Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


İRAN -1 Mezheplilik INN! mezhepçilik OUT!

Yazarımız Sait Alioğlu'nun 'konuya dair' yazısı...


Sosyal bir hakikattir,  kavmi olma dışında, yaşadığı yerde, gerek din ve gerekse de mezhep olarak kendini azınlıkta hisseden toplulukların, gayet doğal ilişki biçiminin yerine, çoğu kez anlaşılmaz, kavranamaz ve büyük oranda da marazlı duruşlara sahip oldukları görülür.

Meseleyi kavramak için söylersek coğrafyamız açısından, çoğunluğun mensubu olduğu din –İslam- olgusu neyse de, mezheplerden bir mezhep olan herhangi bir mezhebin mensuplarının, kendilerini diğer mezhep mensuplarından ayrı görmeleri, onlarla mümkün mertebe hiçbir ilişkiye girmemeleri, onlara karşı farklı kimliklere bürünmeleri –takiyye- insanı bu tür cemaatlerden soğutmakta, onların sorgulanmasını gerektirmekte ve onlardan bir gün mutlaka bir zarar gelebileceğini salık vermektedir. Buna en önemli örnek olarak, zaman zaman, Sünni coğrafyada, bir takım mülahazalarla- İslam devriminin albenisi vb.- es geçildiği görüldüğü halde, bu son süreçte, özellikle de onun, foyasını tümden ortaya koyduğu, eteğindeki taşları döktüğü Suriye’de Esed çetesine verdiği askeri, stratejik, lojistik vs. desteklerle yapıp ettiği apaçık ortada bulunan İslami(!) İran’ın ve ona hükmeden mezhebi karakterde görülmektedir.

Bununla birlikte, kendi yaşadığı Sünni coğrafyanın değerlerine sırt çeviren, ya da, ‘yanlışı ve doğrusuyla’  bunun farkına varmamış bulunan zevat-ı kiram’ın(!) ‘rehberiyet irade buyurdu’ kabilinden merce-i taklid makamlarını işgal eden bir ulu(!) kişinin her ne yaptı, her ne söyledi ise, onda keramet ve inkılabilik aramaları ile Sünni olduklarını bildikleri halde, ‘aman vahdet bozulmasın, ya da emperyalizme yem olmayalım’ gibi saf ve bir o kadar da sağlıksız sığ düşüncelerin varlığı, Sünni dünya için bir talihsizlik olsa gerekti…

Hatırlıyorum, vahdet için can atan ‘Sünni’ Müslüman ortamlarda büyüyen bir kişi olarak, 70’li yıllarda, o günkü aklımızla ve belli bir oranda dini bir eğitimden geçmiş çocuklar olarak, dönemin İRİ gazetelerinde Şah ailesi fertlerinin gayr-i İslami, gayr-i ahlaki fotoğraflarının yayımlanmasını ve onlarla ilgili olarak Batılı ve Batıcı kalemlerin siyatişane cümlelerine baktığımızda, onlara karşı gayzımız, kinimiz artıyor ve İranlı Müslümanlara, ‘kendi açımızdan’ sahip çıkmaya çalışıyorduk.

Haklı mıydı? Elbette...

Zira karşımızda Batıcı bir zihniyet vardı, üstelik de zorba ve zalim idi. Bunun yanında, İslam’ı bir hayat nizamı olarak, en azından kendileri için deruhte etmeye çalışan on milyonlarca Müslüman bir kitle vardı. Biz ise, onların terkisinde, mezheplerini sarf-ı nazar ederek söylesek –ki mezhep olması gereken bir yapı idi- takiyyelerinin farkında değildik, aynen bugün bu farkı fark edemeyen zevat gibi. Ama bir farkla ki günümüz zevatı o takiyyeye gönül koymuş idi. Biz ise, dönemin saflığının kurbanları idik.

Gün geldi Batıcı hengame aşıldı, bu kez takiyyeye bürünük bir mezhep fitnesi bizi kendimizden alıp götürmüştü. O da, safiyene olarak söylersek, büyük oranda döneme hakim olan sol söylemden apartılmış bulunan, ama ideolojik ve felsefi açıdan İslam’la da uyuşmayan bir devrim –hadi buna inkılâb diyelim- safsatası, bizi takiyeye yeniden kurban ediyordu.

Bu aynı zamanda, İslami referansları Kur’an ve Sahih sünnete dayanan Türkiyeli Müslümanların, kısmi de olsa ayrışmasına sebep olmuştu. Birkaç kendini bilmez diyelim, Müslümanları, “ İnkılabî ve zıdd-ı inkılabî’ diye tahkir ederek, ayrıştırmaya başlamıştı. Bunlsr, olsa olsa goygoncu taifeden idiler…

Bu sebepten dolayı yüzlerce yıllık Sünni ontoloji, ‘devrim uğruna’ bir iki çizikli yara almıştı. Şükür ki bu yara zamanla kendini tedavi etmiş oldu…

Bu yaranın kapanması için, ta Humeyni’nin, dönemin ‘son’Sovyet lideri Mikhail Gorbaçov’a, Vahdet-i vücut felsefesinin banisi olan, kimine göre ‘şeyhu’l-Ekber, kimine göre de şeyhu’l-Ekfer(kafirlerin şeyhi) sıfatı uygun görülen Muhuddin İbn Arabi’nin eserlerini okumasını salık vermesi, uzun bir süredir, inkılabiliğe tav olan ve koşulsuz, amasız şirk bulaşmamış bir inanca sahip bulunan Müslümanları bir ayrışma noktasına getirmişti.

Ondan önce de, devrimin ilk yıllarında, Nusayri keferesi Hafız Esed’in Suriye İhvanı’na yönelik olarak icra ettiği katliama sessiz kalmak ve hatta hem sessiz kalmak ve hem de onu günümüzde olduğu üzere askeri, stratejik ve lojistik olarak desteklemesi, bugünkü kadar bir etki bırakmamış olsa da, zihnimizde İran’a  karşı soru işaretlerinin oluşmasına etki etmişti.

Devrimi devirmek!

Günümüzde ise, Arap baharı sürecinde, bunu fırsata çevirerek kendi zaliminden kurtulmaya çalışan Suriye Müslümanlarına yönelik, Esed güçleri az gelmişçesine, yine mezhebi argümanları dininin önüne koyan Hizbu’l-Esed –hadi bu yapıya Hizbullah diyelim- ve İran’ın, devim mi, yoksa zulüm mü ihraç ettiği birbirine karışmış bulunan Devrim Muhafızları’nın, Suriye sahasında, özellikle de günümüzde İdlib’de Müslümanlara kan kusturmaları, artık Sünni Müslümanların, İran’ın ivedi bir şekilde ve teşbihte hata olmaz kabilinden söylersek, ‘üç talakta’ boşamaları, onun yerine -bir mezhep olarak Şiiliği sarf-ı nazar ederek söyleyelim- devrimi devirmek, onun yerine hakkı, hakikati, Kurâni gerçekliği ikame etmek demekti…

Bizim Şiilikte bir alıp vermediğimiz, bir sorunumuz yoktu. Sonuçta o, ona bağlı Müslümanların özellikle de fıkhi sorularına ‘doyurucu’ cevaplar verilmesi için ulema tarafından oluşturulmuştu. Sadece, itikadın belirleyicisinin Allah© olması gerektiği halde, insanların, kendi özelinden hareketle, birtakım coğrafi, tarihi, kültürel vb. argümanları kullanarak, Şia’da olduğu gibi, Sünnilik, Selefilik vb. adı altında ‘itikat kümeleri’ oluşturmaları esasa uygun düşmeyebilirdi.

Bunun yanında yukarıda da belirttiğimiz üzere salt fıkhi konuları içeren, onunla sınırlı kalan, kalması gereken mezhebimiz olmalıydı, olabilirdi, ama öteden beri yapılan bunca yanlıştan sonra mezhepçiliğe asla pirim verilmemeliydi.

Gerçi, tarihsel olarak, kavimler- şimdinin ulusları- kendi varlıklarını sürdürmek için, kendi ontolojilerine uygun düşen dinleri, ‘anlatıları’ mezhepleri, ya olduğu gibi alırlardı, ya da onlara ‘yeni bir don biçercesine’ onları evirip çevirirlerdi. Putperest Roma’nın Hırıstiyanlığa teslim olmasına mukabil, onu Katolikleştirmesi, Gerklerin İsa(a)’ya gelen vahye bakarak onu Ortodokslartırması, Türklerin İslam’a Yesevilik gömleği giydirmeye çalışmalarına benzer bir oranda, İran’ın da İslam’ı Sasaniliğe hizmete koşma girişimi bu meyanda zikredilebilirdi.

Her ne kadar yanlış olsa da, Yeseviliğin İslam’a arız olmasının yanında Sasaniliğin, yani Zerdüştlüğün İslam’a arız olması, öteden beri üzerinde çalışılan ‘din, entelektüel’ bir konu idi…

Bunun birçok sebebi sayılabilirdi: Bir defa, İslam’ın İran’ı fethettiği dönemde yaklaşık iki, üç bin yıllık bir geçmişi bulunan Iran’ın –İslam’ı kayıtsız, şartsız kabul eden müminler dışında-  elitlerinin ezici çoğunluğunun, onlara göre çöl Arab’ı dedikleri Müslümanların deve ve at sırtında yalın kılıç gelmeleri, o elitleri rahatsız etmişti. Ki, bu rahatsızlık, asırlar sonra, İşrak felsefesinin kurucusu olan Şihabüddin Sühreverdi El-Maktül’ün, ölüp gitmiş bulunan Zerdüştlüğe yeniden atıf yapması, onun yeniden diriltme çabaları, bir açıdan bugün karşımıza, ilk dönem Müslüman Arap toplumunun, Emevi eziyetine istinaden oluşan Şia’nın, bu kez Sasaniliğe koşulması, bugünkü İran yönetiminin de, bırakın Şii hilali, ‘dini kuşatıcılık’ adına değil de, İran’ın “kademe kademe” bölgesel hakimiyetini sağlama ve perçinleme durumu, Hazar’ın güneyinden Basra Körfezi’ne; Afganistan içlerinden Anadolu topraklarına, oradan da  Arap coğrafyasının tümünü içerisine alacak şekilde ta Şah İsmail döneminden beridir süregelen stratejik bir çabaya işaret etmekteydi.

Dedik ya mezhebe karşı değildik, sadece, Allah’ın muradını, doğru ya da yanlış anlayarak, kendine özgü durumları insanlara kabullendirmek için ‘itikad kümeler’ oluşturma çabalarına; bu bağlamda temellendirilmiş bulunan tüm itikadi bloklara ilkesel olarak karşı çıkmak dışında Müslümanın farklı bir amacı olmamalıydı.

Belki diyelim, bu itikadi bloklar, dönemi açısından ‘en’ vazgeçilmezlerdendi, ama aradan bunca onlarca asır geçtikten sonra, hayatın akışını ters yüz ederek, onları bir eski zaman masalı olarak değerlendirip klasikleştirerek müzelik hale getireceğimize, ne yazık ki, zaman içerisinde –İslamcılık, İslam düşüncesi- kabilinden yeni ve orijinal formlar elde etmişken, Şiasından, Sünniliğine, Selefiliğinden bilmem neyine kadar eski değerler elde tutulmak isteniyorsa, kaseti başa sarmak zorunda kalıyoruz demekti.

İşte bu formlar halen revaç buluyorsa, çağdaş dünyaya nasıl ve hangi araçlarla seslenecektik? Bunların kendilerine bir hayrın kaldı mı ki, bunların gölgesine sığınıp Don Kişotluk yapmaktayız?

Sünni paradigma her neyse de Şia paradigması, devrim ihracı adı altında, Ortadoğu’da etrafı kan, revan yapmakta, umutları kırmakta, ümitleri eksiltmekte, düşmanlıkları çoğaltmakta; velhasıl yanlış üzerine yanlış yapılarak Müslüman Müslümana boğdurulmakta…

Sanırız, -yine safça mı davranalım yoksa- din, mezhep ve o çok ihtimam gösterilen devrim Sünni blok için bir afakana dönüşmektedir. Eğer bu yanlışlardan dolayı, gerek İran^’da ve gerekse de Sünni dünyada gençler dinden el etek çeker iseler, hiçbir velayet makamı bu vebalin arlından kalkamaz olur. Bizden hatırlatması…

 

 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR