Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Necip CENGİL


İnsanın Değeri

Yazarımız, Necip Cengl'in, Özgün İrade Dergisi 2020 Ağustos (196.) sayısında yayımlanan yazısı...


Allah’ın yarattığı her şey bir değer taşır; hayata katkısı olur, buna topraktaki, havadaki, gökyüzünün ve yeryüzünün derinliklerindeki “her şey” dâhildir. İnsana gelince, onun değeri ayrıca “biz insanı en güzel şekilde yarattık” diye dile getirilmiştir. “Emaneti yüklenmesi” onun hem değerli olana ilgisinin, hem mesuliyet algısının göstergesidir. Emaneti yüklenmiş olduğu halde zamanla duyarsızlaşması onun için bir handikaptır. Emaneti algılayabileceği “aklı” önemsizleştirmesi onu “ricse, kendisini aşağılayacak her şeye” düşürür. Haliyle akıl insanın en değerlisidir. O olmadan kişi ne iman mesuliyetini, ne yüklendiği emanetin mahiyetini anlar. Öğrenmesi onunla mümkün hale gelir. Öğrenmemesi onu devre dışı bırakmasıyla olur. Öğrendiğini zararlı hale getirmesi, seçiciliği önemsememesi ise akıl ve hesap gününü önemsizleştirmesiyle gerçekleşir. Hesap gününe inanmak“iman” konusudur haliyle akıl ve iman insanın kendi asli kimliğini yaşaması için gereklidir.

İnsanın değeri “Müslüman” olduğunu söylemesinden değil imanın ve imanla zenginleştirilmiş aklın aydınlığıyla hayata bakmasından, hayata anlam katmasından kaynaklanır.

Kelimeleri öğrenerek hayata başladı insan haliyle insana yakışan “öğrenen” olmasıydı, öğrendiğiyle düşünmesiydi, akıl nimetini değerlendirmesiydi. İmanın mahiyetini kavramak, hayata yansıtmak, faydalı olmak, zararlı olandan kaçınmak akıl nimetinin üretken olarak kullanılmasıyla mümkündü. Akıl olmasaydı “her nevi pisliğe” saplanabilirdi insan; akıl ve iman hep bir arada olması gereken yol arkadaşlarıydı. Kimileri “aklı” ötekileştirir hatta “iyi ki aklımı kullanmamışım” diyenler olur. Aklı zararlı olanlardan sayar oysa kelimeleri sistematik ve etkileyici şekilde kullanması, fayda üretebilmesi aklın ve imanın yol arkadaşlığıyla mümkün. Aklın devre dışı bırakıldığı bir “iman” anlayışı “güdülmeyi” “yanlışa sürüklenmeyi” “kullanılabilmeyi” “iyi ve kötüyü seçememeyi” “sürüklenmeyi” “kurşun asker gibi kullanılmayı” “öfkeyle vurulmayı” “faydalı olandan zararlı olanı üretmeyi” beraberinde getirir. İnsanın anlamı yakalaması aklın ve imanın yol arkadaşlığıyla kolaylaşır, ikisinden birini zayıflatması veya devre dışı bırakmasıyla zorlaşır ya da imkânsız hale gelir.

Aklı zararlı gibi göstermeye çalışanlar olabiliyor oysa zararlı olan öfkedir akıl değil… Celaleddin-i Rumi’nin dediği gibi ikisi bir anlaşma yaptı; biri geldiğinde diğeri gidecekti. Öfke ancak aklın devre dışı kalmasıyla kişiye egemen olur. İlmin hayata zararlı hale getirilmesi de hem aklın hem imanın devre dışı bırakılmasıyla mümkündür. Kişi iki mühimi devre dışı bırakarak, zayıflatarak zararlı hale gelir, zarar üretir; iman ve akıl! Akıl değil kin ve haset idi zararlı olan, kişi kin ve haset ile nice zararlar üretebilir. Akıl değil bilgiyi kirli veya özel çıkarlarına alet etme kurnazlığıydı zararlı olan… Kurnaz akıllı olan değildir, aklın gölgesinde kendisine alan açmaya çalışandır. Nice kurnazlar, kendilerine öyle alanlar açıyorlar ki; hem aklı hem imanı sömürüyor.

“Yerlerin ve göklerin yaratılışında, gece ve gündüzün ard arda gelişinde “akıl sahipleri” için ayetler/işaretler vardır.”

Önemli olan aklı işlevsel kılabilmektir. Yapılan her şeyin bir sonucunun olacağını ve bu sonucun insanı alçaltabileceğini veya yüceltebileceğini görebilmektir. Mesela “yapılan her şeyin bir hesabının olacağını anlamak” imanla birlikte aklın devrede olmasıyla anlaşılabilir. Nice iman ettiğini, namazla yol aldığını iddia eden var ki, “akıl almaz zararlar” üretiyorlar. Kimi namazı önemsiz görürken kimi namazın, yaptıkları her kötülüğün, verdikleri her zararın panzehiri olacağını varsayabiliyor. Bu iki “çelişkili hal” ailelerin, şirketlerin, şehirlerin, ülkelerin, eğitimin, ticaretin, bilimin ipini çekiyor. Daha güncel bir şey mesela trafikte kuralları alt üst edenlerin hepsi müşrik midir? Trafikte kuralları tanımayan, insan hayatıyla rahatlıkla oynayabilen yani hayat için önemli olan kuralları “inkâr” edenlerin içinde “iman” ile kendilerini tanımlayanların oranı üzerinde düşünsek, nasıl bir oran ortaya çıkar. İnsan nice alanda “iman içinde inkârı” yaşıyor, hayatı çekilmez kılıyor, başka hayatlara kast etmeyi önemsizleştiriyor ama imandan bahsederken mangalda kül bırakmayabiliyor. Burada üretilen “değersizlik” hayata yayılan “anlamsızlık” neyle izah edilebilir?

“Aklını kullanmayanlar pislik içinde bocalar!”

“Biz insanı en güzel surette yarattık” diyor Allah ama “iman ettiğini söyleyen biri” aklını kullanmadığından, kendi kliğini, örgütünü, vakfını, cemaatini, kabilesini, kavmini “en güzel” hatta “tabi olunması gereken, tek güzel” kabul edebiliyor.

“ De ki; hayatım, ibadetlerim ve ölümüm Allah içindir” diyor Allah ancak bazıları bunları birilerinin rüyalarına kurban verebiliyor. Başkalarının rüya içinde rüyalarına figüran olmayı “dava adamı olmak” sayabiliyor. Oysa dava “yaratılan her şeyi, hayata anlam katacak ölçüyle anlayabilmek, anlamlı hale getirebilmek, faydalı olabilmektir. Dava kelimesine baktığınızda, sözlüklerde “öne sürülerek savunulan düşünce” veya “iddia, hukuki tez” gibi ifadeler karşınıza çıkıyor. Önemli olan “adam olmaktır” ve “adam olamayanın” davası olmaz haliyle asıl mesele “adam gibi adamların yetişmesini” dava edinebilmektir. Dua da bir davadır. Duamıza yansıyan niyet davamızı gösterir. “Kardeşlerimize karşı kalbimizde bir kin bırakma” hem duamız hem davamız olmalıdır. Yunus suresinde dile getirilen “Orada onların duaları, "Sen bütün noksan sıfatlardan uzaksın Allah’ım!"; karşılıklı iyi dilekleri de "selâm" şeklinde olacaktır. Duaları da, "Âlemlerin rabbi olan Allah’a hamdolsun" diyerek son bulur.” Bu ifade aynı zamanda davamızdır. İnsan, iman, akıl ve her şeyi yaratana teslimiyet bu davanın olmasa olmazlarıdır. Ayak oyunlarıyla, başka kardeşlerini saf dışı bırakıp kendilerine alan açmaya çalışanların bu “dava” ile bağları ne kadar güçlüdür veya böyleleri istenen “anlamı” ne kadar yakalayabilir? Sözümüzün sonu, davamızın neticesi, duamızın noktası “Âlemlerin rabbi Allah’a hamdolsun” diye gerçekleşebiliyorsa dava anlamını bulmuştur. Bunu söyleyebilmekte başlangıca bağlıdır yani niyete zira “ameller ancak niyetlerle anlam bulur” ve o niyet anlamını bulmuşsa netice “Âlemlerin rabbi Allah’a hamd” ile noktalanır. Yunus suresi dokuzuncu ayet, onucu ayetteki duanın, davanın gerçekleşmesinin şartı olarak “iman edip salip amel işlemek” olarak dile getirir. Davanızı amelleriniz görünür kılar ve niyetleriniz amellerinize yansır. “Kim hangi niyetle hicret etmişse, onun hicreti onadır” yani davası odur!

Allah resulünden gelen bir rivayete göre; diriliş gününde amelleri insanı karşılar ve “ben senin amelinim” der ona refakat eder, bu refakat cennet veya cehenneme kadar sürer. Yarın diriliş gününde, amellerin karşımıza çıkıp “ben senin amelinim ve sana refakat edeceğim” diyerek kişiyi cennet veya cehenneme kadar götürmesini anlamak, düşünmek ne imanı ne aklı devre dışı bırakarak mümkün olmaz. Davamızın aslı amellerimizin, işlerimizin bize nereye kadar refakat edeceğiyle belli olur. Oysa kimi insanlar, yakın olanı tercih eder, uzağı (ahireti) öteler. Yakın zamanda, başka kardeşlerini ekarte ederek kazanacağı makam, elde edeceği statü onun için önemlidir. İşte o niyetin dönüştüğü amel diriliş günü onu karşılar. Veya ticarette “kar” dediği, ötekinin hakkını gasp etmeyi, yakın gördüğü için tercih eder, onun hesabını (ahireti) uzak gördüğü için düşünmez ve içine itildiği amel diriliş günü kendisini karşılar, gideceği yere kadar refakat eder. Dava son nokta olarak “Âlemlerin rabbine hamd edebilmekse” bunun gerçekleşmesi yaşanılan hayatın tamamıyla alakalıdır. Anlamı bulmak bütün içinde neticelenir. Dava aynı zamanda iddia ise bu iddia bütün içinde anlamını bulur. Bizim genel sorunumuz bu bütünü değil parçayı düşünmektir. Mesela nice insan için tek başına namaz kılmak kişi için “iyi olmanın” ölçütü kabul edilir. Oysa iyilik hayatın bütünü içinde, amellere yön veren niyetlerin ortaya çıkaracağı bir sonuçtur. Anlamı yakalayamamak veya yeterince yakalayamamak bu bütünü düşünmek veya düşünmemekle alakalıdır.

Fahrettin-i Razi’nin şu notlarını ilgiyle okudum:

“İlim, (adetâ) bir nûr; cehalet ise, bir zulmet (karanlık)tır. Akıl da, bunun böyle olduğuna şahittir. Şu da buna delildir: Sen, iki kişiye kıymetli ve çok güzel bir meseleyi sunduğunda, diyelim ki, onlardan biri bu meseleyi kavrar, diğeri ise anlamaz. İşte bu noktada, meseleyi anlayanın yüzünün parladığını, açıldığını ve aydınlandığını; anlamayanın yüzünün ise, karardığını, ekşidiğini ve buruştuğunu görürsün. İşte bundan dolayı Kur'an örfünün, ilim ve imanı "nûr" diye; cehalet ve küfrü "zulmet" diye ifâde etme şeklinde cereyan ettiğini görürsün.”

“Rûh, tıpkı bir levha; ilim ve bilgiler de sanki onun üzerine işlenmiş nakışlar gibidir. Burada şöyle bir incelik vardır: Maddî olan levhalar üzerine, maddî nakışlar işlendiğinde, bu nakışların o levha üzerinde bulunması, başka nakışların aynı levha üzerine işlenmesine manidir. Fakat ruh levhasının özelliği böyle değildir. Çünkü ruh, bilgi ve ilim nakışlarından uzak ve boş olduğunda, yeni ilim ve bilgileri elde etmesi zorlaşır. Binâenaleyh bu ruhun sahibi gayret edip, o ilimlerden bir şeyler elde edince, elde ettiği o şeyler, diğer bilgileri kolayca elde etmeye yardımcı olurlar. Elde edilenler ne kadar çok olursa, diğerlerini elde etmek de o nispette kolaylaşır. O halde, maddi levha üzerindeki nakışlar, birbirinin orada bulunmasına mani olduğu halde, ruhani nakışların bazısı ise diğerlerinin elde edilmesine yardımcı olur. Bu da, ruhanî âlemin hallerinin, maddî âlemin hallerinden farklı olduğuna delâlet eder.”

“Bilginin ve akıl nurlarının derecelerinin ve mertebelerinin sonu olmadığına göre, ayetteki "Onların Rabbi imanları sebebi ile kendilerine (...) hidayet eder." buyruğu ile işaret olunan bu hidayetin dereceleri de, hiç şüphesiz sonsuz olur.”

İlim yolu terk edildiğinde, zayıflatıldığında veya “öğrendiklerim bana yeter” başka şeye ihtiyacım yok dendiğinde sapmalar başlıyor. Anlamı yakalamak da öğrenmenin, bilmenin, düşünmenin ve salih amel sürekliliğiyle kolaylaşır. Yaratılışı, yaratılışın amacını, bizden aslında ne istendiğini anlama sürekliliği, bir takım basit işlere ve sonuçlara teslim olmamak ile hayatımızı güzelleştiririz. Sonuç odaklı düşünüp, kısa vadede elde edilecek “kazançlara” kilitlenince ahlak erir, ahlak eridikçe anlam yok olur, yok olan anlamlar üzerine davalar inşa edilir, her şey iddiada kalır.

İnsan değerli yaratıldığı için değerlidir; değer akıl, iman, ahlak, ilim, salih amel ile zenginleşir. Aklı kullanılmaz hale getirdiğimizde, imanı bazı duygusal varsayımlar haline düşürdüğümüzde, ilmi küçümsediğimizde, salih ameli “grup isteklerinin tezahürü” şeklinde işlettiğimizde, değeri zayıflatır, anlamdan uzaklaşırız.

 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR