Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Hasan POSTACI


Jön Kürdler (Civanên Kürd)

Hasan Postacı'nın "yeni" yazısı...


Ortalama bir toplumun nüfus piramidi, pedagojik açıdan üstün zekâ ve yetenekleri,  piramidin sivri tepesi seviyesinde, çok az sayıda olduğu kabul edilir.  Yani piramidin en tepesi, çok az sayıda bulunan doğuştan dahi düzeyinde, üstün yetenekli bireylerinden oluşur. Altlara doğru inildikçe nüfustaki niceliksel dilim artar ve ortalama bireyler toplumun kahir ekseriyetini oluşturur.

Tersinden ortalamanın altında olan birey sayısı da nüfus piramidinin sivri taraflarında yer alır. Yani birbirinin simetrisi olan iki ayrı piramit gibi düşünülebilir ortalama bir toplumdaki bireylerin dağılım çizelgesi.

Bir toplumu dinamik tutan, geleceğe güçlü bir şekilde taşıyan, değişimin güçlü taşıyıcıları kuşkusuz ortalamanın üstünde olan insan kaynaklarıdır. Çağdaş dünyada bu durum gelişmiş eğitim sistemleri ile insan kaynaklarında niteliksel bir değişim oluşturabilme çabalarına odaklanır.

Eğitim bilimciler, insan total potansiyelinin doğuştan, genetik nitelikler üzerinden mi geldiğini, yoksa eğitim yoluyla bu potansiyelin her insanda sonradan kazanılabilecek bir özellik mi olduğu konusunda farklı kuram ve yaklaşımlara sahiptirler. Ancak her iki durumda da eğitim yolu ile bireyin yetenek ve kapasitesinin arttırılabileceğine dair ortak bir anlayış vardır.

Nüfus mobilizasyonu tarih boyunca hep olagelmiştir. Gelişmişlik düzeyi yüksek toplumların bulunduğu coğrafyalar hep cazibe merkezleri olmuşlardır. Özellikle felsefe, bilim, sanat vb. entelektüel düzeyi yüksek alanlarda yetenekli olan insanlar için özgürlük düzeyleri yüksek bu tür gelişmiş coğrafyaları tercih etmiş, buralara yönelmişlerdir. Ulus devletler öncesi dönemlerde bu tür geçişler daha kolay gerçekleşebiliyordu. Örneğin 8.-12. Yüzyıllar arası İslam coğrafyaları gelişmiş olduğundan dünyanın cazibe merkezleriydi. Dolayısıyla Semerkant’tan Endülüs’e uzanan bölgede, Buhara, Bağdat, Şam, Kurtuba gibi kentler bilim insanları, sanatçı ve filozofların çalışmaları için tercih ettiği merkezler olarak, meşakkatli yolculukları saymaz isek rahatlıkla buralara yerleşebiliyor ve çalışmaları için imkanları değerlendiriyorlardı.

Günümüz modern devlet yapılanmasının temellerinde Aydınlanma dönemi yaklaşımları vardır.  J.J. Rousseau, toplum sözleşmesi kavramsallaştırması ile devleti yurttaşların üzerinde uzlaştığı bir örgütlenme veya organizasyon olarak tanımlar.  T. Hobbes ise insana güvensizliğin üzerine kurduğu devlet anlayışında barış ve istikrarı ancak güç kullanılarak sağlanabileceğini savunur. Hobbes,  devleti Kitabı mukaddesten alınmış mitolojik bir canavara benzetir. Bu benzetmeden esinlenerek, “Leviathan” adlı eserinde devleti güç kullanması gereken bir örgüt olarak tasvir etmiştir.

Hobbes ve Rousseau devlet tanımları, kötümser ve iyimser uçlarda yerlerini almış tanımlar olarak günümüze kadar geliştirilerek gelmeye devam etmiştir. J. Locke ve J.S Mill bireyin devlet karşısında savunusu üzerinden liberal açılımlar geliştirirken, Marksist düşünce savunucuları sosyalizm üzerinden eşitlikçi ve sömürüsüz bir düzenin yaklaşımlarına odaklanmıştır.

Günümüz devlet uygulamalarının gelişmiş demokrasilerin uygulandığı devletlerde bile karşılaşılan tıkanıklıklar, Hayek ve Friedman gibi günümüz siyaset bilimcilerini, yönetilenlerin kitlesel çoğunluğunun karşısında yönetenlerin sosyoekonomik durumu farklılaşmış, refah seviyesi yüksek kesimlerin, çok uluslu, küresel şirketlerin yönetimlerdeki belirleyiciliklerini ‘Elitist Demokrasi’ gerçekliği üzerinden kaçınılmaz yüzleşmeler ile tartışmaya açmaktadır.

Bu gerçeklik statükonun yönetim sınıfına geçişi cazip hale getiren mekanizmalar, ideolojik karakteri belirgin aygıtlar üzerinden kendini güçlendirecek yapılar üretmesini kaçınılmaz kılar. Gücü ve iktidarı elinde bulundurmanın en etkin yolu bu ideolojik aygıtları oluşturduğu mekanizmaların acımasız seleksiyonu üzerinden kitlesel çoğunluğu oluşturan yönetilenler arasından sıyrılıp elitisit ve çok küçük bir azınlık olan, gücü, sermayeyi, yasal inisiyatifin kontrolsüz iktidarını elinde bulunduran yönetenler sınıfına geçmek veya ona temas edebilecek en stratejik makam ve konumlara ulaşmak birey yaşamının odaklandığı hedefler haline getirilir.   

Osmanlı son dönemi batı karşısında geri kalmışlığının giderilmesi, iyileştirilmesi bağlamında batıya en seçkin beyinlerini göndererek eğitim almalarını ve yurtlarına dönerek bu birikim ve kapasiteleri ile sorunu çözmeyi hedefleyen bir strateji izlemişlerdi. Fransızca jön Türkler(genç Türkler) olarak tarihe geçen bu stratejinin Osmanlı devletindeki beklenenin aksine çözülmeyi ve dağılmayı hızlandırdığı görülür. Birer kültür ajanı olarak ülkelerine dönen bu seçkin münevverler, büyülenmiş bir Batı hayranlığı üzerinden kendi yurtlarına ve medeniyetlerine jakobence bir yaklaşım sergilediler. 2. Meşrutiyet öncesi İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak partileşen bu çizgi, günümüze kadar hala sürmekte olan statükonun toplumu yeniden dizayn etme, şekillendirme siyaset tarzını miras bıraktı.

Kendini halktan ayrı ve üstün gören bu anlayış, bir jön Türk genetiği olarak günümüze kadar çeşitli biçimlerde varlığını hissettirmektedir. Genetik yapısı her geçen gün katılaşan statükonun kendini reorganize etmede, yenilemede, değişen şartlardan daha da güçlenerek çıkma becerisinin arttığını söylemek mümkün.

Statükonun kendini yenilemedeki başarısının altında yatan en güçlü strateji kuşkusuz nüfus mobilizasyonudur. Bu strateji gereği sahip olduğu eğitim kurumları vb. ideolojik aygıtlar üzerinden devşirdiği dahi düzeyinde, üstün yetenekli kişileri kendi örgütlü yapısının işleyişinin bir parçası haline getirmedeki başarısıdır. 

Askeri, adli vb. üst düzey devlet bürokrasisinin işleyişinde, statükonun katı terbiyesinden geçmiş bu tür yetenekli kişilikler vardır.  Yeni cumhuriyetin tarıma dayalı toplumsal yapısı uzun yıllar kitlesel yoksulluklara mahkum edilmiş, yol, su elektrik ihtiyaçlarının bile konforlu sayıldığı soğuk savaş döneminin koşullarında, Yatılı Bölge Okulları (YİBO), Köy Enstitüleri vb. projelendirilmiş uygulamalar üzerinden, üst düzey beyinler seçilerek, devletin aşı, elbisesi, bursları ile kendini kanıtlama yarışına sokulmuş ilkokul dahil tüm eğitim süreci boyunca devletin kutsallığı, gücü üzerinden şartlandırılarak seçkin askeri, adli üst düzey bürokrasisine ulaşma hayalleri ile mücadelesini vermiş beyinler gönüllü jön Türk misyonuna soyunarak, bir ömür boyu bu minnettarlığın kör sadakati üzerinden kendini ‘Beyaz Türkler’ sınıfına kabullendirme kompleksinden kurtaramamıştır.

Kürtlerin hak ve özgürlüklerle ilgili mücadele serüvenlerinde de bir Jön Kürdler (Civaên Kürd /Genç Kürtler) sendromundan bahsedilebilir. Kürt toplumunun eğitimli seçkin bireylerinin Marksizm, sosyalizm, milliyetçilik vb. batı merkezli aydınlanma süreci ile oluşan paradigmanın, temel ideolojik referansları ile şekillenmiş beyinlerin Kürt toplumunun kadim medeniyet değerlerini aşağılayan, üsten bakan bir anlayışla geliştirdikleri stratejilerin maya tutmadığı görülür.

Türkiye Kürdistanı’ın entelektüel taşıyıcılığının genetiğine Osmanlı son dönemi batı iklimindeki aydınlanma merkezli yabancılaşma ile şekillendiği görülür. AZADi hareketinin Cibranlı Halit Bey, Yusuf Ziya Bey,  Kürd Teali Cemiyeti lideri Seyyid Abdulkadir gibi üst düzey eğitimli Osmanlı münevverlerinin düşünsel paradigması Jön Türklerle aynı nitelikte olduğu görülür. Şeyh Said özellikle halktan kopuk bu hareketin Kürtler arasında toplumsallaşmasının bir çaresi, çözümü olarak görülüyordu.  

1980 öncesi Kürt örgütlenmelerinin ideolojik genetiğinde de bir Civaên Kürd (Jön Kürtler) gerçekliğini gözlemlenir. Özellikle PKK’in ideoloğu olarak tanımlayabileceğimiz Abdullah Öcalan’ın düşüncelerinde ve yazdıklarında bu sosyopolitik kopuş ve yabancılaşmayı iliklerinize kadar hissedersiniz.  1987 sonrası pragmatist bir stratejik olarak İslami-dini söylemlere doğru bir değişim gözlemlenmesi, sonrasında demokratik İslam Kongresi gibi platformlar siyasi güç kazanmanın taktikleri, yine bir Civaên Kürd (Jön Kürtler) sendromunun tipik göstergeleri olarak karşımıza çıkar.  Bu süreçlerin tamamı Kürd Kemalizm’in acemi uygulamaları olarak tanımlanabilir.

 

Civaên Kürd (Jön Kürtler)’in diğer yüzünde ise kendini statükoya karşı en iyi asimile olmuş bireyler olarak gösterme rüştünün tipolojileri ile karşılaşırız. Kendi Müslüman Kürd kimliği ile ötekileştirilmiş, statüko tarafından değersizleştirilmiş ikliminden kurtulmak için üstün yetenek ve zekasından dolayı seçilmiş Müslüman Türk’e göre hesaplaşması gereken, sıyrılması, kurtulması, mutasyona uğraması gerek hem Müslümanlığı ve hem de Kürtlüğü olduğu için işi birkaç kat daha zordur. Seçilmişlerin içinde de daha üst bir seçilmişliğe layık olmak zorundadır.

Türk edebiyatının dünyaca ünlü isimlerinden Yaşar Kemal’i ömrünün son demlerinde bir Kürtçe ağıtı dinlerken yüz hatlarının her çizgisine, yüzünün deltasına ağır bir sis gibi çöken hüznün ikliminde Civaên Kürd (Jön Kürtler) genetiğinin başarılı olmuş trajik sonuçları görülebilir. Yaşar kemal gibi sembol isimleri askeri, adli bürokrasiden sanat ve düşünce dünyasına kadar birçok alanda görmek mümkün.

Anadili Kürtçe olan birinin gırtlak yapısını bazı seslerde düzeltmesi için çok üst düzey bir çaba göstermesi gerekir. ‘H, K, Ğ’ gibi seslerin ince ve kalın okunuşlarında ortaya çıkan bir anlık kontrolsüzlük sizin ‘kürtlüğünüzü’ her an ele verebilir! Örneğin hala PKK’yı konuşurken ‘PEKEKE’ demeniz sözüm ona bir terör dilli, ‘PKAKA’ demeniz resmi ideoloji ile barışık olduğunuz bir dil olarak algılanır. Bu nedenle iyi bir jön Kürd’ün gırtlak yapısını çok üst düzeyde terbiye etmesi akredite olması için en önemli şartlardandır. Aksi halde ikinci sınıf bir Jön Kürd olarak kalamaya mahkûm olursunuz.

Jön Kürtlüğün bu iki tipini hafızalara kazıyan en güçlü resim 20 Ekim 1990 genel seçimleri sonrası TBMM’de yaşananlarla ortaya çıktı. 6 Kasım 1990 tarihinde gerçekleşen gerilimli yemin töreninde, Halkın Emek Partisi (HEP) milletvekilleri ve diğer partilerden Kürdistan illerinden seçilmiş milletvekillerinin ortaya koyduğu davranış şekillerinde belirginleşti.

Diyarbakır Milletvekili Hatip Dicle, “Ben ve arkadaşlarım bu metni anayasanın baskısı altında okuyoruz” deyince Genel Kurul karıştı. Büyüyen tartışma sonunda Dicle, “Sözümü geri alıyorum” demek zorunda kaldı. Dicle’nin ardından Leyla Zana, kürsüye yakasında sarı kırmızı yeşil renkleri taşıyan bir mendil ve başında aynı renklerde bir saç bandı ile çıktı. Sataşmalar arasında yemini okuyan Zana sözlerini Kürtçe tamamlayarak; ‘Ez vê sondê li ser navê gelê Kürd û Türk dixwîm. (Kürtçe: Bu yemini Türk ve Kürt halkı adına ediyorum.)’ dedi. Bu kriz partinin kapatılmasına, bazı vekillerin tutuklanmasına ve dokunulmazlıklarının kaldırılmasına varan sonuçları beraber getirdi.

Aynı yemin töreninde DYP Şanlıurfa milletvekili Sedat Edip Bucak kürsüde yemin metnini ezbere okumak istedi. Bazı kelimeleri unutunca TBMM başkanı yemini Bucak’ tekrarlattı. İkinci kez de telaffuzda küçük aksaklıklar yaşansa da DYP genel başkanı ve müstakbel Başbakan Süleyman Demirel olaya tam bir başarılı jön Türk hikâyesi yazmış biri olarak, bir Afro-Türk tebessümü ve mimikleri ile TBMM başkanının tolerasyon göstermesine dair müdahalesi hafızalarımıza kazındı. Dersini iyi çalışmış bir jön Kürd’ün rüştünü ispatlamasının onay tebessümüydü bu.  

Evrensel temel hak ve özgürlükleri dikkate almayan jakoben, totaliter statükoların kendini insan ve topluma rağmen güçlü kılması için ürettiği politik polarizasyonlar, çıkar ve rant merkezli lobileşmeler, fıtrattan kopuk değerlerini kutsallaştıran ritüellerinden kurtulmanın yolu barış, adalet ve özgürlüklerin evrensel dilini vahiy ikliminde kuşanmaktan geçer.        

Statükonun paradigmal değişimi ancak adalet ve özgürlük merkezli fıtri değerler ikliminden güçlü kişiliğini inşa edebilmiş dahi düzeyinde, üstün yetenekli bireylerin toplumcu siyasi mücadelenin bilincini kuşanmaları ile ancak gerçekleşebilir. 

 

Kaynak: farklı bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR