Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ali BULAÇ


İslam ve Modernlik

Ali Bulaç´ın 25 Şubat 2007 tarihinde Mısır´ın başkenti Kahire´de yapmış olduğu tebliğ metninin tümünü içermektedir.


Sözlerime başlamadan önce hepinizi saygı ile selamlarım!..
      Aralık-2006´da Ortadoğu gezisine çıkan Tony Blair, Dubai´de şunları söylemişti: ?Dünyada demokrasi ve modernleşmeye inananlar ile inanmayanlar arasında müthiş bir mücadele yaşanıyor.?  Blair´e göre, Irak işgali ve arkasından öngörülen operasyonlar, ?değişmeye ve modernleşmeye direnen güçlerin te´dibi ve değişmeye zorlanması? amacını taşımaktadır. Başka bir ifadeyle, Batı dünyasının İslam dünyasını güç kullanarak ?değiştirme? gibi bir misyonu vardır. 
      Modern dünyanın ruhunu ve belki yakın gelecekte hepimizin yaşayacağı kabusları anlatan bu sözlerin ne anlama geldiğini yakından anlamakta fayda var:
      1798´de Napolyon´un Mısıra ayak basmasından beri İslam Dünyasının önüne konan ana gündem maddesi ?modernleşme? ve bununla ilişkili kılınan ?değişim?dir. Devletlerin takip ettiği sosyal ve iktisadi politikaların neredeyse tümü ?değişim? amaçlıdır. ?Değişim?in diğer adı ?modernlik ve modernleşme?dir.  ?Değişim?, modern hayata katılmanın, modernliğe uyum sağlamanın hem simgesi hem siyasi ideolojisidir. Değişimi kabul etmeyen sadece modern dünyanın dışına atılmayı kabul etmekle kalmıyor, aynı zamanda sosyo-politik sistemin, kısaca hayatın dışına atılma ve Tony Blair´in dediği gibi güç kullanımına maruz kalma cezasına da müstahak oluyor.
      Öyle olmakla beraber gerek aydınların, gerek halkın zihninde bu konuda bir vuzuh yok. Yani aslında bazı semboller ve forma ait kabullerin ötesinde ?değişim?in ne olduğunu kimse bilmiyor.
      Modernlikle özdeşleştirilenden ayrı olarak, değişim kozmik, ontolojik ve beşeri/toplumsal bir fenomendir. Varlık aleminde hareket ve değişim halinde olmayan hiçbir şey yoktur. Sadece araz değil cevher de hareket halindedir. Arap şairinin söylediği doğrudur: ?Değişmeyen tek şey değişimdir!? ?Cevher?de dahi hareketten bahsetmek önemlidir. Çünkü Yunan filozofları ve Meşşai filozoflar hareketin sadece ?araz?da olduğunu düşünürlerdi. Büyük hakim Molla Sadra değişimin cevherde olduğunu ispatlayarak (Cevher-i Hareket teorisi) Aristo´yu ve İbn-i Sinayı tahtından indirmiş oldu. 
      Fakat elbette ?değişim? salt bir hareket değildir. Değişim hem bir hareket fenomeni hem ahlaki yönelimdir. Yani kurallı, amaçlı ve anlam yüklüdür. Varlıkta her şey değişiyorsa, bu, hiç bir şeyin kendinden kaynaklanan bir sabitesi, gücü ve iradesi olmadığı anlamına gelir. Başka bir ifadeyle her şey ?fani´dir, geçici, sonlu izafi ve sınırlıdır. Mutlak ve baki olan yalnızca Allah´tır. 
     Değişimin ahlaki yönelimi ya ?dikeydir? ki, bu ahlaki kemale işaret eder veya ?düşey?dir bu da tereddiye, çöküntüye sebebiyet verir. Beşeri ve toplumsal değişimi ele aldığımızda bu iki ahlaki yönelimi göz ardı edemeyiz. ?Evet, değişmeliyiz!?, zaten zorunlu olarak bizi etkisi altına alan bir hareket ve değişim süreci vardır, ama hangi yönde, nasıl ve ne amaçla değişmemiz gerekir? Bu, değişim kadar önemli bir sorudur. 
X
      Son iki yüz yıldır önümüze konan şey  bir ?değişim projesi´dir. Yani hiçbir değişim talebi ne masumdur ne değerden bağımsızdır. Bu projeyi başlangıçta ?Avrupa´nın geleneksel modernliği? inşa etmişti. Bu gün ?ABD´nin başını çektiği ?küresel modernlik? içini doldurmakta ve bölgedeki operasyonlarının gerekçesi olarak öne çıkarmaktadır. 
      ?Küreselleşme?yle ilgili yaygın bir zihin karışıklığı vardır, herkes kendine bakan yönünü alarak tanımlamaktadır. Şu veya bu tanım olsun, sonuç itibariyle küreselleşmenin modernlikten ayrı olduğu düşünülemez. Küreselleşme geleneksel modernliğin küre çapında ölçek büyütmesi olarak görülebilir. Hala Batı´nın adını koyduğu, tanımladığı ve bütün küreye empoze etmeğe çalıştığı süreçlerin bütünüdür. Küreselleşmenin kazanç sağlayıcıları vardır, mağdurları ve dışlanmışları da. Biz hangi saftayız ve niçin buradayız?
      Aydınlanma felsefesinin ve modernliğin küre ölçeğindeki versiyonu olarak küreselleşme başka şekilde olabilir miydi? Bu sorulmaya değer bir sualdir. En azından teorik olarak bu soruya ?evet? cevabını verebiliriz, eğer başka şekilde olmadıysa, bunun sebepleri üzerinde durmamız gerekir. Bu önemli konuya tebliğimin sonunda değinmeye çalışacağım. 
      19. yüzyıldan itibaren önümüze ?modernleşme? diye konan değişim projesinin mimarları, Batılılar olduğundan değişimin dinamiklerini de onlar tayin ettiler. Bizim entelektüellerimiz, bilim adamlarımız ve iktidar elitlerimiz, Batı´nın belli başlı merkezlerinde tanımsal çerçevesi yapılmış modernliği bize tercüme etmekle yetindiler, modernliğin tüketicileri oldular. Kabul etmek lazım ki, bizim modern süreçlerin gelişmesinde sahip olduğumuz Allah vergisi tabii kaynaklarımızdan, hammaddelerimizden ve pazar olma özelliklerimizden başka herhangi bir katkı sağlamış değiliz. Son iki yüz senedir yüceltilen ?kahramanlarımız? Batı modernliğini bizde tesis etme başarıları dolayısıyla yüceltilmeye değer bulunmuşlardır. Üniversitelerimiz, eğitim kurumlarımız, müfredat programlarımız modernizasyon politikalarına hizmet etmek üzere faaliyet göstermektedirler. Batılı zihni ne kadar anladığımız, Batılı kurumlara ne kadar yaklaştığımız ve elbette bize ve geçmişimize ait geleneksel zihniyet ve kurumlardan ne kadar koptuğumuz bizim hem ?değişme kabiliyetimiz?in hem modern hayata katılmamızın kriteri sayılmaktadır. Bu süreç sorgulanamaz, değil karşı çıkmak, ona eleştirel bir gözle bakmaya çalışmak bile, en temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına, en azından ?gerici, çağdışı ve irticacı? damgasını yemenize yetmektedir.
      Ama gerçekten cevabı tam olarak verilmeyen sorular vardır: Sahiden, İslam toplumları değişmek istemiyor mu? Çok mu hallerinden memnunlar? Tarihlerinde her şey olağanüstü derecede iyi ve mükemmel idi de, tarihi ve yaşanmış hayatları oldukları gibi bugün de tekrar etmek istedikleri için mi moderniteye eleştirel bakıyorlar?
      Varlık aleminde olan değişim, cevherden bir arzu ve gücün kendini açığa vurması, bir istek olarak ortaya çıkması ile gerçekleşir. Toplumsal değişim de aynı yasalara bağlıdır. Bir toplumun iç dinamiklerinde bir arzu ve irade zuhur ettiğinde, bu, güce dönüşür ve değişim ortaya çıkar. Demek ki aslolan bir arzu ve iradenin kendini açığa vurmasıdır. Değişmek isteyen toplum, bunu bir irade olarak ortaya çıkaracak, arzu edecektir. Bu, değişimin olmazsa olmaz şartıdır.
x
      Eğer bunun doğru hüküm olduğunu kabul ediyorsak, şunu söyleyebiliriz: Batı´dan gelen değişim projesi (modernizm veya modernizasyon) dışardan mekanik ve emredici olduğundan iç dinamiklerle ilişkisizdir. Belki bu yüzden toplum ?değişim? süreçlerine kuşku ile baktı, devletlerin empoze ettiği ?gelişme ve kalkınma politikaları?na katılmakta isteksiz davrandı. Çünkü bidayette ll. Mahmut´tan itibaren modern hayata katılmayı Osmanlı iktidar seçkinleri, yani Saray karar verdi. Karar verirken de topluma fikrini sorma ihtiyacını duymadı. Bu özelliği dolayısıyla özellikle ?Türk modernleşmesi? tabiatı gereği otoriterdir, demokratik müzakereye açık değildir, sivil katılıma kapalıdır.
      Türk modernleşmesinin ikinci parametresi kendini ?din-dışı? olarak tanımlamasıdır. Ta 19. yüzyıldan itibaren İslam ile Hıristiyanlık; İslam tarihi ile Avrupa tarihi arasında benzetmeler yapılarak bizde dinin ?ilerlemeye mani? olduğu iddia edilmişti. Buna göre madem ki, Avrupa kalkınması dinin dışına çıkılarak, hatta Fransa örneğinde gözlendiği üzere dine karşı tutum alınarak gerçekleşmiştir, öyleyse bizim modernleşmemizin de dinin dışında formüle edilmesi, dine, yani İslamiyet´e karşı tutum alınarak yürütülmesi gerekmektedir. Bir başka geliştirilen formül, ?dini tamamen kültürün ve toplumsal hayatın dışına çıkarmak? mümkün değilse,  o zaman dinde reform yapalım, İslamiyet´i Protestanlaştıralım. Bu fikri öne sürenlerin bir dayanağı vardı, o da Max Weber´in ?Protestan ahlakın kapitalizmin ruhu?nu oluşturduğu ve Avrupa´da ilerleme ve kalkınmayı motive ettiği tezidir. Oysa Weber´in tezi temelden yanlıştı; çünkü Protestanlık kapitalizmden önce değil, sonra teşekkül etmişti. Başka bir ifadeyle Kapitalizmi ortaya çıkan Protestanlık değil, Protestanlığı ortaya çıkaran Kapitalizmdi.
      Türk modernleşmesi, bir iktibas ve bir tercüme hareketi olduğundan Avrupa´yı her ne ise öyle referans aldı, modern hayata katılmayı ?batılılaşma? olarak gördü ve devleti, bütün imkanlarını kullanıp toplumun batılılaştırılması yönünde seferber etti. Bu yüzden şekil, kılık kıyafet önemli sayıldı. ll Mahmut´un reform olarak yaptıkları arasında Mehterhane yerine çok sesli müzik olan Mızıka-i Hümayun´u, Farsça yerine Fransızca´yı, geleneksel kıyafet yerine Fransız ordu kıyafetini ikame etmek, erkek ve kadın kıyafetlerinde Batılı tarzı benimsemek, resmi toplantılarda alkollü içki kullanımını serbest bırakmak önemli yer tutuyordu. Bugün hala yaşanmakta olan başörtüsü sorununun tarihi kökleri buralara dayanmaktadır.
      Özetle Türk modernleşmesinin üç parametresi; ?devletin tercihi?, ?din-dışı? formüle edilmesi ve ?batılılaşma? olarak tanımlanmasıdır. Müslüman toplumun ?modernlik? ve modernlikle ilişkili olarak ?gelişme ve kalkınma programları?na kuşku ile bakmasının gerisinde yatan önemli sebeplerden biri budur. 
      Fakat elbette daha derinlerde yatan başka bir sebep de vardı ki, bu da iktidar seçkinleri tarafından empoze edilen modernliğin bizzat temel felsefi varsayımlarının, Müslüman dünyanın varlık tasavvuru, hayat tecrübesi, insan anlayışı ve kültürel kodlarıyla uyuşmaz karakteridir. Ben bu çerçevede Aydınlanma´nın ürünü olan modernliğin üç temel varsayıma dayandığını söylemenin mümkün olduğunu düşünüyorum. Bunlar da; a) Bireycilik; b) Sekülerleşme ve c) Ulus Devlet´tir.
       Modern dünyayı mümkün kılan bu üç parametrenin ne anlam ifade ettiğine kısaca bakalım: 
       Hemen şunu söylememiz gerekir ki, kadim kutsal gelenekler, semavi dinler ve İslam bakış açısından bu her üç parametre de sorunludur. Çünkü dinler insana Allah´a kulluk yapmanın yol ve yöntemlerini öğretir ve Allah´ın iradesine teslim olmaya çağırırken, ?bireycilik? mutlakıyetçi idarenin sembolü kral/ efendiyi reddettiği gibi, insanın üstündeki her türlü otoriteyi ve elbette Tanrı´nın tabiata, tarihe ve hayata müdahalesini de reddediyordu. Bireycilik, basit ve arzulanır manada ?kişilik´ sahibi olmak, duyguların esaretine karşı aklı kullanmak ve kendinden sorumlu olmayı öğrenmek değildir; bunu her Müslüman kendine asli hedef sayar. ?Birey? olmak, Allah karşısında özerk, özgür ve bağımsız olmaktır ki, Müslümanlar bunu inançlarıyla telif etmenin yolunu bulamadılar. 
      Bu açıdan değerli dostum ve Hac arkadaşım Hasan Hanefi´nin ?Teolojinin yerine antropoloji?yi ikame eden, yani ?Allah merkezli bir alem tasavvuru? yerine ?insan merkezli bir dünya görüşü? ikame etme teşebbüsünün bizim dünyamızda hiçbir başarısı olmayacaktır. 
      Alem tasavvuru dine, dünya görüşü sekülerliğe aittir. ?Sekülerleşme?yi yalın manada ?laiklik´ olarak anladığımızda hiç kuşkusuz, herkesin din ve vicdan özgürlüğü korunmalıdır. Kamusal hayat, devlet ve idare nizami din adamları ve onların kurumlaşmış örgütü kilisenin denetimde olmamalıdır. Herkesin din ve vicdan özgürlüğü korunmalı, kimsenin dini hayatı üzerinde baskı kurulmamalıdır. Yani mutlakiyetçi idareye karşı demokrasi, teokrasiye karşı laiklik korunmalıdır. Müslümanların bu konuda itirazları yoktur; İslam tarihi bunun teyidinden ibarettir. 
      Ama aydınlanma ile kendini empoze eden sekülerlik; bireyin zihni ve beşeri hayatından, toplumsal ilişkilerin ve kurumların tümünden dinin arındırılması; varlığın kutsaldan boşaltılması ve her şeyin ?şimdi ve buraya ait´ kılınıp müteal, batın ve öte fikrinin (Ahiret) reddedilmesidir. Türkiye Cumhurbaşkanı, daha geçenlerde (Şubat -2007) laikliği aynen bu şekilde tanımlamış ve başka tanımlarının olamayacağını söylemiştir.
      Bu çerçevedeki laiklik, halkın kalkınma ve modern hayata katılımını engelleyen ideolojik bir formasyon olarak fonksiyon görmektedir. Bunu özellikle bu formasyonda sabitleştirmek isteyen çevreler var, çünkü halkın modernleşme sürecine kendi rengini katması ve milli gelirden daha çok pay alması, bu çevrelerin imtiyazlarını tehdit etmektedir. Türkiye´de 1929´dan beri uygulanan  ?devletçilik? ilkesi, halktan kaynak toplanmasını ve belli bir zenginler zümresine transfer edilmesini öngörür. Halkın zengin olması, bildik yöntemlerle modernleşmesi hem merkezdeki çekirdeğin imtiyaz ve avantajlarını zayıflatır, hem kendine özgü yaşama biçimini geliştirme imkanını verir. Bu ise ?devletçilik?e yüklenen ikinci misyona aykırıdır. Toplumu otoriter yöntemlerle modernleştirmek isteyen iktidar seçkinlerine göre, devletin desteğindeki zenginler zümresi hem kalkınmayı üstlenecek hem de modern yaşama tarzının öncülüğünü yapacaktır. Çünkü modernleşme batılılaşmadır, devletin kararıdır ve din-dışı formları öngörür. Halkın, yani merkez-kaç güçlerin kendilerine özgü modernleşme biçimleri yoktur, olmamalıdır. 
      Bu yüzden 1946´dan bu yana çok partili sisteme geçilmiş olmasına rağmen, ?Cumhuriyet? demokratikleşmenin rakibi olarak öne çıkarılmaktadır. Cumhuriyet, devletin şekli iken, anti demokratik bir cumhuriyetçiliğe dönüştürülmek istenmektedir. Kısaca ?devletçilik?, ?cumhuriyetçilik? ve ?laikçilik? arasında organik bağlar kurulmuştur, bu sorunun temelini oluşturmaktadır.
      Modernliğin üçüncüsü parametresi ?ulus-devlet formu?na gelince! Modern devlet; eğitimi ve kurumsal yapıları bu çerçevede örgütledi. 
      Hegel ve diğerlerinin ?Tanrı´nın arzusu? ve Tanrı´nın yeryüzündeki yürüyüşü? olarak tanımladıkları modern ulus devlet, bu felsefe ile tarih sahnesinde ortaya çıktı. Bireyi ?yurttaş´ tanımlayıp onu ya kan bağına veya toprağa bağladı; insan ile devlet arasındaki ana mekanizmaları dağıttı; bir etnik grubu benimseyip diğer birincil ve ikincil kimlikleri bastırdı ve dünyayı, sanki her biri ayrı bir öze ve töze (cevher) sahipmiş gibi ulusların ölümcül rekabetine açık bir arenaya çevirdi.
      Bireycilik, sekülerlik ve ulus devlet temeline dayalı modernlik üç şey vaat etmişti; ?özgürlük?, ?zenginlik? ve ?güvenlik?.
      Bu gün her üçü de mümkün olmaktan çıkmış bulunuyor. Modernliğin krizi, Batının özgürlüğü, zenginliği ve güvenliği sadece kendi ?hakkı´ görmesi ve bunların sürekliliği için Batılı ? olmayan bütün0 dünyanın özgürlüğünü kısıtlaması, zenginliklerine el koyması ve güvenliğini hiçe saymasından kaynaklanmaktadır.
      Modern proje üç açıdan mümkün ve sahici değildir ve hiçbir zaman da olmayacaktır:
      1) Özünde eşitsizlik ve adaletsizlik var. Bütün dünya, Batılı refah toplumları seviyesinde zengin olamaz. Biri aşırı zengin, diğeri aşırı fakir kaldıkça küresel barış, istikrar ve huzur mümkün değildir.
      2) Bu refah, gezegenin canlı hayatını tehdit etmekte, ekolojik dengeyi sarsmakta ve dünyayı giderek yaşanmaz hale getirmektedir. Küresel ısınma, mevsimlerin değişmesi bunun ilk sinyalleridir.
      3) Modern Batı, anlamdan ve amaçtan yoksun bir dünya tasavvuruna dayanmakta; insanı sadece üreten, tüketen, çiftleşen ve dışkı atan bir organizmaya çevirmekte ve bununla ilgili olarak bütün yerküresine nihilizmini ihraç etmektedir.
      Modern Batı diğer din ve kültür havzalarıyla diyaloga geçmeye yanaşmıyor, çatışmayı ve başkalarını ötekileştirme yolunu seçiyor. Batı, ya refahından bir miktar vazgeçip daha adil bir dünyanın kurulması için perspektif değiştirecek; veya sınıflar, bölgeler ve ülkeler arasında giderek büyümekte olan eşitsizlikler, daha çok terör, daha çok savaş, daha çok etnik arındırma ve daha çok baskının sürmesine sebep olacaktır. 
      Dünya zenginliklerinin % 80´nini dünya nüfusunun % 15i kullanıyor. Pek yakın bir gelecekte bu oran % 10´a düşecek. Yani yoksulların denizinde zenginler küçücük bir adacık olarak kalacaklardır. 
      Bu eşitsiz küresel düzenin devamı için savaş ve işgaller oldukça ?ki son iki yüz senede ortaya çıkan beş yüz savaşın % 95´i ya Batı´da çıkmıştır veya Batılı ülkelerin aktif müdahalesinin sonucudur- şiddet ve terör artacak; şiddet ve terör, güvenliği özgürlüklerin önüne geçirecek; özgürlükler geriledikçe refah azalacak ve bu zincirleme küresel felaketleri peş peşe tetikleyecektir. Savaşların Batı´ya olumlu katkıları vardır; İngiltere Irak işgali sayesinde altın çağını yaşıyor. Şimdi Irak petrollerinin yüzde 75´ini 30 yıllığına üç Batılı petrol şirketi eline geçirmeye çalışıyor.
      Eşitsizlik sadece küresel düzeyde değil, ulusal düzeyde de derin uçurumlara sebep oluyor. Çünkü modernleşme ve kalkınma planları tabiatları gereği eşitsizliğe dayanıyorlar. Milli gelir dağılımındaki adaletsizlik toplumsal çalkantılara, pozitif siyasetin engellenmesine ve elbette şiddet ve teröre yol açıyor. Eşitsizlik devam ettikçe kitlesel yoksulluklar artıyor, büyük şehirlerde toplanan genç ve umutsuz genç nüfus lümpenleşiyor ve elbette bu şiddet kültürünü üretiyor. Bu krizleri bastırmanın yolu savaşlar ve ülke işgalleri değildir.
      Yazık ki demokrasiler savaşların önüne geçemiyor. Çünkü başka faktörler yanında lobiler, baskı grupları ve sermayeleri birkaç devletin yıllık bütçelerini aşan şirketlerin derin etkisinde parlamentolar ve kongreler karar almaktadırlar.
      Batılı demokrasiler, mevcutlar içinde ehven-i şer iseler de, dün de çoğulculuğu sağlamıyorlardı, bugün de. Çünkü Batılı demokrasiler siyasal bakımdan çoğulcu, ama kültürel ve toplumsal bakımdan tekçidir. Terör ve savaşlar güvenliği öne çıkardıkça, var olan kısmi özgürlüklerin alanı da daralacaktır.
x
     1989´da Sovyet bloğu çöktüğünde büyük bir iyimser hava esmişti. Geleneksel modernlik yerini küresel modernliğe bırakacaktı. Bu aslında postmodern zamanın test edilmesi anlamına da gelecekti.  İki kutuplu dünya ortadan kalkmış, totaliter ideolojiler sahneden çekilmiş, devlet müdahalesi sona ermiş sanılıyordu. Aradaki ideolojik/politik sınırlar kalkıp diyalog, tanıma-tanışma süreci başlayacaktı.
      Avrupa´nın geleneksel modernliği ilkesel ve kurumsaldır, yukarıdan aşağıya doğru kendini empoze eder. Amerika´nın başını çektiği küresel modernliğin; aksine, katılımcı, demokratik müzakereye dayalı, sivil, gelişmeci ve toplumların geleneklerine saygılı olacağı bekleniyordu. Bunun  motivasyonu toplumsal sermaye olacaktı. Bu farklı bir modernleşme versiyonu idi ki, Müslümanlık bir yönüyle bunu amaçlıyordu. Herkeste yeni bir fırsatın doğduğu umudu belirmişti. Bununla küresel bir barış süreci başlayabilir; farklı toplumlar, gelenekler ve dinler arasında verimli bir diyalog başlayabilirdi.
      ?Tehdit? ortadan kalkmıştı, ama kendini 45 sene boyunca bir düşman tehdidine karşı konumlandıran Batı, bu zihinsel tutumunu değiştirmeyi başaramadı. Soğuk Savaş dönemi alışkanlıklarını, zihinsel tembelliğini, çatışmadan beslenen çıkar ilişkilerini değiştirme cesaretini gösteremedi ve bu yüzden ?yeni bir tehdit tanımı? yaptı, kendine ?yeni bir düşman? aradı. 1991 Roma NATO toplantısına buna karar verildi, 1993 İskoçya toplantısında ?İslam´ın yeni bir tehdit olduğu? ilan edildi. İşte tam bu sırada Bernard Lewis ve Samuel Hungtintong ?medeniyetler çatışması? tezini formüle edip ortaya attılar.
      Her şey başka şekilde olabilirdi. Modern dünya ?barışı? temel alıp yoluna devam edebilirdi, fakat bir anda ?savaş konsepti? kabul edildi. Barış temel alınsaydı, silah yerine bilgisayar satışına ağırlık verilir, bunun için de yoksul ülkelerin gelir ve eğitim seviyelerinin yükseltilmesi için küresel politikalar geliştirilebilirdi. Ama özellikle ABD, kolay, kaba, yıkıcı ve kısa vadeli kazanç yolunu seçti. ABD demokrasisi silah ve petrol şirketlerinin eline geçti; onlar için savaş ve ülke işgalleri kazanç yolu oldu.
X
Geldiğimiz noktada şu üç soruya cevap aramamız lazım:
      1) Bizim gibi Batı-dışı toplumlar, kendileri kalarak veya kültürel asli kimliklerini koruyarak modernleşebilir mi? Batı modernleşmesi, bizim yaşama biçimimizi değiştirmek istiyor, kültürümüze saygı göstermiyor. Çünkü zenginliğinin devamını bunda görüyor. Ama Batı´nın refahı ve hegemonyasının devamı için gezegende farklılıklar ve çeşitlilik ortadan kalktıkça kültürün yanı başında insan ölüyor. Bütün dünya batının hegemonyası altına girdikte insan türü homojenleşiyor, tektipleşiyor ve kolayca belli başlı merkezler tarafından determine edilebiliyor.
      2) Batı-dışı bir toplum Batı´nın iktisadi, politik ve kültürel hegemonyası altına girmeden modernleşebilir mi veya modernleşme sürecini kendi lehine çevirebilir mi? Yani Batı, dünyanın zenginliklerini başkalarıyla daha adil bir çerçevede paylaşmayı kabul edecek mi? ?Öteki? ile onu şeytanlaştırmadan bir arada ve kendisiyle eşit görüp yaşama iradesini gösterebilecek mi?
      3) Batı-dışı bir toplum, modernleşirken modernliğin küresel krizlerinden bağımsız kalabilir, krizin bir parçası olmadan yoluna devam edebilir mi?
      Açık olan şu ki, modernlik kader değildir ama alternatifi onun dışına çıkmak veya kentleri terk edip dağlara çıkmak, çöllere kaçmak da değildir. Modern Batı, bütün eleştirilere rağmen beşeriyetin zengin bir tecrübesini temsil eder, bundan bigane kalamayız. Şu veya bu düzeyde bu beşeri tecrübeyle temas halinde olacağız, inter-aktif ilişkilerimizi sürdüreceğiz.
      Türk modernleşmesi taklide ve iktibasa dayanır. Dolayısıyla kavramların analizini değil, sembollerin transferini öngörür. Referansları kavramlardan çok, semboller olduğundan emredicidir, taklitçidir ve entelektüel, dolayısıyla eleştirel ve üretici akla kapalıdır. Sembollerin aktarımını ve iktidar seçkinlerinin imtiyazlarını temel aldığından, bu proje bilinçli, planlı ve sistemli bir biçimde kendine bir ?öteki? yaratır. Meşruiyetini bu şeytanlaştırdığı ötekinin inşa edilmiş varlığına ve çarpıtılmış imajına dayandırır. Bunun iki sonucu vardır: 
       a) Semboller çatışmayı öngörür, kavramlar ise diyalog, tefekkür ve eleştirel bakışa dayanır. Türk modernleşmesi diyalogtan ve kavramsal analizlerden yana değildir. 
       b) Zümresel çatışma ötekiyi kaçınılmaz kılar. Bu yüzden adalete, özgürlüğe ve sivil çoğulculuğa iyi gözle bakmaz.
        Dış dünya ile temas, başka kültürler ve özellikle Batı modernliğiyle ilişkiler çerçevesinde model alınacak örnek Abbasiler döneminde Müslümanların Hind, Çin, İran, Babil, Mısır ve Yunan´la kurdukları ilişkilerde takip ettikleri yöntem olabilir. Onlar, temas kurdukları kültür havzalarından felsefe, hikmet ve ilimleri aldılar; ama trajedi, şiir, tiyatro, mitoloji, sanat ve heykelcilik gibi etkinliklere ilgi göstermediler. Çünkü kavramsal düzeyde temas kurma amacındaydılar. Amaçları hikmeti aramak, daha gelişkin bir zihin ve birlikte yaşama için herkese alan açmak ve farklı beşeri toplulukların tecrübelerinden, bilgi birikimlerinden yararlanmaktı. Bunu başardılar da.
       1)) Modern dünyada yaşıyoruz. Ama modernliğe ne sorgusuz sualsiz teslim olabiliriz ne bütünüyle reddedebiliriz. Belki içinde varolarak onu dönüştürebilir, ona aşkın/müteal bir boyut katabiliriz, bu onun krizini aşmasına da katkı sağlar. Çünkü bu bizi hem kültürel olarak kişisizleştirmekte hem de sürgit Batı´nın hegemonyası altında tutmaktadır. Modernlik nötr değildir, değer yüklüdür ve bir projedir. Bizim ona semantik bir müdahalede bulunmamız lazım. Tıpkı geçmişte Müslümanların temasa geçtikleri bütün kültür havzalarından aldıklarına yaptıkları semantik müdahaleler gibi. Ancak bu durumda modernliği kendimize mal edebiliriz.
      b) İkinci nokta, kendi sorunlarımızı Batı üzerinden anlamamız mümkün değildir. Hem kendi referans çerçevemizi ve hem kadim ve yakın tarihimizi bizimle aynı süreçleri yaşamış bulunan beşeri havzalarla temasa geçerek, diyalog kurarak anlamamız ve anlamlandırmamız mümkün. Bu açıdan Türkiye, Rusya, Hind, İran ve Mısır´ın modernleşme süreçleri ve bu süreçlerde yaşanmış tecrübelerin aktarımı önemlidir. Ama öncelikle yapmamız gereken Müslüman ülkelerin kendi aralarında diyalog kurması, konuşmaya başlamasıdır. Bu açıdan Türkiye-Mısır söyleşileri bunun ilk adımı olacaktır.
     c) Son bir nokta, mevcut durumumuzu idealize etmenin hiçbir geçerli anlamının olmadığını bilmemiz gerekir. Değişmek zorundayız. Dışarıdan bize empoze edilen, hatta emredilen ve bizi determine eden mekanik müdahalelere fırsat bırakmadan kendi iç dinamiklerimizi hareket geçirmeli, değişim yönünde bir arzu ve talebi ortaya çıkarmalıyız. Bu da halka güvenmek, ona dönmek ve sahip olduğumuz iç ve asli dinamiklerimizi harekete geçirmekle mümkündür. Çünkü hakiki enerji burada toplanmış bulunuyor. 
      Durumumuzun iç açıcı olmadığı ortada. Ama umutlu olmak için çok sebep var. Batı modernliği içine girdiği krizi aşamıyor. Aydınlanma kendi iç entelektüel kaynaklarını tüketmiş durumda. Batı, eskisi kadar büyük entelektüeller yetişmiyor. Sekülerleşme nihilizm yayıyor. Bir paradigma inişe geçerken, bir başka paradigma ağır bir biçimde yükselişe geçiyor. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın, çatışmaların, çalkantıların ve çok acı verici altüst oluşların yaşandığı bölgemizdeki bütün sancılar yepyeni bir doğumun habercisidir. Çünkü ?Allah günleri insanlar arasında dönüp dolaştırmaktadır?. Yeni bir günün şafağındayız.
      Hepinize teşekkür ederim!..

 

 
 
 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR