Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Yusuf YAVUZYILMAZ


Küreselleşme İmkanlar ve Sorunlar

Yazarımız Yusuf Yavuzyılmaz'ın, Özgün İrade Dergisi 2020 Haziran (194.) saysında yayımlanan yazısı...


Sosyal bilimlerde bir kavram üzerimde tartışırken atılması gereken ilk adım, söz konusu kavramı tanımlamaktır. Çünkü tanım yapılmadan sürdürülecek zihinsel faaliyet, konunun sınırları belli olmadığı için sonuçsuz kalacaktır. İçine düşülecek kargaşadan ve zihinsel dağınıklıktan bizi kurtaracak olan tanımı belirginleştirmektir.

Küreselleşme (Globalleşme) kavramı da 1980’lerden sonra sosyal bilimler alanında da yoğun olarak tartışılmaya başlandı. Kelime olarak “bütünün kuşatılması, sarılması, bütünleştirilmesi anlamına gelen küreselleşme ekonomik anlamda “bir firmanın, bir ülkenin sınırları ötesinde yatırım yapması ve firmaların, birbirleriyle birleşerek-karışarak veya başka işletmeleri satın alarak ya da bunlarla ortak girişimler yapmak suretiyle büyümesi; kültürel anlamda, “maddi ve manevi değerlerin ve bu değerler kapsamında oluşmuş birikimlerin, milli sınırları aşarak, dünya çapında yayılması; etkileşim anlamında, “dünyadaki farklı halklar, bölgeler ve ülkeler arasında artan karşılıklı bağımlılık; siyasal anlamda da, “uluslar arası bütünleşme sürecinin tamamlanmasından sonra bölgesel üretim ve tüketimin dünya ölçeğinde planlandığı, serbest rekabet düzeninin uluslar arası kuruluşlarca denetlendiği, kuralların, uluslar üstü bir anlayışla çalıştığı sistem” olarak tanımlanabilir.(1)  

Küreselleşme, yapılan tanımlardan anlaşılacağı üzere; siyasi, hukuki, toplumsal kültürel boyutları olan  bir kavramdır. Çok uluslu şirketler, sivil toplum örgütleri, medya kartelleri, araştırma ve düşünce kuruluşları ve yardım örgütleri küreselleşme sürecinin aktörleridir. Küreselleşmeyi sürdüren aktörlere baktığınızda, günümüz dünyasında son derece etkili olduklarını belirtmek zorundayız. O halde bu sürecin dışında kalma gibi bir seçenek yoktur insanoğlunun önünde.

Küreselleşme karşısında takınılan tavırları kabaca  üçe ayırmak mümkündür.

1-Küreselleşmeyi savunanlar

2-Küreselleşmeyi reddedenler

3-Küreselleşmeyi geri döndürülemez tarihsel bir aşama olarak görüp ondan en verimli şekilde yararlanmayı düşünenler. 

Hiç şüphesiz küreselleşmeyi bütün boyutlarıyla savunanlar, bu süreçten en çok yararlanan ülkelerdir. Gününüzde Liberal Pazar ekonomisini, demokrasi ve insan haklarını, hukuk devletini temel alan küreselleşme, bu değerlere çeşitli nedenlerle itiraz edenleri karşısında bulmuştur. Küreselleşmeye sosyalist gruplar, anarşistler, milliyetçi gruplar ve bazı İslamcı gruplar karşı çıkmaktadır. Sosyalistlerin karşı çıkışı, küreselleşmenin liberal değerlere dayanmasından dolayıdır. Anarşistler otorite tanımadığından, milliyetçiler ise uluslar üstü entegrasyonu savunduğu için küreselleşmeye karşı çıkarlar.

Küreselleşme özellikle 1980’lerden sonra iletişim ve teknolojinin, ulaşımın, internetin, sermaye akışının ve dünyanın tek Pazar haline gelmesinin etkisiyle büyüyen ve önü alınamaz bir süreç haline gelmiştir.

Verili bir durum olarak küreselleşmeyi arttıran faktörleri şöyle sıralayabiliriz.

1-İletişim faktörü

2-Serbest piyasa ekonomisi

3-Uluslar arası ticarette şirketlerin egemenliği

4-Ulaşım imkanlarının artması

5-Karşılıklı bağımlılığı arttıran ticari anlaşmalar

6-Uluslar üstü bölgesel örgütlenmeler

7- Uluslar arası hukuk

8- Dünya ölçeğinde gelişmiş internet ağı

Küreselleşme sürecine katılan ülkeler-aslında tam anlamıyla sürecin dışında kalmak imkansızdır bu süreçten bazı faydalar elde etmeyi umarlar. Küreselleşme taraftarlarına göre bu sürecin faydaları şunlardır.

1-Ekonomik kalkınmaya katkı yaparak az gelişmiş ülkelerin milli gelirini arttırır.

2-Hayat standartlarını yükseltir.

3-Bilginin yayılmasını ve etkin kullanımını sağlar.

4-Seyahat imkanlarını arttırır.

5-Demokratik gelişmelere zemin hazırlar.

6-Hukuk devleti bilincini arttırır.

Küreselleşme karşıtları ise tezlerini şu şekilde temellendirmeye çalışır.

1-Amaç gelişmemiş ülkeleri kalkındırmak gibi görünse de, küreselleşme süreci gelişmiş ülkelerin lehine işleyen bir süreçtir.

2-Küreselleşmenin dünyadaki gelir dengesizliğini gidermesi şöyle dursun, kuzey ve güney ülkeleri arasındaki farkı daha da açmıştır.

3-Süreç fakir ülkelerin daha da fakirleşmesine yol açmıştır.

4-Küreselleşme gelişmekte olan ülkeleri büyük bir risk altına sokmuştur. Bilindiği gibi gelişmekte olan ülkeler ekonomilerini geliştirmek için dış kaynağa ihtiyaç duyar.Sürekli dış kaynakla ekonomisini yürüten bir ülkenin ciddi bir kriz tehdidi altında bulunduğu açıktır. Kriz anında yabancı sermayenin kaçmasıyla ülkenin çöküşe gitmesi kaçınılmazdır. Türk ekonomisi de büyük ölçüde böyle bir yapılanma içindedir.

Aslına bakılırsa küreselleşme yeni imkanlara ve yeni endişelere açık bir süreçtir. Önemli olan bu süreci olumlu bir şekilde kullanabilmektir.

Küreselleşmenin önemli bir zaafı da yerel kültürler ve inançlar üzerine getirdiği kısıtlama ve zorlamalardır. Öyle ki, bu  sürece katılmayı reddeden her grubu ve inancı tarih dışına itmekte ve ötekileştirmektedir. “Globalleşen ekonomi, bazı teologlara göre, inanç ve ahlak dokusun zarar verecek bir dünyevileşmeyi besliyor. Manevi dinamikler, bu tür bir globalleşme imkanı bulamıyor. (2)

Bu süreç büyük ahlaki çöküntülere yol açabilir. “Eğer ortak aklımızı sağduyumuzu insaf ve vicdanımızı yerli yerinde kullanarak sorumluluk içinde hareket etmezsek insanlığa global felaketler getirmek uzak bir ihtimal olmaktan çıkar. Öyle görünüyor ki, insanlık artık global bir imtihanla karşı karşıyadır. Bu da global bir ahlaki sorumluluğu beraberinde getiriyor.” (3) Ancak temelde ekonomik değerlerden hareket eden küreselleşme, yarattığı olumsuzlukları ortadan kaldıracak bir ahlak sistemi oluşturması mümkün gözükmüyor. İşte bu noktada ed-din olan İslam bir kez daha tarihi rolünü oynayabilir. Zaten yaratıcı, tarihin kırılma noktaları olan kriz anlarında peygamberlerini göndererek tarihe ve topluma müdahale eder. Modern zamanlarda da böyle bir müdahaleye ihtiyaç vardır. Artık peygamber gelmeyeceğine göre bu müdahaleyi Müslüman entelektüeller yapacaktır. Ancak bu müdahaleyi sistemin dışında kalarak başarmak mümkün değildir.

Küreselleşmenin ölümcül etkileri karşısında kültürler ve dinlerin etkisini kaybettiği varsayımı doğru değildir. Öyle olsaydı modern zamanlarda dinin insan hayatını daha az yönlendirmesi gerekirdi. Oysa gerçek bunun tam tersidir. Beklide kültür ve din küreselleşmenin eksik kalan yanını, ahlaki ve manevi yönünü tamamlayabilir. Ya da küreselleşmenin ölümcül etkilerine yeni direnç alanları oluşturabilir. Bilindiği gibi kimliğin iki başat unsuru kültür ve dindir. Küreselleşmenin de bu iki alama karşı savaş açtığı bilinmektedir.

 Diğer yönden küreselleşme ulus-devlet ve milli hukuk anlayışını da kökten değiştirmektedir. Artık ulus devletlerinde, hukuk sistemlerinin de küreselleşmenin etkisinden kurtulması mümkün değildir. “Küreselleşmeyle birlikte uluslar arası alanda yeni bir hukuk türü, “uluslar üstü hukuk” belirmeye başlamıştır. Bunun tipik örneğini oluşturan Avrupa Birliğinde, egemenliğin temel bir siyasi kavram olarak zayıflamasının işaretleri yaşamaktadır. Uluslar üstü hukuk Avrupa Birliğinde üye ülkelerin ulusal hukuk düzenlerinin üstünde yer alan “ortak hukuk” olarak ortaya çıkmaktadır.(4)

Küreselleşmenin ulus devlet örgütlenmesini ortadan tümüyle kaldırması mümkün değildir. Ancak ulus devlerin dayandığı egemenlik ilkesine kökten sarsacaktır. Bu sarsıntı ise ulus devletlerin egemenlik alanlarını kısıtlayacaktır. Örneğin AİHM’nin verdiği bir kararı üye ülkelerin hukukları kendi hukuklarından üstün saymak durumundadır.

Kültürel anlamda küreselleşme, homojen bir kültür yaratma amacındadır. Ancak bu hiç kolay değildir. Aslına bakılırsa küreselleşme sonucunda birbirleriyle tanışan dinler ve kültürler için bu durum bir avantaja bile dönüşebilir. Bu anlamda Müslümanların başkalarıyla diyalog kurmaktan çekinecekleri bir durum söz konusu değildir. Çünkü İslami gelenek bizleri, ötekilerle iyi geçinmeye, diyalog kurmaya ve güzel tartışmaya teşvik eder. Kendine güvenen bir öğretinin diyalogdan kaçmasını mazur gösterecek hiçbir gerekçe yoktur.

Diğer yandan küreselleşmenin yarattığı tüketim kültürü ile yeni ve kendine özgü özellikleri olan evrensel kültür yaratmak amacındadır. Bu kültürün en önemli hedef kitlesi ise gençlerdir.

Gençlik çağının, insanın sosyal ve psikolojik gelişimi göz önüne alındığında, geleceğini şekillendiren gelişmelerin belirginleştiği önemli bir dönem olduğu görülecektir. Bundan dolayı bu dönemi temel inceleme alanı olarak belirleyen gelişim psikologları yaptıkları çalışmalarda göz önünde bulundurulması gereken önemli bulgulara ulaşmışlardır. Gençlik döneminin en önemli yanı bu dönemde kimlik oluşumunun belirgin hale gelmesidir. Kimlik bir bireyi diğerlerinden farklı kılan özelliklerin toplamıdır. Kimliğin oluşumunda sosyal çevre, aldığı eğitim, aile ve arkadaş grubu belirleyicidir.

Bundan dolayı bireyin nasıl bir yaşam süreceği kimliğinin oluşumu ile yakından ilgilidir. Onun için ergenlik dönemi olarak da adlandırılan bu dönem insan ömrünün en problemli dönemidir. Genç bir yandan kişiliğini inşa edecek değerleri oluştururken, diğer yandan kendini ispatlama çabası içindedir. Bu durum sık sık kuşak çatışması denilen, anne-baba ve çocuk arasında yaşanan anlaşmazlıkların ortaya çıkmasına sebep olur. Kuşak çatışmasını derinden yaşayan ve anlamlı bir çıkış yolu bulamayan gençler, hayata ve yaşadığı çevrenin değerlerine karşı duyarsızlaşmaya başlar.

Geleneksel toplumsal yaşamda kuşak çatışmalarının az olmasının nedeni, yaşanan ve paylaşılan değerlerin ortak olması nedeniyledir. Oysa modern toplumda her şey yeniden tanımlanmış, değerler sistemi alt üst olmuştur. Gençler gelenek ile modern değerler arasında bocalamaya başlamışlardır. Modernitenin evren, insan ve toplum tasarımı her şeyi olduğu gibi değerler sistemini de derinden etkilemiştir.

Modernleşme teorisi üç temel varsayıma dayanır:

1- Bütün dünya için öngörülecek tek bir sistem vardır, o da Batı sistemi ve endüstriyel gelişme modelidir.

2- Bu alanda Batı’nın üstünlüğü ve öncülük rolü tartışılamaz.

3- Doğu ve diğer Batılı olmayan toplumlar bu sistemle bütünleşmek ve onu izlemek zorundadırlar (5)

Görülüyor ki, öncelikle yapılacak olan moderniteye karşı alternatif bir dünya görüşü oluşturma çabasıdır. Yoksa modernite, formüle ettiği varlık ve bilgi anlayışıyla,  bütün farklılıkları kendi potasında eritmeye çalışmaktadır. Oysa İslâm hiçbir zaman bu şekilde monolitik bir toplum yapısı oluşturmaya çalışmamıştır. Bunun için Endülüs Emevileri’nin İspanya’daki tarihi gelişimlerini incelemek yeterlidir. Batı dünyası uzun bir süre içinde yaşayan Endülüs Emevileri’nin kökünü fanatik bir etnik temizlik uygulamasıyla kazırken, tam tersine, İslâm dünyasının içinde yaşayan Müslüman olmayan topluluklar rahatlıkla hayatlarını sürdürmektedir. Tarafsız bir gözlemci için Lübnan’ı incelemek bile bu tarihi gerçeği görmek için yeterlidir. Müslümanlar içlerinde yaşayan azınlıklara karşı Batılılar gibi davransalardı bugün Lübnan’daki dini ve etnik çeşitliliğe tanık olmak mümkün olmazdı.

Bilindiği gibi modernite geliştirdiği bilgi ve varlık anlayışıyla insanı Yaratıcıdan bağımsız olarak tanımlamıştır. Bu anlayışa göre insan yaşamak ve hayatı anlamlandırmak için kendi aklının rehberliğinden başka hiç bir şeye muhtaç değildir. İnsan artık kimliğini inşa edecek değerlerin kaynağını aşkın varlık alanında değil kendi aklının sınırları içinde arayacaktır. Bu Kur’ân’ı Kerim’in ifadesiyle nefsini ilah edinmektir: “Nefsini ilah edineni gördün mü? O halde sen mi koruyucu olacaksın” (Furkan- 43) ayeti de bu gerçeğe işaret etmektedir.

Mevdudi değerli tefsiri Tefhimu’l Kur’ân’da bu ayetin yorumu ile ilgili olarak şu bilgileri vermektedir: “…‘Hevasını ilah edinen’, arzu ve tutkularının kölesi olandır. İlahına ibadet eden biri gibi, o da tutkularına ibadet ettiğinden, bir puta tapan kadar şirk suçu işlemektedir.(6)

Aynı ayetin tefsirinde M.Hamdi Yazır, heva kavramına açıklık getirmektedir: “Heva: Nefsin kendiliğinden eğilim gösterdiği arzusu, yalnızca keyfidir. Hevasını ilah edinen denilmeyip de, ikinci mefulün takdim olunması, kısalık ifade etmek içindir. Bu itibarla, canının istediğinden başka kendine ilah tanımayan manasını taşır. Böyle kimselerde hak sevgisi kesinlikle yoktur. Yalnızca kendini beğenmişlik vardır. Onların istekleri de hakiki menfaatleri doğrultusunda olmayıp sadece nefislerine ve şahıslarına ait kuru kuruntudan ibarettir. Bu gibi insanlar, delil, burhan, hak, hukuk tanımazlar. Yalnızca kendi keyif ve zevklerine tapınırlar.”(7)

Hamdi Yazır’ın yerinde tespit ettiği gibi, dini hayatından çıkararak yaşamaya çalışan her insan, Allah’a, kendine ve varlığa karşı yabancılaşmıştır. Böyle bir insanın içine düştüğü trajik durumu şu ayet net ifadelerle belirlemektedir: “Şu heva ve hevesini ilah edineni gördün mü? Allah onu bir bilgi üzerinde sapıklıkta bırakmıştır. Kulağını ve kalbini mühürlemiş, gözüne de perde çekmiştir. Allah’tan sonra kim onu doğru yola çıkarabilir? Hiç düşünmüyor musunuz? (Casiye-23)

İnsan kendi istek ve arzularını ilah edinerek düştüğü bu trajik durumdan nasıl kurtulacaktır? Kurtuluş hiç şüphesiz insanın vereceği kararlardan dolayı kendi elindedir. Yüzünü hakiki değerlere çevirerek yapacağı tercih ona kurtuluş kapısını artına kadar açacaktır. Kur’ân bunun yolunu bir özgürleşme projesi olarak insanın önüne koymaktadır: “O halde, kim iman edip halini düzeltirse, onlara korku yoktur ve onlar, mahzun olacak da değillerdir.” (Enam-48)

Hayatın anlamını insanüstü bir kaynaktan gelen vahiy bilgisine dayandıran İslâm ile bilgiyi aklın sınırları içine hapseden modernite arasında aşılmaz bir duvar vardır. Asıl problem günümüz gençliğinin modern dünyanın bilgi ve ahlâk anlayışıyla yetiştirilmesidir. Bu anlayışa göre yetişmiş ve hayatını buna göre düzenlemiş olan gençten hayat hakkında farklı tepkiler beklemek imkânsızdır. İşte tam bu noktada yapılacak olan, kişiliğin oluşması döneminde çocuğa vakıf, dernek ve gönüllü kuruluşlar gibi sivil İslâmi kuruluşlar eliyle alternatif bir model sunmaktır. Onu modernliğin sahte dünyasından kurtarıp İslâm’ın aydınlığına taşımak gerekir.

Modern dünyanın bütün araçları kullanılarak yetiştirilen gençlik, dine ve dini değerlere yabancılaşmış, kurtuluşu büyük ölçüde alkol, uyuşturucu gibi sahte alanlarda arar olmuştur. Bu trajik durum onu kendine, varlığa ve hayata karşı yabancılaştırmıştır. Normal bir aile ortamında yetişmeyen binlerce genç, sevgiye, ilgiye ve merhamete muhtaçtır. Şu veya bu nedenle evden uzaklaşan ya da uzaklaştırılan ve birer suç makinesine dönüşen gençler kendilerine uzatılacak sıcak bir dost eli beklemektedir. Onların bu çağrısına kulak vermek ve onları kendi kaderlerine terk etmemek gerekmektedir. Allah’a inanan her mümine düşen en büyük görev, modern yaşamın aldatıcı cazibesine kapılıp yok olmanın eşiğine kadar gelen bu gençleri, bilerek ya da bilmeyerek içine düştükleri bu trajik durumdan kurtarmaktır.

Sonuç olarak Müslümanlar küreselleşmenin getirdiği imkanları iyi kullanmalı ve bu süreci lehine çevirecek entelektüel ve kültürel imkanları üretmelidirler. İslam, sözün gücünün üstünlüğü üzerine kurulu bir medeniyeti yeniden inşa etmek için yeniden tarihe ve topluma müdahil olmak zorundadır.

Kaynaklar

1-İnsan ve Toplum Bilimleri Terimleri, Dr Ali Seyyar, Değişim y.

2-Küreselleşme, Ufuk Yayınları, Mehmet S.Aydın’ın makalesi,

3-Küreselleşme, Ufuk Yayınları, Mehmet S.Aydın’ın makalesi,

4-Küreselleşme, Ufuk Yayınları, Mustafa Erdoğan’ın makalesi

5-Ali Bulaç, “Din ve Modernizm”, Beyan Yayınları.

6-Mevdudi, “Tefhimu’l Kur’ân”, İnsan Yayınları.

7-M.Hamdi Yazır, “Hak Dini Kur’ân Dili”, Çelik- Şura.

 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR