Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Enes TARIM


İSLAM’IN GÜÇLE İLİŞKİSİ REDDETME ÜZERİNEDİR

Yazarımız Enes Tarım'ın "yeni" yazısı...


Kurani mesaj; özü aslında çoğu kez kasıtlı olarak boğulmaya çalışılsa da devleti ve iktidarı değil; insanı, hürriyeti, insan haklarını, adaleti ve yardımlaşmayı merkezine alan bir sistem öngörüsüdür.

Kuran hitap ettiği müminlere gerekirse ezilmeyi, yenilmeyi, geri çekilmeyi ve hicreti emreder. Ama kesinlikle İslami prensiplerden, ahlaktan taviz vermemeyi salık verir.

Muhatabına maruf olanı emredip iyinin yanında yer almayı önerirken her daim kötünün karşısındadır ve uzlaşmazdır.

Sömürüye dayalı her şeyi reddeder.

Her şeyi ama her şeyi…

Hırsızlığı, şirki, nifakı, fitneyi, tefeciliği, zulmü, baskıyı, diktatoryayı, köleliği, kabileciliği ve saltanatı…

Çünkü temeli adaletsizlik üzere olan kurulu düzenlerle ilişkisi karşı çıkma üzerinedir.

O itaatsizliği emreder.

Sivil itaatsizliği…

Zira tevhidi dinlerin asıl gayesi; iyiyi, adaleti ve özgürlüğü insanlar arasında yaygınlaştırmak, hakim kılmaktır…

***

O halde neden yöneticileri Allah’ın yeryüzündeki eli olarak gören ve onlara itirazı Allah’a muhalefet olarak yorumlayan bir geçmişimiz var?

Neden devleti kutsayan, iktidara eklemlenen, toplumun önceliklerini hep ikinci plana atan ve insanı reaya gören bir kültürel birikimden geliyoruz?

Neden sürekli Kurani perspektiften sapan zulüm düzenlerinin aracı olmaya razı oluyoruz?

Neden daima lider imajlarını kutsuyor, putlaştırıyor, itaati mutlaklaştırıyoruz?

İktidarla olan ilişkilerimizi neden keskin ve kalın çizgilerle çizemiyor şekillendiremiyoruz?

Güçle olan ilişkilerimizi düzenleyemiyor, güce yaltaklanıyor, yüksek idealler perspektifinde bir siyaset gerçekleştiremiyoruz…

Ve aslında devleti merkeze alarakkayıtsız itaati öngören eğilimlerimizin temelinde peygamber sonrası hilafet adı altında saltanata evirilen yönetim profilimiz var.

Oysa 15 asır önce Arabistan yarımadasında Allah resulünün uygulaması eşitlikçi ve ümmet eksenli bir yönetim anlayışı idi.

Kuran şurayı emretmiş Allah resulü nas olmayan alanlarda istişareyi önceleyerek halkı tebaa gören tüm lider tapıcı sistemleri reddetmişti.

Dinin eşitlikçi ve özgürleştirici yönüne vurgu yapan peygamber vahyin taşıyıcısı olarak bir emir ya da halife değil, bütün bir toplumu danışarak yöneten; şurayı yönetimin merkezine oturtan bir modeli cari kılmıştı.

O yüzden dini metinler sahabenin: “Ey Allah’ın resulü bu söylediğin vahiy midir yoksa senden midir?” sualleri ile doludur.Eğer emredilen vahiy ise itaat edecek olan; değilse, gerekirse kendi fikrini söylemeye hazır olan sahabe sual metinleri ile…

Ancak onun ahirete irtihalini müteakip Arabistan yarımadası tekrar eski kabile kültürüne döndü ve bu sistemde yönetici “Tanrı’nın gölgesi” ilan edildi.

Ve halife hiçbir şekilde tebaasına karşı sorumlu olmadı.

Yerine geldiğinde azledilebilir bir “vekil” ise hiç değildi.

Ona muhalefet girişimleri hep tefrika, isyan ve irtidatla eş değerde sayıldı.

Toplumsal muhalefet fikrine hiçbir zaman sıcak bakılmadı.

İktidar kutsal sayılıp yönetim makamında oturan kişilerAllah’ın temsilcisi sayılıp vahiy kaynaklı addedilerek eleştirilemez kılındı.

Halife bir yana onun alt kademesinde yer alan yönetici, vali, kadı hatta düz memurların dahi eleştirilemedi ve layüsel kabul edildi.

Ve bu düpedüz dine yapılabilecek en büyük kötülüktür.

Bu, belli bir zaman ve mekânda beşer eli ile konulmuş yasa ve uygulamaları mutlak görmek, saltanatları dinin aslı saymak, meşrulaştırmak ve kutsal ilan etmektir…

***

İslam düşünce tarihinde, bugünkü anlamıyla muhalefet fikri, maalesef hiçbir zaman kendisine bir yer bulamadı.

İlk dönem İslam toplumlarında az da olsa bazı isimler yönetimin elit bir azınlığın elinde önemli bir güç olmasına itiraz ederek karşı çıktılar.Onlar gücü kendi çıkarları için kullanmak isteyen iktidarları görüyor, itiraz ediyor, mesafeli duruyorlardı.

Denetlenebilirliği olmayan yöneticilerin yaptıklarını ve yapabileceklerini gördükten sonra yöneticilik makamının mahiyetine ve sınırlarına dair ciddi sorgulamalar yapıyorlardı.

Bir kısmı bu sorgulamalar sonucu işkence, dışlanma, sürgün hatta ölümlerle karşılaşmış olsa da…

Ama ne yazık ki bu muhalif çizgi sonraki yüzyıllarda bir gelenek haline getirilemedi.

Aksine “itaat” kültürü yaygınlaşarak munis, muti, edilgen, itaatkâr kimlikler model oldu.

Bu süreçte Ebu Yusuf ve benzerleri bu gücü dengelemek ve aşırı güç kullanımını önlemek adına yönetimde dini elitlerin yani ulemanın da yer almasını formüle eden çalışmalar gerçekleştirdi.

Devlet idaresinde ulemanın da etkin olarak yer alması gerektiği savunan modellerdi bunlar.

Ancak bu sentez çabaları da eksik kaldı,sistematize edilemedi.

Dolayısı ile liderin seçim ve denetim süreci giderek ümmetin iradesinden soyutlanarakşura bir mecburiyet olmaktan çıktı.

Bu tavır Şia’da daha sonra imamın ilahi bir tayinle atandığı, ümmetin seçiminin basitçe bu ilahi seçimi tasdikten fazla bir anlam taşımadığı düşüncesini akideleştirmeyi getirdi.

Hem Sünni hem de şia düşüncesinde yöneticinin/liderin eleştirilmesi denetlenmesi gerekirse görevden alınması gibi ilk dönem ortaya çıkan temalar giderek edildi.

Ümmet vurgusu giderek azalarak liderin şahsı öne çıkarıldı.

Şura gibi katılım mekanizmalar giderek yok edilerek ulema ile devlet arasında sadece “gerek görülürse danışma” temelli bir ilişki kuruldu.

Böylece saraya kul olan ulema dışındaki asıl ilim sahipleri ile halk tabakaları tamamen siyasetten uzaklaştırılarak devre dışı bırakıldı.

***

O haldegücün her daim ifsat ediciliğini göz ardı etmeden, devlet yönetiminde gücü dağıtan, tek elde toplanışını önleyen, halkı sürece katan, çoğulculuğu güçlendiren bir muhalefet anlayışına ihtiyacımız var.

Acilen sistematize edilmiş, detaylandırılmış, ayakları yere basan, derinlikli ve yalnızca dinî eliti değil halkı da siyasi sürece dahil edecek sistem öngörüleri yapmamız lazım.

Dini alanda muhalefetin pozisyonu güçlendirilmeli; dinmutlaka kendisini devletin/iktidarın/gücün karşısında konumlandırmalıdır.

Tarihsel tecrübelerimiz, bize tek adamların devleti adil yönetemediğini, “Filozof Kral” önermelerinin içinin boş olduğunu, saltanatlarla, krallıklarla dinin izdivacından dinin zararlı çıktığını göstermekte.

Devlet gücün dizayn edildiği bir alan olduğundan din bu alana adımını attığı an lideri dönüştüremiyor amamaalesef dönüşüyor, tanınmaz hale geliyor.

Kaçınılmaz bir şekilde iktidarların himayesine girerek kullanılmaya elverişli bir argüman oluyor.

O yüzden İslam dünyasında dinin siyaset ile ilişkisini düzenlerken muhalefet fikrine ağırlık verilmeli ve bu dizaynda İslami camiaların rolü, siyasetle ilişkisi, devletin yanında değil muhalefet üzerinden olmalı…

Devlet eşitlik ve özgürlük gibi yüksek idealleri önemsemeyen sadece kendi bekasını önceleyen bir kurum özü itibarı ile.

Ve her daim onu İslamiliğe zorlayacak yanlışlıklardan caydıracak iyiliği hatırlatacak kötülüklerden uzaklaştıracak muhalif hareketler olmadan yolunu bulamaz.

İşte din; devlete devamlı bir şekilde idealleri hatırlatan bir konumda olmalıdır.

***

Dinin taraf olduğu muhalefet, niyeti fesat çıkarmak olmayan; yaptıklarının toplumun hayrına olduğunu tasdikleyen bir hareket olmalıdır.

Temel hedefi, iyiliklerin çoğalması, kalıcı olabilmesi, kötülüklerin azalması ve bir daha geri dönmemesidir.

Güçlü bir iktidar için, her kafadan ayrı bir sesin çıkmaması fikri, ilk anda kulağa hoş gelebilir.

İslami camialar olarak, kurduğumuz tüm parti, dernek ve vakıflarda; beraberinde çıkardığımız gazete, dergi ve yayınlarda maalesef hiçbir şekilde muhalefete izin vermiyor, muhalifleri sevmiyor ve çevremizi bizim gibi düşünen, eleştirmeyen, donuk fikirli kimselerden oluşturmaya gayret sarf ediyoruz.

Oysa hangi makamda ve sıfatta olursa olsun, adaletle hükmetmeyen her baskıcı zalime karşı çıkmak, muhalefet etmek, Ona karşı örgütlenmek ve Allah’ın hükümlerini hatırlatarak uygulamaya davet etmek önemli bir ibadettir.

Adı ister “imamet” isterse “hilafet” olsun, hiç bir beşer yönetimi mutlak değildir.

Yanılma, şaşma, unutma, azma, sapma, görmeme, işitmeme, akletmeme gibi daha birçok kusuru potansiyel olarak bünyesinde taşır.

Allah’ın direk müdahalesi ve hataları düzeltmesi gibi bir durum söz konusu olamayacağına göre, bu noktada görev tamamıyla toplumun muhalif ve öteki diğer unsurlarına düşer.

O halde, iyiliği emretmek kötülükten alıkoymak ilkesi; her ferdi denetçi haline getiren bir ilkeye dönüşmelidir.

Örgütsel, planlı ve organize olmuş bir muhalefet fikri tehdit değil bir rahmettir.

İslâmî muhalefetin temel fonksiyonu, iktidarın hukukî esaslara uygun hareket etmesini sağlamak, denetimini gerçekleştirmek ve kararları gerek alırken gerekse uygularken hukuka uygunluğunu sağlayıcı denetim mekanizmalarının doğru çalışmasına yardımcı olmalıdır.

***

O halde İslami muhalefet geleneği, imanı, tevhidi, adaleti, direnişi, şurayı ve iyiliği emretme geleneğidir.

Nebinin ölümüne dek bu gelenek cari olsa da, onun ahirete irtihaline müteakip bir karşı devrime dönüştü.

Bu karşı devrim, her asırda farklı şekillere bürünse de temel misyonu egemenlerin, otoritenin, saltanat sahiplerinin yanında yer almak, baskıcı rejimleri desteklemek, muhafazası için çaba sarf etmektir.

Bugünkü İslam toplumlarında egemenlere, saltanat sahiplerine yönelik muhabbetin temeli işte bu muhafazakâr ruhtur.

Ve tüm elçiler, davetçiler insanlık tarihi boyunca yaşadıkları toplumlarda en hak ihlallerine, zulme, adaletsizliğe ve işkencelere sessiz kalmayarak hep mazlumların yanında durup her daim statükonun, otoritenin karşısında durarak toplumu sömüren yönetimlerle mücadele ederek muhalif durmayı öğretti.

O halde tevhidi olma iddiasında olanlar, iddialarında samimi iseler bulundukları toplumlarda statükonun, kurulu düzenlerin değil; mazlumların sesi olmak, adaletsizlik ve sömürüleri protesto etmek, reddetmek, kabullenmemek, eleştirmek, itiraz etmek zorundadırlar.

Sadece hak adalet özgürlük arayışında olan topluluklar tevhid iddialarında samimi olabilir.

Müslümanlar her toplumda egemenlerin hegemonya, baskı, sömürü ve katliamlarına karşı “herkes için özgürlük ve adalet” isteyen bir ahlak ve vicdan hareketi olarak kendilerini tanımlamak zorundalar. Çünkü tevhidi dinlerin yeryüzü misyonu zaten budur.

Tevhidi olmak gerek yerel gerekse küresel ölçekte yeryüzündeki her olumsuz gelişmeye karşı bir protesto, bir toplumsal eleştiri ve bir muhalefet geliştirmeyi zorunlu kılar.

Elçileri takip etme iddiasında olmanın en önemli delili zalimlerin yanında ve safında yer almamalarıdır. Çünkü din zalimlere itiraz etmekten, kötü olana razı olmamaktan başka bir şey değildir!

Selam ve dua ile…

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR