Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Yusuf YAVUZYILMAZ


İslamcılık, İktidar ve Dönüşüm

Yusuf Yavuzyılmaz'ın "yeni" yazısı...


Hiç kuşku yok ki, İslamcılığı bir çıkış yolu olarak kabul eden kuşaklar, moderniteyi eleştirip yeni bir dünya düzeni kurmak isterken, başlangıçta çok samimiydiler. Onlar bütün samimiyetlerine karşın, zaman içinde değişmekten ve dönüşmekten kurtulamadılar. Kuşkusuz, İslamcı kuşakların değişmesi bir zaaf değildir. Hatta şartlar değiştikçe yeni yöntemlerin ve yeni düşüncelerin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Ancak görünen o ki, İslamcı kuşakların iktidar sürecinde yaşadıkları değişim olumlu bir seyir takip etmedi.

İslami hareketin öncülüğünü yapan kuşaklar hayatlarını ertelediler, yaşıtları sinemaya, tiyatroya gidip kız arkadaşlarıyla oyalanırken, onlar Ali Şeriati, Ali Bulaç, Mutahhari, Seyyid Kutup, Mevdudi, Aliya İzzetbegoviç, Said Havva, Garaudy, Gannuşi okuyarak kendilerini, geliştirmeye çalışıyorlardı. Bu gençler üzerinde İran İslam Devriminin yarattığı siyasal dalganın da büyük etkisi vardır. Çünkü bu devrim, gerek ortaya çıkışı gerekse dünyadaki etkisi,  İslam dünyasında kaybolan özgüveni geri getirmişti. O dönemki tartışma konularının başında İran’da meydana gelen İslam devriminin Türkiye’de mümkün olup olamayacağı konusu gelmekteydi.

Aradan epey zaman geçti. Devrim hayalleriyle büyüyen kuşaklar çeşitli ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de iktidar oldu. İktidarın ilk yılları sivil ve askeri bürokrasiye mücadele içinde geçti. Doğrusu siyaset üzerinde egemen olan askeri ve bürokratik oligarşiyi önemli ölçüde gerilettiler. Ne olduysa iktidarlarının son yıllarda oldu. Gençlik yılları devlet, sistem, ulus devlet, modernite, resmi ideoloji ve milliyetçilik eleştirisiyle geçen gençler, iktidara gelince, gençliklerinde en çok eleştirileri modern devlet ve onun kurucu ideolojisi milliyetçilik ile uzlaştılar. Bu uzlaşma, sadece politik bir zorlamanın sonucu olarak değil, aynı zamanda düşünsel düzeyde de gerçekleşti. Milliyetçilik, ulus devletin en önemli ideolojisi olduğundan bu süreç onları ulus devlete yaklaştırdı. Artık onların önderleri Ebu Zer, Hz. Ali, Hz. Ömer ve Hz. Hüseyin değil, devleti kurumsallaştıran, dini devletin aracı ve destekçisi haline getiren, hilafet modeli yerine sultanlık ideolojisini yerleştiren ve her tür muhalefeti fitne ile suçlayan Muaviye siyaseti idi.

Milliyetçileşen dindarlar zihinsel anlamda büyük bir değişime uğradılar. Onlar için en kutsal değer adalet değil devletin güvenliği idi. Bu tercih onları giderek her tür özgürlük arayışı ve eylemini kuşkuyla karşılamaya itti. Devletin güvenliğini her tür değerden öne çıkaran siyasetin temsilcileri oldular.

Gelinen nokta gösteriyor ki, devlet hakkında yaptıkları eleştiriler, iktidara ulaşmak için araçsallaştırılan değerler konumundaydı. Asıl itiraz ettikleri kurumları demokratikleştirmek değil ele geçirmek ve karşıtlarına karşı kullanmaktı. Oysa bir Müslüman herkes için adalet isteyen kişidir. Başlangıçta sisteme yönelik eleştirinin temel kavramları “adalet”, yolsuzlukla mücadele”, ve “emperyalizm karşıtlığı” gibi kavramlar yerini, “tek vatan”, “tek millet”, “tek bayrak” gibi milliyetçi değerlere bıraktı.

Zaman geçtikçe onları siyasete taşıyan adalet, liyakat, özgürlük gibi değerler yerini bürokraside yer tutmak, devlet imkânlarından yaralanmak; eş dost ve akrabalarını ise yerleştirmek davranışları aldı.

Dindarlar iktidarı yoluyla sistemi dönüştürecekleri yerde, sistemi savunan kitlelere dönüştüler. Böylece değişimci kimliğini yitirerek muhafazakârlaştılar. Muhafazakârlaşan zihniyet iktidar seçkinlerini dönüştürdü. Bu dönüşüm iktidar seçkinleriyle sınırlı kalmayıp dindarlara da sirayet etti.

Adaletsizlik, yolsuzluk ve liyakatsizliğe karşı duyarsızlaşan, daha da vahimi çeşitli gerekçeler öne sürerek savunan bir kitle oluştu. Nihayet sosyolojinin kanunu, “Nasılsınız öyle idare edilirsiniz” bir kez daha devreye girdi.

Sonunda bizim de, İran devriminin önde gelen düşünürlerinin 2000’li yıllarda sorduğu soruyla yüzleşmenin zamanı geldi: “Biz bunu mu hedeflemiştik?”

Ahmet Kaya’nın bir şarkısında söylediği gibi,

“Göğsüm daralıyor, yüreğim kanıyor

Olmasaydı sonumuz böyle.”

Hiç şüphesiz İslamcılar modern devleti taklit ederek İslami bir noktaya varamazlar. Bir İslami yönetim hiçbir zaman düşüncelerinden dolayı kimseye işkence uygulayamaz. Son zamanlarda İran’da yaşanan olaylar da bu konuyu yeniden düşünmenin zamanının geldiğini açıkça gösteriyor. Yıllar önce İranlı düşünür Abdülkerim Suruş’un damadına uygulanan işkence üzerine yazdığı yazı gerçekten üzerinde düşünülmesi gereken bir yazıdır. Yazının bitiş cümlesinde Suruş’un ifade ettikleri hepimiz için bir öz eleştiri bilinci geliştirmelidir. “Ben Gazali’den bir şey öğrendim: Söz konusu Yezit bile olsa asla birini lanetlememeliyim. Ancak ben alçak gönüllülükle bu kâfir yetiştirici İran İslam Cumhuriyetini lanetlemek için senin iznini talep ediyorum”. Bu ağır sözleri Suruş’a söyleten şey, İşkence gören damadının acısını hafifletmek için Allah’tan bahsetmesi üzerine damadının uğradığı işkencenin etkisiyle “Bana Allah’tan bahsetme Suruş” deyip inancını sorgular bir duruma gelmesinden dolayıdır.

Bir sosyal konuda ortaya çıkan soruna çözüm üretmek için zihinsel çaba harcamayıp yüz yıllar önce verilen görüşe dönmek hem zihinsel melekeleri köreltir, hem de Müslüman bilincin günümüze değil geçmişe yönelmesinin kapısını açar. Bu durum yaşadığı dönemin sorumluluklarından kaçıp geçmişe sığınan bir psikolojik ortam üretir. Genelde İslam dünyasının özelde Türkiye’nin yaşadığı süreç budur.

Türk merkezli bir İslam projesine en büyük tepki, 1970’li yıllardan itibaren tercümelerle beslenen İslamcılık akımından gelmiştir. Bu akım kendini sağ muhafazakârlık, milliyetçilik ve sol Kemalizm’den ayırarak tanımlamıştır. Ne yazık ki, bu akımın içinden çıkan çok sayıda kişi entelektüel, basın ve siyaset alanına girdiğinde, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren uygulamaya konan Türkiye merkezli bir İslam anlayışına evrilmiştir. Bu evirilmede kritik rol oynayan iki siyasal akım muhafazakârlık ve milliyetçiliktir.

İslamı sadece ibadet ve ahlak olarak değil hayatın her alanına müdahil olan bir din olarak görüp bunu sağlamaya çalışan sistematik düşünceye “İslamcılık” denir. Bundan dolayı bu tutumu “İslamcı” olarak adlandırıyorum. İslamcılık suçlamalarının temelinde İslamı sadece bir ibadet ve ahlak dini olarak görüp dünya sistemine itiraz etmeyen bir metafizik-tasavvufi din haline getirme gayreti var. Bu düşünceyi kökten reddetmek gerekir. Hz. Peygamber Hira Mağarasından Mekke’nin şirk dolu sokaklarına indiği andan itibaren bir köşeye çekilip sadece ibadetle meşgul olmamış, sistemi kökten değiştirmek için uzun soluklu bir mücadele başlatmıştır.

Öyle görülüyor ki, temel sorunumuz, iktidarı ele geçirmekten çok daha derinlerde yatmaktadır. Bunun için kapsamlı ve uzun soluklu bir entelektüel mücadeleye ihtiyaç vardır. Bu mücadeleye girişecek olanlar iktidarın şehvetinden uzak durmalıdır.

Siyasal İslamcılığın belki de en büyük handikabı, İslamı bir devlet teorisi olarak okuyup, bireyin hakikat arayışını ihmal etmiş olmasıdır. Bireyi bilinçlendirip yeni bir devrim yaratmak yerine totaliter ideolojileri izleyerek devleti ele geçirerek birey yaratma yoluna gittiler. Oysa Hz. Peygamber Medine’de bir örgütlenmeye gidinceye kadar 10 yılı aşkın bir süre bireyleri bilinçlendirmeye çabaladı.

İslam’ın “İslam devleti” gibi suçsuz günahsız, ütopik bir devlet tasarımı yoktur. Müslümanların kurduğu devletler vardır ve hiçbiri kutsal değildir. Devleti meşru kılan adaleti sağlamak ve insanın hakikat arayışının önünü açmasıdır yalnızca. Müslümanların kurduğu devletleri veya İslam’ın herhangi bir yorumunu eleştirmek İslamı eleştirmek değildir.

 

Kaynak: farklı bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR