Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Selvigül ŞAHİN


Kırağılar Vurmuş Gençliğine

Yazarımız Selvigül Şahin'in, Özgün İrade Dergisi 2020 Yılı Şubat(190.) sayısında yayımlanan yazısı...


Masada duran tek parça keki dost sıcaklığıyla bölüp, yemeye başladığında, hayatının geri kalan kısmını, onun bu dost sıcaklığının huzurunda yaşayacağını çoktan anlamıştı. Hiçbir zaman böylesine dilsiz, çaresiz kalmamıştı. Şimdi yüzü allandıkça, yüreği ılıdıkça, dilsizleşiyor, elleri masanın üzerinde, acemi devingenliklerini sürdürürken, o nereye bakacağını şaşırmış bir halde öylece susuyor…

Gözlerini güçlükle araladığında, zifiri bir karanlığın içinde buluyor kendini. Göğsünden sanki sıcak bir şeyler akıyor. Elini göğsüne götürmek istiyor ama elleri külçeleşmiş, kaldıramıyor. Gözleri kapanıyor. Göğsündeki sızı şimdi bacaklarında. Tekrar gözlerini açmak istiyor ama bu sefer gücü yetmiyor. Kulaklarında uğultular, İbrahim’le Suat geliyor aklına. Beynindeki uğultuyla, kocasının ve çocuğunun yanında olmadığını neden sonra anlıyor. Ağrıları şiddetleniyor. Sağ bacağında dayanılmaz bir sızı. Göğsü sıkışıyor. Ellerinde ve ayaklarında uyuşmalar. Gözlerini aralamanın ne kadar zor olduğunu bildiği şu anda son bir gayretle gözlerini açmaya çalışıyor. Kalbinin sıkışması ve kulaklarının uğultusu daha bir artıyor. “Allah’ım yardım et” diyor, kanı çekilmiş çatlak dudakları kupkuru. Göz kapaklarının fersiz çırpınışlarına tutulan bir fenerle, kamaşıyor göz bebekleri… “Bulduk!… Bulduk!… işte burada” diye feryat ediyor birileri. Başını güçlükle çeviriyor. Karanlık dehlizin gerisinden, çığlık çığlığa koşturan insanları, iç parçalayıcı siren çığlıklarını duyuyor. Çığlıklar bir türlü bitmiyor. Kanlar içinde kalmış insanlar, kollar, bacaklar… Yağan yağmurlar, gök gürültüsü. Ve korkutucu tufan, zelzele… Halsiz kalmış gözleri tekrar örtülüyor.

Alnına düşmüş kumral saçları dikkatini çekiyor önce. Bir daha yüzüne ve gözlerine bakmaya cesaret edemiyor. Sesindeki dalgalanma, yüreğini yumuşatıyor, içinde bir şeyler ılıyor. Kirpikleri nedensiz ıslanıyor. Yüzü alev alev, öylece dinliyor. İbrahim konuştukça sesi hoş bir ahenkle yüreğinde. Neden sonra gözlerini kaldırıyor. O zaman gözlerinde gezinen maviye yakın gri bulutları görüyor. Yıllardır aradığı dostluğu, sevgiyi, aşkı taşıyan maviliğe tutunmanın heyecanı ile ayakları yerden kesiliyor. Yüreğini onun yüreğine sığdırabilir. Adımlarını onun adımlarına ayarlayabilir. Hayatını ortaya koyup, onun duru yüzünde parlayan mavi gözlerinin huzuruna tutunarak her yere gidebilir…

Yorgun yüreğinin sığındığı bir limandı İbrahim’in huzur dokunmuş mavi gözleri. Bakışları gözlerinden de öte, bir yerlerde yüreğinin çırpınışlarını görür gibi, derin bir sükûta bürünmüş, içinde bir yerleri eritiyordu. Yıllardır yorgun düşmüş, yıpranmış yüreğine sükûn bağışlayan engin yüreği olmalıydı. Onu yarınlara omuz omuza taşıyan, dost adımları…

Masada duran tek parça keki dost sıcaklığıyla bölüp, yemeye başladığında, hayatının geri kalan kısmını, onun bu dost sıcaklığının huzurunda yaşayacağını çoktan anlamıştı. Hiçbir zaman böylesine dilsiz, çaresiz kalmamıştı. Şimdi yüzü allandıkça, yüreği ılıdıkça, dilsizleşiyor, elleri masanın üzerinde, acemi devingenliklerini sürdürürken, o nereye bakacağını şaşırmış bir halde öylece susuyor… O zaman göğsünden apansız akan pınarlara, İbrahim’in gürül gürül akan yüreğinin coşkunluğu karışıyor. Derinden derine hasrete boğulmuş, iki ırmak gibi yüreklerinin bir yerlerde buluştuğunu hissediyor, yer kayıyor ayaklarından. İçinden “Rabbimin ayetlerinden bir ayet” diye düşünüyor.

Her zaman şehirlerin de bir ruhu olduğunu düşünürdü. Örneğin İstanbul onun için mukaddes bir şehirdi. İstanbul’un ruhu hilkat garibesi olarak yükselen iç içe geçmiş binalarda, Eminönü’ndeki balık ve turşu kokan, kalabalık insan selinde değildi elbet. Eyüp’te minarelere ve kubbelere esenlik taşır gibi bir konup bir göçen güvercinlerin kanatlarında, Beyazıt’ta asırlara şahitlik etmiş meydanın parke döşeli taşlarında, yıkılmaz çınarlarında ve Üsküdar’daki balıkçılara göz kırpan Kız Kulesi’nin yalnızlığında saklı olmalıydı.

Çocukluğunun ve gençliğinin şehriydi İstanbul. Fakülteyi de İstanbul’da bitirmişti. Hırpalayıp yoran bir sevgiliye duyduğu, tutkuya benzer bir aşk vardı yüreğinde bu şehre karşı. O nedenle ayrılmak kolay olmadı.

Adapazarı’nı gördüğü anda, her şehrin ruhu vardır fikri daha bir yerleşmişti yüreğine. Bu ruh, onu diğerlerinden ayıran özelliklerinde; havasında, suyunda, mimarisinde, insanında aranmalıydı elbet. Şehirle yüz yüze geldiğinde, tüm modern şehirlerde olduğu gibi, onu devasa sıkışık binalar, kalabalık bir insan seli karşılamıştı. Caddeler, sokaklar, binalar hep birbirinin aynıydı. Sıradan ve sıkıcı bir yapılanmaya sahip bir şehrin konuğu olarak gelmişti buraya…

Onu, İstanbul gibi bir sevgiliden ayıran yine bir sevgili olmuştu. Hayat arkadaşı olarak tutunduğu, dostluğu ve sevgiyi yaşayarak yuvasının duvarlarını öreceği insanla gelmişti şehre. İlk günler yabancılık çekmedi değil. Ama yeni evlenmiş olmaları, evlerini döşemelerinin heyecanı ile gurbeti yaşamamıştı.

Eylül çoktan gelmiş. Camdan baktığında kestane ağaçlarının dallarına tünemiş güvercinleri görüyor. Boyunlarında solgun lekeler… Yorgun yüzünü tekrar firûze duvarlara çeviriyor. Boşluğa bakar gibi öylece dalıp gidiyor. Gözleri buğulanıyor, kirpikleri ıslanıyor. Gözlerini tekrar pencereye çeviriyor. Buharlaşmış camdan damlacıklar, derin izler bırakarak akıp gidiyor. Yüreğinde göçler var şimdi. Gözlerini yumunca, derin solumalarla beraber, akıp gidiyor yaşlar. Kestane ağacına tünemiş güvercinler daha bir sokuluyorlar birbirlerine. O zaman hüzünlerle incelmiş yüreğindeki acı daha bir artıyor. Gözleri kararıyor. Tekrar gözlerini cama çevirdiğinde, ince bir Eylül yağmurunun başladığını görüyor. Islanacak güvercinler şimdi, üşüyecekler. “Yavrum, yavrum da üşür mü?” diye düşünüyor. Derin derin iç çekerek sessizce ağlıyor. İbrahim’in sıcak elleri, duru mavi gözleri geliyor aklına. Şimdi yüreğinden, acı ıslıklarla beraber kara trenler kalkıyor. Gurbetlere gidenlerden. Gri dumanların gerisinden, sevdiğinin sabırlı gözlerini, saçlarında gezinen ellerini buluyor.

Yavrusunun ışıldayan kara gözleri, sesini biraz yükselttiğinde bükülüveren nazlı dudakları, pamuk yanakları ve dünyanın en güzel çağrısıyla “anne” diye seslenişi geliyor aklına. Derin derin nefes alıyor. Her nefesin sonunda “Rabbim sabır ver” diye dua ediyor.

Bir gün gideceğini biliyordu oysa. Ama gelmek üzere, oğluyla beraber, sevdiğini askere yolcu edeceklerdi. O zaman gurbet türküleri söyleyecekti yollara bakarak. Mektuplar yazacak, özlemini doyasıya yaşayacak, bekleyecekti sabırla. Geleceğini bile bile (bekleyecekti). Her akşam zil çaldığında; heyecanla “baba geldi” diye kapıya koşan yavrusuyla bir olup bekleyecekti.

Oysa şimdi neyi bekleyebilir. Eylül yağmurlarıyla coşan gözlerine neler yükleyebilir. Apansız gelen ayrılıklarda tarifsiz acılara gömülüyor yalnız yüreği.

Bu gece hiç bitmese sevgi yumakları daha bir büyüse, İbrahim sanki uzak bir yerden gelmiş gibi öylece bakıyor. Hasret yüklü bakışları. Suat’a sarılıyor. Sonra halının üzerinde yuvarlanmaya başlıyorlar. Yaramaz iki çocuğa dönüşüyorlar. Selma da onlara katılmak istiyor. Ama bir türlü başaramıyor. Bu sefer “Şımartma yaramazı” diyor babasına.

Evdeki huzur sanki tüm eşyaya sinmiş gibi. Onlar yerde boğuşurken Selma dalıp gidiyor. Evlerindeki her bir eşya hatıra yüklü. Ceviz kitaplığı ve çalışma masasını hocaları hediye etmişti. Ona da babasından kalmış. “Çocuklar, ancak bunların değerini sizler bilirsiniz” demişti. Yerde anneannesinden kalma, kendi elleriyle dokuduğu halı serili. Halının şeffaf canlı renkleri bir an gözlerini kamaştırıyor. Anneannesinin menekşe gözleri geliyor aklına. Sonra taramaktan büyük zevk aldığı ipek saçları… Duvardaki hatların bir kaçı kendisine ait. Evlerindeki her bir eşyanın bir işlevi var. Dikkat etmişlerdi evi eşya yığınına döndürmemeye. En son su yeşili duvarlara gözlerini çevirmişken; “Hani çayımız?” diyor İbrahim. Yarı şaka yarı ciddi kendini naza çekerek: “Çayı da siz hazırlayın beyefendi” diyor. Biliyor İbrahim’in bu konuda ne kadar beceriksiz olduğunu. Şimdiye kadar hazırladıkları tüm çay servislerinde nasıl da ortalığı birbirine katmışlardı. Bir keresinde oğluyla beraber şekerliği devirip kırdılar. Her taraf şeker ve cam kırıkları ile doldu. Yine bir seferinde tepsiyi devirdiler.

Selma kalkıp çay suyunu koyuyor. Sonra daha rahat çay içebilmeleri için Suat’ı uyutmaya götürüyor. Ona ilahilerle birlikte ninniler söylüyor. Yavrusunun sıcaklığı, onu bitimsiz bir huzura boğuyor. Bilseydi onu son defa kollarına aldığını, öpücüklere boğmaz mıydı? Bağrına bastırmaz mıydı? Gül yanaklarını doya doya koklamaz mıydı? Annelik nasıl da derin duygular yaşatıyor insana. Bereketli, sevecen topraklar gibi, veren hep veren bir hal alıyor kadın. Şimdi bunu daha iyi anlıyor.

İbrahim çayını yudumlarken gözleri parlıyor. “Müjdem var” diyor Selma’ya. “Yakında İstanbul yolu görünüyor” diye devam ediyor. Gerçekten Selma için sevindirici bir haber. Artık özlediği İstanbul’a kavuşacak, arkadaşlarını daha sık görebilecek, kültürel programları, toplantıları takip edebilecek.

İki genç insan, yarınlara umutla bakıyorlar. Güzel günler düşlüyorlar. Bu her hallerinden belli. “Her şey iyi olacak” diyor İbrahim, Selma’nın küçük ellerini avuçlarına alırken. Selma “İnşallah” diyor sakin ve uysal bir halde.

O gece derin uykunun kollarında, hangi rüyanın eşiğindeydi, bilmiyordu. Bir kâbustu sanki yaşadıkları. Birden karyola hızla sallanmaya başlamıştı. Neredeyse üzerinden atmıştı onları. Savurmuştu karanlığın kucağına. Karı koca ne yapacaklarını şaşırmış halde öylece donup kalmışlardı. Selma, “Allah’ım yardım et!” diye bağırıyordu, İbrahim “Korkma Selma deprem oluyor, şimdi geçer” diye hanımını teselli etmeye çalışıyordu. Sonra Suat geldi aklına. Duracağı yoktu bu korkunç sallantının. Olanca gücüyle “Yavrum!… Yavrum!…” diye bağırdı. Kıyamet mi kopmuştu yoksa. İbrahim’i en son karanlık bir gölge halinde kapıdan sıyrılırken gördü. Suat’a gidiyor diye düşündü. Oraya buraya savruluyor, ayakta zor duruyordu. Titreme nöbeti yaşıyordu. Tüm bedenini kaplayan bir korku nöbeti sürükleyip götürüyordu tüm anıları. Tekrar olanca gücüyle bağırdı. “İbrahim!… Suat!” Işıkların söndüğünü, üzerine bir şeylerin devrildiğini, karanlık, dipsiz bir uçuruma yuvarlandığını neden sonra anladı.

Yıldızlar bir bir kaydı gökyüzünden.
Ay çekildi. Karanlığa kesildi ortalık.
Denizin köpüklü dalgaları, vahşi canavarlar gibi,
Verdiklerini çoktan almıştı bile.

Kan sızan ev içlerinden, insan bedenleri derin bir ürpertiyle sarsıldı. Sonra biriktirilen her bir eşyanın üzerine kan damladı. Şehrin ortasına doğru, yıkık minarelerden ve binalardan oluk gibi kan yürüdü.

Uğultular, kızıl kara haykırışlar, çıldırtan yalnızlıklar sardı her yanı.

Bütün sırları âyân eden, dipsiz karanlıkların,

Uçurum bakışların ötesinden, iç parçalayıcı ağıtlarla o ses geldi.

Tüneller açmak için Ferhatların bile delmeye kıyamadığı dağlar delindiğinde…

Deniz yarılıp, ikiye bölündüğünde…

Ve mavi denizlerin, köpüklü dalgalarla dövdüğü sahillere gökdelenler kondurulduğunda

Gökyüzünün mavi beyaz aydınlığı, kara dumanlarla kirletildiğinde…

Kara toprağın bağrı, onmaz sancılar taşıyan, katran karası asfaltlarla döşendiğinde…

O anda. Yani doğayı alt ettiğim söyleyen insanoğlunun,

Bunu başardığını haykırdığı anda…

Her şey patladı, dağıldı, savruldu…

Olan oldu.

Neden sonra her şeyin tükendiğini anladı insanlık.

Tek bir şeyin gerçek olduğunu.

Ve kaybettiğini.

Mallarını, canlarını, tüm sevdiklerini.

Yüreklerindeki depremler arzın sallanışını

Derinden soluklanmalarla tekrar tekrar dans edişini adeta kışkırttı.

Ve yığılan tüm eşyanın üzerinde, sorgu dolu mahcup bakışlar gezinir oldu.

Mal ve eşya yığmanın buruk hüznü kuşattı yalnız yürekleri

Müteahhitlerin, mühendislerin, profesörlerin, fay hatlarının kapısı çalındı boşuna.

Sonra o kapının, en büyük ve en sağlam kapının önünde durdu insanlık

Ve anladı:
Kendi evlerinde bile kiracılar olarak yasayan şehrin göçebeleri olduğunu.

Ve anladı:
Derin imtihanlarla gelen kıyametin gerçek ve ne kadar yakın olduğunu.
Hangi rüzgâr savurup getirdi onu buraya bilmiyor. Eyüp Sultan’da güvercinler konuyor yüreğinin çırpınışlarına. Ayaklarına dolanıyor. Eteklerini uçuruyor serin rüzgârlar, ilk defa böylesine sıcak ve duru yaşlar akıyor gözlerinden. Yalnızlıktan yorgun düşmüş yüreğine, dualar konuk oluyor. Mutmain bir halde, anlıyor sığındığı kapının sağlamlığını.
O, çökmüş halde, duru yaşlar akıtırken gözlerinden, yanık sesiyle bir çocuk, minbere yakın bir yere oturmuş. Asr Suresi’ni okuyor. Sürenin anlamı tüm açıklığıyla şimdi yüreğinde 
“Asra andolsun insanlık gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip, salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır” Sanki bu sure şimdi onun için okunmuş. Teslimiyet bürüyor tüm bedenini. Derin iç çekişlerle gömülü ayaklarını kaldırıyor. Omuzlarından bir an bile olsa ağır bir yük kalkmış gibi hafifliyor. Ellerindeki yemi güvercinlere savururken, neredeyse üzerine tünüyor güvercinler. 

* Hayırlı Haber Öykü Kitabından alıntılanmıştır.

Kaynak: ozgunirade.com

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR