak, ama onun modernleştirilmesi istenecekti. Bu modernleşme dindar Türk için her daim muhafazakârlık yoluyla olacaktı.
Kürt için ise, modernlikle birlikte muhafazakârlık yolunun düşünülmesinin yanında; bir açıdan üniter bir toplum oluşturmak, ulusalcılığı sağlamak, Batıcı paradigmalara sahip olmak ve en nihayetinde var olduğunu bildikleri, ama her nedense yok saydıkları Kürt sorununu da bu şekilde “çözme” düşüncesi söz konusu idi.
Bu konuda kısmen başarılı da olunmadı değil.
“Etki tepkiyi doğurur” misali, bir halkın var olan fıtrî –anayasal- haklarının gaspı sonucu oluşan tepkilerden dolayı, mahiyeti, yapıları ve “eğer onlara bir görev verilmişse” işin arka planı faklı zeminlerde tartışılacak olsa da birçok örgütlenmenin oluşturulma amacı bilinebilirdi.
Buna bağlı olarak Kürt sorunu üzerinden modern, muhafazakâr ayrımı yapmadan sistemin koca bir ülkeyi kendi amacı istikametinde konsolide ettiği söylenebilirdi.
Böyle bir konsolide işi, modernlik taraftarı kitleyi içerecek olmamasının yanında, zamanla giderek dindar-muhafazakâr kitleyi daha çok etkilemişe benziyor.
Hepimiz Biriz’den Beka Mes’elesine…
Bugün dahi, dindar-muhafazakar kitlenin kahir ağırlığının, giderek milliyetçi söyleme sahip olmaya başlayan AK Parti ile onun iktidar ortağı MHP saikiyle üretilen “beka mes’elesi” üzerinden modern sisteme eskisinden daha ziyade bağlanması işin maya tuttuğunu göstermesi açından önemli idi.
Kürt kitlenin bir kısmı, devam eden süreçte CHP’den DP’ye; oradan altmış ihtilâli sonrası sağcı partilerde bulunmuş, orada siyasetle uğraşmışlardı.
İlk dönemlerde kısmen de olsa CHP’ye dahil olmaları onları modernliği sevdiklerini değil, değişen zamana, zemine ve dile uygun hareket ederek ayakta kalma çabalarını içeriyordu.
Keza, DP’de bulunmaları da aynı saikler bağlamında değerlendirilebilirdi.
Sağcı Muhafazakârlıktan Dindar Muhafazakârlığa…
Yine, bu kitlenin diğerlerine nazaran daha dindar –Milli Görüş- siyasi yelpazede bulunmaları da, İslam nokta-i nazarında bakıldığında; iki farklı halkın varlığına rağmen Müslüman bir ülkeyi toplumu ayakta tutma; onun üzerinden de Kürt ile Türk’ün bu imtihandan alnının akıyla çıkabilme düşüncesi olarak önem kazanırdı.
CHP’nin, sorunu başlatan İttihad ve Terakki’in iz sürdürücü olması ve bu sorun bağlamında işlediği cürümlerin mahiyeti göz önüne alındığında, modernlik ya da muhafazakârlık taraftarı olsun, Kürtlerin CHP’ye kulak asmamaları gerekirdi.
Zaman içerisinde; Türkiye toplumunun başta DP olmak üzere sağcı, milliyetçi-muhafazakâr ve İslami yönü ağır basan partilere yönelimine ve bu yönelimin onlarca yıl sürmesine bakıldığında; Kürt kitlenin aynı sebeplerle hareket etiğini söylenebilirdi.
AK Parti Sürecine…
Özelde ise Kürt kitlenin de dahi 2002’den buyana –artık azaldığı söylenebilir- AK Parti’ye meyletmesi bu meyanda okunmayı hem sosyolojik olarak ve hem de siyaset açısından hak etmektedir.
AK Parti’nin, ilk yıllarında “verdiği umut açısından” Kürt halkı için “en büyük Kürt partisi” olarak kabul görmesi buna işaret eder, ama geldiğimiz noktada, bunun böyle olsa da, böyle kalmayacağını bizlere gösteriyor.
Gerçi, hiçbir yerde hiçbir halk, hiçbir kitle “durup dururken” bir partinin malı olarak değerlendirilemezdi elbette.
Kitle belli bir müddet bir partiye angaje olabilir, konsolide edilebilir, ama bu durum ilelebet böyle sürmezdi.
Hele ki, eğer, siyasi partiler ve ortam için demokrasiden, tek başına değil, ortaklaşa bir yönetim(yönetişim) anlayışından bahsedilecekse, var olan durum elbette ki geçici olacaktı.
Sonuçta Osmanlı modernleşmesin bir devamı olan Türk modernleşmesi beraberinde birçok yenilikle birlikte birçok sorunu da beraberinde getirmişti.
Bu sorunlardan birinin ve belki de en önemlisinin din’in tüm toplumsal işleviyle birlikte çizgi dışı kalması izahtan varestedir.
Ona biçilen rol sadece var olan toplumsal yapıyı koruması ve “devleti ayakta tutması” adına çimento görevi idi.
Bunun dışında en büyük, önemli ve halen bir çözüme kavuş(turul)mamış olan Kürt sorunudur.
Zaten, bu sorun başlı başına bir sorun olup var olan sorunların anası, ana kaynağıdır.
Bu sorunu çözen siyasi parti, çevre vb. büyük bir iş başarmış olur ve tarihe geçerdi, ama ona yönelik bir düşünce var olsa da, yerine göre “herkesten daha demokrat” kesilen, ama temelinde otoriter ve üniterci olan siyasi güçlerin varlığı bu sorunun çözümüne engel teşkil ermektedir.
Bununla birlikte, geçmişte kim ne yaptı, ne söyledi ise, onları bir tarafa koyduğumuzda, büyük umutlarla iktidara gelen AK Parti’nin, özellikle de Erdoğan’ın “Kürt sorunu benin sorunumdur” söylemi var olan sorunun AK Parti tarafından bir çözüme kavuşturulacağı öngörülmekte idi.
Öyle bir beklenti de oluştu, ama ortaya konan bazı çabalara(çözüm süreci vb.) rağmen AK Parti’nin birazda işin bahanesi” açısından bu işten el çekmesine yönelik karşı atraksiyonlar devreye girince sorunun çözümü, çözüm süreci’ni adeta ihanetle eşdeğer gören CHP’nin insafına kaldı ise, yandı gülüm keten helva” demek gerekir.
AK Parti birçok sorunun çözümü ile birlikte Kürt sorununun çözümünde de işe iyi başlangıç yapmıştı, ama tersinden o da milliyetçiliğe/ulusalcılığa yenildi, teslim oldu.
Sonuçta…
Keza bu tür teslim oluşlar söz konusu olacaksa, Kürt sorunu da dahil olmak üzere birçok konunun çözümüne dair nice birli, ikili… “altılı masa” kurulsa da çözümün, “derin dondurucuda” alı konulacağı çok rahatlıkla söylenebilir. Zira devir, dil ve mahiyet değişse de “beka ve birlik” adına sorun ya yok sayılacak, ya da sürüncemede bırakılacaktı.
Sağlam bir irade gerekir, ama nasıl?
(*)Kısacası; yarı Türkçe, yarı Kürtçe olan bir ifadeyle söylersek “dolan, dolan, vare siyi holan”; yani “dolan, dolan, serin gölgeliğe gel”
Kaynak: Farklı Bakış