Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ali BULAÇ


Komünizm neden çöktü?

Yazarımız Ali BULAÇ'IN "YENİ" YAZISI...


Artık tarihe karıştığı kabul edilen komünizm için bugün söylenebilecek tek bir şey var; o da şudur: Komünizm, Rönesans, Reform, Aydınlanma, Sanayi devrimi, Fransız İhtilali ve ulus devlet çerçevesinde şekillenmiş bulunan “sistem içi bir muhalefet” idi ve dayanağını teşkil eden ana parametreleri zayıf olduğundan iddiasını ve gücünü kaybetti, mücadele sahnesinden çekilmek zorunda kaldı.

Ancak yine de komünizm üzerinde daha uzun bir süre tartışmak zorundayız. Çünkü;

1. Bugünkü dünya sistemini anlamak,

2. Geride bıraktığı derin ve büyük hasarları telafi etmek,

3. Ve bundan sonra eğer “yeni ve farklı bir muhalefet seçeneği” arayışına girişecek isek, aynı hata ve yanılgılara düşmemek için komünizm üzerinde düşünmek zorundayız.

Komünizmle ilgili ta başından beri zihnimi meşgul eden ve hep bir paradoks gibi görünen ana soru şu olmuştur: Nasıl oluyor da yaklaşık 2,5 milyar insan böyle bir sistem içinde yer alabiliyor? İnsan zihninde vuku bulan büyük ve köklü yanılgıların insanı çok trajik eğilimlere sürüklediği bir vakıa olsa bile, kitleleri peşine takabilen ideolojilerin tümden bir yanılgı olduğunu varsaymak yanlış olur. Bu müthiş motivasyonda çok önemli faktörlerin payını aramak lazım.

Öncelikle komünist iktidarlarla ilgili şu gözlemde bulunuyoruz: Birinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı karmaşık ortamda Rusya komünizme geçti; İkinci Dünya Savaşı’nın karmaşık ortamında da Orta ve Doğu Avrupa ile Çin’e komünist iktidarlar hakim oldu. Savaşın altüst hale getirdiği o günkü konjonktürün komünist rejimlerin kurulmasında önemli rol oynadığını söyleyebiliriz; bu doğrudur ve bunda gerçeklik payı vardır. Denebilir ki, 20. yüzyıl boyunca neredeyse bütün komünist iktidarlar, iktidar oldukları toplumların tarihsel ve sosyal dinamiklerinden çok varlıklarını her birinin diğerinden biraz farkı olan konjonktürün önlerine koyduğu tarihi fırsatlara borçludurlar.

1917 Ekiminde Rusya’da olan şey, Lenin’in önderliğinde komünistlerin gerçekleştirdiği bir ihtilaldi ama bir devrim değildi. Devrim dipten gelen bir dalga ile toplumu harekete geçirir; belli bir fikre-doktriner ideolojiye dayanır ve onu mecrasında tutup başarıya ulaştıran önder kadrosu olur. 17 Ekim olayında doktrin var (Komünizm), önder kadro var (Lenin ve Bolşevikler) var ama toplum/halk yok. Olmadığı için de ihtilalden hemen sonra doktrin de, önder kadro da halkı ezen despotizme dönüşecektir. Stalin7in 25 milyon insanı öldürdüğü iddia edilir, biz en asgari rakamı kbul edelim: 3, 5 milyon!

Boyşevik ihtilal sayesinde Çarlık Rusya tasfiye edildi ve komünistler iktidara gelmiş oldu. Aynı süreçte Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorluğu da tasfiye edildi ve bu imparatorluk toprakları üzerinde yeni devletler kuruldu. Evet, 1917-Ekim olayı “Marxist devrim” değildi; nihayetinde eğer Marxist darbe ve ihtilalleri burjuva sınıfına karşı proletaryanın yaptığını varsayacak olursak, 1917’nin köylü Rusyası’nda ne sanayici bir sınıf (tarihsel ve kurumsallaşmış burjuvazi) vardı, ne de sınıf bilinciyle hareket eden bir proletarya sınıfı. Rusya’nın genelinde sanayi işçisi 200 binden fazla değildi. Yine de onbinlerce, milyonlarca insan komünist ideallerle harekete geçti, yeraltı örgütleri kurdu, dağlarda gerilla savaşları verdi ve hiç gözünü kırpmadan bu idealler uğruna hayatını feda etti. Demek ki etkileyici faktörlerin dışında, bu insanları ta içerinden harekete geçiren bir takım ana saikler olmalı. Belki de komünizm tecrübesiyle ilgili üzerinde en çok durulması gereken nokta budur.

*

Yakından bakıldığında, Marks ve Engels tarafından felsefi çerçevesi formüle edilen komünizmin, en temelde butün dinlerin üzerinde vurgu yaptığı evrensel ve insani bir takım idealleri öne çıkardığını tespit etmek mümkün. Eğer bu ideallerin insanın tarihsel idrakinde ve dolayısıyla beşeri bilincinde köklü “dini dayanakları” olmasaydı, komünistlerin hiçbir yerde başarılı olmaları mümkün olamazdı.

Bu idealler ahlaki, fıtri ve insanın tarih boyunca mevcut durumdan “daha iyi, adil ve mükemmel olan”a doğru yönelişi ve arayışıyla örtüşme halindedir. En basit anlamda komünizm, sınıfların olmadığı, insanın insanı ezmediği, ekonomik ve sınıfsal çelişkilerin toplumu çürütmediği ve yabancılaşmanın aşıldığı mükemmel, emeğin yüce değer kabul edildiği, çelişkisiz ve uyumlu bir toplum ideali arayışıdır. Dinler, mesela İslamiyet de kulun kula kul olmadığı, emeğin korunduğu, adaletin tesis edildiği ve herkesin Allah’la, tabiatla, canlılarla ve öteki’yle barış (silm) içinde yaşadığı bir toplum idealine vurgu yapar.

Dinler, insanın ilk başta mutlu bir cennet hayatı yaşadığını ve sonra işlediği günah dolayısıyla acıların, çelişkilerin ve ihtiyaçların sözkonusu olduğu “bu dünya”ya sürüldüğünü söyler. Engels, ilk(el) toplumun sınıfsız, devletsiz, sınırsız ve çelişkisiz bir toplum (komün) olduğunu söylerken, aslında aynı şeyleri dile getiriyordu. Marx’ın tarih görüşü son tahlilde başlangıcı mükemmel olan bir maceranın, çatışmalarla dolu bir tarihin yine mükemmellikle son bulacağı varsayımına dayanıyordu. Ancak 20. yüzyıl komünistleri, doktrinin paradigmasına sadık kalarak köleci  ve feodal toplum aşamalarından geçmemiş Amerika’nın nasıl oluyor da dünyanın en büyük kapitalist-süper gücü haline geldiğini açıklayamadılar.

Komünist fikriyatın ana çerçevesini inşa edenler, sistemin teorik çerçevesini bir tür teolojik/metaizik bir zemine oturtmuşlardı. Bu açıdan materyalist tarih felsefesi ve dünya görüşü, dinlerin temel varsayımlarını tersine çeviren materyalist bir teolojidir. Hıristiyanlığa göre, bizim yeryüzündeki trajedimizin esası günahkar tabiatımızdır; Marx’a göre sınıflı topluma geçişimiz buna sebep oldu. İslamiyet, dünya hayatında ahlaki ve ilahi hükümlere göre yaşayan insanın varoluş amacını gerçekleştirebileceğini ve sonunda yine cennete yani ait olduğu yere gideceğini söylerken; Marx, köleci toplum, feodal toplum ve kapitalist toplum aşamalarından sonra yine tarihin başlangıcında olduğu gibi sonunda komün topluma ulaşacağını yani “dünyada cenneti” kuracağını söylüyordu.

Kilise teolojisine göre devlet, günahkar tabiatımıza verilmiş bir cevap, bir cezadır; Marx’a göre devlet hakim sınıfların bir sömürü ve baskı aracıdır, tabiatı gereği insana karşıdır. Yine kilise teolojisine göre, ebedi kurtuluş insanın kendini kiliseye adamasıyla mümkündür, komünizme göre kurtuluş partiye bağlılıkla mümkün olacaktır. Kilise açısından Mesih kurtarıcıdır, günün birinde gelip yeryüzünü zulümden, baskıdan ve adaletsizliklerden kurtarıp göklerin hakimiyetini gösterecektir; Marx açısından da bu ebedi kurtuluşu işçi sınıfı (proletarya) sağlayacak, sömürü ve kötülüklerin temsilcisi burjuvazi tarih sahnesinden çekilecektir. Marxizmin proleteryası, Hıristiyanlığın kurtarıcı İsa’nın sekülerleştirilmesiydi, bu yönüyle Komünizm de mesiyanik bir doktrindir.

Komünizm, dinlerin “şeytan”ını burjuvazi sınıfına, sermaye sahiplerine yansıtarak kitleleri motive etti, insani sebeplerle karşı oldukları haksızlıkları neferete dönüştürdü; kaba propogond yöntemleri ve ideolojinin baskın karakterde eğitim felsefesinin temeleni teşkil etmesiyle nefreti ruhlarda yanardağa dönüştürdü. Buna göre işçi snıf İsa ise, buröuvazi deccaldır ve deccalle mücadele insan varoluşunun en erdemli eylemlerinden biridir. İnsani azıcık olumlu hisse sahip kimse deccalle bir arada veya onun kötülüklerinin, zulüm ve baskılarının hakimiyeti altında yaşamak istemez.

*

Kısaca denebilir ki, İslam sufilerinin dediği gibi “Şeytan Allah’ı taklid eder.” Bunun gibi en temelde Marxist felsefe yüzyıllarca Avrupalı insanın kültürel genlerine işlemiş Hıristiyan teolojisini sekülerleştirmek suretiyle, toplumsal mücadelelerin motivasyonunu sağlayacak olan sosyo-politik bir sistem üretti. Bu yüzden eğer felsefi zemini bu derecede “dini” ve teorik/felsefi çerçevesi “bir tür teoloji” olmasaydı, 2,5 milyar insanı peşine takması mümkün olamazdı.

Marxizm, Karl Marx’ın da açıkça ifade ettiği üzere Sol Hegelcilik’tir. Bunun Sağ Hegelcilik’le ilgisi gözden kaçmamalı. Hegel’in diğer veledi faşizmle sıhriyyet bağı vardır. Hegel’in felsefi sistemini tersine çeviren Karl Marx, kapitalizmin felsefi ve sosyal sistemini kuran burjuva düşüncesinin karşıtını geliştirdi. Burjuva felsefesi de benzer şeyleri yapmış, “verili Hıristiyan teolojisi”ni sekülerleştirmişti. Kant’ı hatırlayacak olursak, Aydınlanma’yı aklın insanın düştüğü “bu yer”den kurtuluşunu ve yükselişini sağlayan bir çaba ve yol alarak tanımlıyordu. Kant ve diğer Aydınlanmacılar, dini bir soru sormuş, fakat seküler (din-dışı) bir cevap aramışlardı. Hıristiyan Ortaçağı’nda insanlar varlığı ve hayatın anlamını İncil’i okuyarak anlıyorlardı; Aydınlanma ile bu anlamı bize bilimsel bilgi verecekti. Mükemmele ulaşmak mümkündü, çünkü tarihte sürekli bir “ilerleme” hükmünü icra ediyordu. İnsan, aklı ve bilimsel çabasıyla yüryüzünde bir cennet kurabilirdi; bunun için kendini modernleşmeyi sağlayacak olan modern ulus devlete adaması gerekirdi. Nasıl geçmişte insanın kurtuluşu kendini kiliseye adamakla mümkün oluyor iken, Hegelyen felfesefeye göre de kurtuluş, insanın kendini modern ulus devlete adamasıyla mümkün olacaktı. Çünkü Hegel’e göre modern devlet, Tanrı’nın arzusu ve yeryüzündeki yürüyüşüydü. Tarihte, kendine doğru yürüyüş olan bir Gays var. Gays, burjuvazinin o inanılmaz çabası ve başarılarıyla tarihin amacıdır. İlerlemenin gerçekleştiği her aşamada tanrı özgürleşiyordu.

Komünizm, dinden olduğu kadar kapitalizmin dünya görüşünden ve bunun somut sonuçlarından da kopuk değildir. Burada Lenin’in “Biz komünistler, her ne kadar burjuva sınıfına karşı devrimci bir mücadele içindeysek bile, burjuvazinin butün tarihsel ve bilimsel başarılarından sonuna kadar yararlanacağız” sözünü hatırlayacak olursak, nasıl komünizm ile kapitalizm arasında temelde felsefi, ontolojik ve dünyevi bir görüş birliği olduğu gerçeğini görebiliriz. Nihayet, komünist devletler ve en başta Sovyet Rusya, enternasyonalist söylemlerine ve politik iddialarına rağmen, her birinin son tahlilde birer ulus-devlet olduklarını, ulus devletin planlayıcı, emredici ve dönüştürücü araçlarını kullanarak militan bir sanayileşmeyi amaçladıklarını unutmamak lazım. Bilimsel bilgi, teknoloji ve maddi kalkınma kapitalizm gibi, komünizmin de ana inanç esasları arasında yer aldı.

Komünizm, tersine çevirdiği teolojik beslenme kaynaklarına rağmen, 70 yıllık acılı bir tecrübe sonunda içine girdiği çatışma noktaları dolayısıyla çöktü, yerini otoriter milliyetçi piyasa kapitalizmine bıraktı. Bugünkü Çin modelinde ise komünizm kapitalizmle evlendi, batı modernitesinin Çin’de ucube bir veledi doğdu. Komünizmi “dinle, tabiatla, öteki’yle ve insan fıtratıyla giriştiği çatışma dolayısıyla çöktü; dinden devşirdiği idealleri baki olsa da yöntem ve araçlarında mücadeleyi kaybetti. Bir kere daha bu insani ve evrensel idealleri temsil etme işi dine kalmıştır.

Kapitalizmin sömürü ve ahlaki yoksunluğu ile komünizm veya sosyalizmin baskı ve başarısızlığı doktrinden kaynaklanmaktadır. (x) Mevcut durumda, süren pratiklerde Din’in, dini zeminde ortaya çıkan dindarların iktidarının veya İslamcıların başarısızlığının sebepleri İslam dininden değil, İslam ve İslamcı misyonla  sosyo-politik sahnede yer alan Müslümanlardan kaynaklanmaktadır. Komünizmin başarısızlığını doktrine fatura edenler, Müslümanların zaaf ve cürümlerini de İslam dinine fatura etmektedirler; buna artık eski İslamcılar de ikna olmuş görünüyor. Bizim ne abdestli kapitalizme ne teyemmüm yapmış komünizme ihtiyacımız var.

(x) Daha geniş bilgi için bkz. Ali Bulaç, Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, “Komünizm-Bilimsel Sosyalizm” bölümü, Çıra y. 28. Bsm. İstanbul-2020.

Kaynak: alibulac.net

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR