Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Kürt Gerçeği ve Selefilik

Sait Alioğlu'un Özgün İrade Dergisi 2020 Kasım (199.) Sayısında yayınlanan yazısı...


Selefilik, Müslümanların tarihinde, 1300’lü yıllarda, Mısır’da yaşayan ve esas itibarıyla Hanbeli mezhebe mensup, dönemin en önemli âlimlerinden sayılan İbn-i Teymiyye’nin şahsında somutlaşan ve büyük oranda onunla tanınan bir fırka olup sonuç itibarıyla bakıldığında itikadi bir mezhep olarak değerlendirilmektedir. Tarihî geçmişine baktığımız zaman mezheplerin teşekkül etmesinden önceki dönemde yaşayan “Sahabe, Tabiin ve Tebe-i Tabîn”e Selef, mezheplerin teşekkülünden sonra mezheplere bağlı olanlara da “Halef” yani, “Öncekiler ve Sonrakiler” denilmiştir. Zira halef ve halife sonradan gelen manasındadır.

Kendisi bir Hanbeli imamı olan İbn-i Teymiyye’nin, dünden başlamak üzere, Selefiliğin kurucu atası olarak bilinmesine bağlı olarak büyük oranda, döneminde İslam dünyasını kasıp kavuran Moğol istilasına karşı, mevcut olan mezheplerin paradigmal olarak, var olan ‘düşmana’ karşı bir düşünce ve i.+mücadele yöntemi ortaya koymadaki acziyete dayanmakta idi.

Tabii ki paradigmal olarak karşımıza mezhep olarak çıkan Selefiliğin, ortaya çıkış ve yayılış sebebini, sadece ‘dış düşman’ olarak bilinen Moğollara bağlamaktan ziyade, onlara göre bir nevi ‘iç düşman’ olarak algılanıp kabul gören anlayışa göre; dikkate alındığında, İbn-i Arabi’nin şahsında somutlaşan Sufiliğe vb. karşı sürdürülen ‘itikadi’ karşı çıkışlarında yadsınamaz bir etkisi görülecekti. Zaten, birçok olgu, tek sebebe bağlanmayıp çoklu sebepler muvacehesinde kendi müteradifini de, yani karşıtlığını oluştururdu. Bunu, Selefiliğin gerek oluşum, gerek yayılma, kabul görme ve günümüze dek kalıcılaşma trendinde çok rahatlıkla gözlemleyebilirdik..

Seleflik açısında bu ilk ortaya çıkış, onun, temellendirilmesi açısından adeta “Moğol belası” olgusu üzerinden izah edilebilirdi. Daha sonra ise, her şeyden ziyade ‘ümmetin birliği’ açısından bakıldığında,var olan birçok hatasına rağmen, maslahata binaen İslam dairesi içerisinde mütalaa edilmesi gereken Osmanlıya karşı, ‘medeni’ değil, bilakis bedevi karakterli Arap mantalitesinin dinleştirilmesi suretiyle oluşan türüne özgü bir Arap milliyetçiliği, hem de siyaset kalıbı içerisinde Selefilik olarak çıkmaktaydı. Anlayacağınız, Osmanlıya böyle davrandıkları için, onların nazarında Şiiliğin vb., i’rapda mahalli yoktu bile!

Selefiliğin günümüzde, var olan metinlerin farklı okunması, yorumlanması ve birde, işin başında bulunan birçok ‘şeyhin’ kendi otoritelerinden hareketle ve var olan konjönktürü dikkate almadan -tamda ismiyle müsemme bir oranda- selefizm girdabında maslahatı da gözetmeden, kendi varlığını, gücü elinde bulunduran bölgesel ve küresel güçler adına hareket etmesi önem kazanmaktaydı. Örneğin; Suudi orijinli Medhali Selefilerin, kendisi sosyalist bir Arap milliyetçisi ve Batıcı olan; Libya’da darbecilerin başı olan Halife Hafter lehine Libya’da var olan savaşta, zalimin ve zulmün yanında yer alması ve saf tutması ancak, anakronik bir bakış açısıyla k gibi-okunabilirdi. Keza, Selefi Nur Partisi’in, Mısır’da İhvan’a karşı, Sisi diktatörünü destekleme bedbahtlığı da aynı şeydi.

Günümüz dünyasında Selefliğin durumu,hemen, hemen bu minvalde idi. Selefiliğin, Moğol belası üzerinden İbn-i Teymiyye’n’in şahsında oluşması, daha sonra ise, başta var olan tevhidi özü kaybederek hakikat çizgisi dışına çıkan birçok din,mezhep ve ekolde gözlemlenebileceği üzere, o belaya istinaden gayet iyi niyetlerle vücut bulan bir anlayışın, birkaç asır sonra Necid çöllerinde bedevilik karakteri kazanması, onu, başlı başına yıkıcı bir fenomen olarak somutlaştırmıştı.

Selefilik, her ne kadar Osmanlıya karşı, onu, Ortadoğu’ya musallat olan Batılı emperyalist güçlerin safında Vehabilik olarak ortaya çıkmışsa da, Osmanlının tarih sahnesinden çekilişi ile birlikte Batılı kulvarda kendine yer arayan yeni devlet’te(Türkiye) kendini dönem,dönem açığa çıkarmaktaydı. Büyük oranda altmışlardan sonra Mısır ve Suudi gibi Arap ülkelerine eğitim kastıyla giden ve oraların var olan havasından etkilenen zevatın, elde ettiği bu paradigmayı, geri döndüğünde kendi ülkesine kabul ettirme düşünce ve çabaları, büyük oranda Mardin ve Urfa gibi, nüfusunun önemli bir kısmı Arap vatandaşlardan oluşan şehirlerle sınırlı kaldığı bilinmektedir.

Bu topraklardaki Selefilik nötr olup dönemin Selefileri de bu nötrlük içerisinde bir yerde durmaktaydılar. Daha o zamanlar, günümüzde olduğu üzere, Selefilik ‘ılımlı ve ‘cihadî’ olarak tanımlanmadığı gibi, cihad kavramı da bu kadar içi boşaltılıp tukaka edilmemişti.

Günümüze geldiğimizde ise, durum daha farklıydı.

Günümüzde, genel anlamda Müslümanlara bağlı olarak, onların geleceği sayılan, sayılması gereken genç kitlelerin; ya İslam’dan tamamen kopup seküler ideolojilerin peşinde koştukları gibi, birde İslam’la var olan irtibatın bir açıdan sağlam kalması, ama bu sağlamlığın salt bir ideolojik temele indirgenmesi sonucu var olan boşluğu Selefiliğin doldurduğu bilinmektedir. Bu durum ister,istemez Müslüman kitleler nezdinde Selefilik türü bahaneler emperyalist güçlerin marifetiyle bir, Siyasal, ekonomik ve kültürel hak mahrumiyete dönüşmekteydi. Bunun en somut örneğini, bu mahrumiyetleri kendi ‘cihatçı’ anlayışlarına payanda kılmaya çalışan DEAŞ, Boko Haram, El-Kaide gibi örgütlerin, 11 Eylül ile birlikte var olan küresel yıkıcı senaryo metinlerinde okuyabilmekteyiz…

Son yirmi yıl içerisinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı olduğu halde, -var olan bir takım iyileştirmelere rağmen- Kemalist Türkçü rejimin Kürt realitesini pek de tanımama düşüncesi sonucunda, kendi asli kimliği ile pek de toplumsal ve ‘kamusal’ kabul görmeyen Kürt kimliği üzerinden sıkıntı yaşayan Kürt gençliğinin bir kısmı Kürt ulusalcılığında, bir kısmı devlet bazlı muhafazakarlıkta karar kılmasına koşut olarak; hem aileden, toplumdan ve var olan iktidardan olumlu bir karşılık bulmadığını/bulamadığını düşünen Müslüman Kürt gençlerinin, aynı zamanda var olan cemaatlerden de o olumlu karşılığı bulamayınca, bir kurtarıcı kimlik olarak Selefiliği bellediği görülmektedir.

Bundan yaklaşık on küsur yıl önce, toplumsal tabanı büyük oranda Kürdistan’da bulunan ve birçok açıdan bölgesel karakter taşıyan birçok Müslüman cemaatin ve yapının politbürolarının gündeminde – biraza kendilerini acındırma ve var olan tabanı kaybetmeme dürtüsü ile- kendi paradigma, söylem ve eylemlerine şiddetli eleştiri getiren Müslüman Kürt gençlerinden şikâyet etmekteydiler. Gerçi, o yapıları bırakıp Selefi yapılara eklemlenen epey sayıda Kürt gencinin o macerasına rağmen, kendilerine kallavi eleştiri sunulan o yapıların önemli bir bölümü, kendi eski konumlarını ‘ısrarla’ muhafaza etmeyi sürdürmekle birlikte, ‘ideolojik anlamda olmasa dahi’ büyük oranda sosyal alanda, var olan sorunlara kalıcı ve nitelikli çözümler sunmanın yerine, alışılmış bir refleksle Selefist tavırlar sergiledikleri ve bu konuda tekrara düştükleri söylenebilirdi. Ki, bu yapılar içerisinde, aynı zamanda “demokrasiye mesafeli” olmalarına rağmen, birer siyasi parti olarak faaliyet gösterenlerde vardı.

İslam tarihinde, Emeviler ile başlayan ve uzun asırlar süren saltanatçı düşünce ve pratiğe karşı mücadele etmek için çaba sarfeden insanların; ilk dönemlerde, faaliyetlerine karşılık olarak ‘eziyet görmeleri’ne koşut olarak, bu ‘belalı havadan’ bir şekilde kurtulmak isteyen insanların içerisinden geçtiği Mihne döneminin sonucunda; temel ilkeler gözetilme şartıyla, ‘hanedandan olmayanların’ en başta yönetim katmanına yaklaştırılması düşüncesi, beraberinde tasavvuf gibi, sözde insanı manen arındıran, ama siyasal hayatı tekliğe iten ve yaralayan uygulamalar sonucunda telafisi pek de mümkün olmayan bir boşluk oluşturmuştu.

Buna bağlı olarak, dönemin İslam dünyasının birçok yerinde, adeta pıtrak gibi tarikat yapılanmaları oluşmuş; ‘bu tür yerler resmi’ takibattan kurtulmak isteyen insanların sığınağı ve kendi pasiflik pratiklerini uygulama fırsatı bulduğu mekanlara dönüşmüş, bir düşünme ve arınma olgusu olarak tavsif edilen tasavvuf anlayışı üzerinden, yönetime karışmama, o alanı ‘sahibine’ bırakma düşüncesi ağır basmıştı. Mihne dönemine ait bazı şartlar ortadan kalkmış olsa da, dönemin kendine özgü atmosferinde yerleşik kabul haline gelen ‘siyasete karışmana’ vaziyeti günümüze kadar devam etmişti.

Bu siyasete karışmama düşüncesi, modern dönemde de kendini cumhuriyet Türkiye’sinde Kürtler açısından ortaya koymuştu. Başta, bırakın Kürtlerin siyasete dahil edilip edilmemesini, onların varlığı dahi,resmiyette kabul görmemekteydi.

Bir toplumu, yerel, bölgesel, ve kürsel ölçekte belirgin kılan amillerin başında kavmi, kültürel kimliklerinin kabul görmesi, bir açıdan siyaseten de kabul görmelerine bağlıydı. Bu hak, genel anlamda Kürrlerden nedense esirgenmişti. Daha sonraki süreçte Kürtçülük saikiyle oluşan Kürt ulusalcılığı üzerinden Kürtlerin siyasi arenada görünür olmaları, o kulvara giren Kürtlerin büyük bölümünü, pek anlam açısından söylenemese de, pratik açıdan onları, laik/seküler siyaset yoluyla İslam’dan uzaklaştırmaya sürüklüyordu. Sanırız, Müslüman/İslamcı Kürt gençliği arasında, sonradan vücut bulan Selefiilk eğilimi de, hem sisteme, kendi kavmi, kültürel varlığının inkarı, bunun yanında, onları ‘görünür planda’ Selefilik kadar heyecanlandırmadığı düşünülen ‘Sünni’ paradigmanın iddia edile gelen yetersizliği, bunun yanında Kürt ulusalcığını üzerinden var kılınan İslam dışılığa bir tepki olan durumlar var olmuştu.

Laik/seküler Kür ulusalcılığı, kendini “demokrasi” üzerinden partileşme yoluyla bir yerlere oturturken, hem salt İslami duruş ve o duruştan dolayı sistem tarafından yok sayılan Müslüman Kürt kimliğine sahip olmak, o insanları Selefilik gibi anlayışları kabule yönlendiriyordu. Bu durum önceleri, bir tepkisellikle birlikte, salt kültürel planda kalmış olmasına rağmen, Irak’ın işgali ile birlikte ivme kazanmış; onun akabinde ‘birileri tarafından ihdas edildiği ayan beyan ortada olan IŞİD(DEAŞ) gibi yapılara ilgili arttırmıştı.

Daha sonra, adına ‘Arap Baharı’ denen süreçte, yanı başımızda kaynayan kazana dönüşen Suriye’de; gerek bir İslam toprağının emperyalist kafirlerden kurtarılması ve gerekse de, ‘kendilerince meşruiyetleri bulunsa da, sonuçta emperyalizme hizmeti baz alan PKK/YPG unsuruna karşı verilen mücadelede IŞİD üzeriden, birçok Müslüman halktan insan unsuru olduğu gibi, ‘İslami’ kimliğe haiz Kürt gençlerini de görmekteydik. Her iki tarata emperyalizme hizmet ediyordu. Kürt ulusalcılığı sözde kendine ait bir yapıya sahipti. Bunun yanında Müslüman kimlikli insanlarda, Selefilik saikiyle, aslında o anlayışla hiç bir bağı olmayan bir yapılanma içerisinde yer alıyordu.

Kısacası, Kürt ulusalcılığının durumu emperyalizm saikiyle ‘kekâ’ iken, Müslüman Kürtlerin, özellikle de gençlerin aceleciliği, usül, yol, yöntem bilmezliği, onları Selefilik gibi aykırı ve arkaik anlayışlar üzerinden, emperyalizme kurban ettiriyordu.

Ne demişti atalarımız; “vusulsüzlüğümüz, usulsüzlüğümüzdendir” diye.Yani, yol, yöntem bilmeyenin doğru bir hedefe vasıl olması pek mümkün değildi; Selefiliğin cazibesine kapılan gençlerimizde de aynı usulsüzlüğü çok net görebiliyorduk, maalesef…

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR