Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Abdulbaki ÇAĞATAY


İLÂHÎ DİN MİLLİ DİNİN GÖLGESİNDE KALDI!

Yazarımız Abdulbaki ÇAĞATAY'ın Yazısı;


 

Tarih boyunca “dini değerleri milli değerlere” feda eden, “dini değerleri milli değerler” için kullanan insanlar, devletler, güçler olmuştur. Mısırlı yazar Dr. Fehmi Şinavi bir eserinde şöyle bir tespitte bulunur: “Araplar, Farslar ve Türkler, İslam'ı kendi devlet siyasetlerine sürekli kurban etmişlerdir.” Dr. Fehmi Şinavi’nin bu tespiti oluşturulan “milli dinin” gönderilen  “ilahi dine” nasıl galip getirildiğini ifade etmektedir.

Doğrusu tam da bu noktada “endad, şürekâ, esnam ve evsan” kavramları ile ifade edilen sahte kutsallar, sahte kanunlar insanın aklına gelmektedir.. Saygıda, sevgide ve korkuda Allah’ın rakibinin olmadığını bize öğreten tevhid akidesi; dini değerlerin önünde ve üstünde tutulan bu sahte kutsallara karşı savaş açmamış mıydı? Bu konuda nice peygamberleri aldatıcılara ve azgın tağutlara feda eden İsrail oğullarının kıssaları canlanıyor zihnimizde. Gerçekten tam da bu noktada münzel olan ilahi dinin muharref olan şeriatlara nasıl kurban edildiğinin ibretlik tablolarını görüyoruz.

 Allah Talut’u seçtiğinde israiloğullarının sahte kutsallarına uymadığı için karşı çıktılar. Davud ve Süleyman’ı seçtiğinde sahte kutsallarına uymadıkları için onlara iftiralar attılar, tuzaklar kurdular. Savundukları ve bekledikleri son peygamber geldiğinde yine onların sahte kanunlarına ve sahte kutsallarına uymadığı için herkesten önce karşı çıktılar. Aslında onlar “ümmi peygamberi” hayallerinde oluşturdukları “milli peygamber”e feda etmişlerdi.

 “Kendilerine ellerindekini tasdik eden bir kitap gelince onu inkâr ettiler. Oysa daha önce inkârcılara karşı yardım istiyorlardı. Tanıyıp bildikleri kendilerine gelince ise onu inkâr ettiler. Allah’ın laneti inkârcıların üzerine olsun.” (Bakara Suresi-89)

  Onun için Allah Teâlâ onlara “Onu ilk inkâr eden siz olmayın” (Bakara-41) buyurmaktadır. Yani eğer bu peygambere karşı itiraz edilecekse bile o itiraz etme hakkı en son size düşer. Çünkü o sizin deliliniz, sizin cevabınız, sizin beklentiniz ve sizin duanızdı. Şimdi ne oldu da beklediğiniz bu peygamberi kabul etmiyorsunuz?...

İçinde yaşadığımız modern çağın insanlarında da hem devlet anlayışlarında hem de inanç ve ibadet anlayışlarında düne benzeyen tabuları, takıntıları ve sahte kutsalları görmek pekâlâ mümkündür. Durum böyle olunca bizim de kendimize dönüp şöyle bir soru sormamız ve cevabını bulmamız gerekiyor:

 Gerçekten Allah’ın emri Müslüman olmamızı gerektirdiği için mi yoksa işimize geldiği için mi “İslam” diyoruz?… Asıl olan Allah’ın dini mi yoksa biz miyiz?... Asıl olan Allah’ın rahmet ve hidayet rehberi olarak gönderdiği “ümmi peygamber mi?” yoksa hayalimizde oluşturduğumuz “milli peygamber mi!”?...

Bu zor ve belki de sorulmaması gereken soruları cesaretimizi bir an toplayıp kendimize sorduğumuzda şu acı gerçekle karşılaşırız: Birçoğumuzun hikâyesi; “İslam dediğimizi yaparsa ona teslim oluruz. Menfaatimize ve milli çıkarlarımıza uymadığında onu kabul etmeyiz. Fakat biz buna rağmen yine de Müslümanlarız!” şeklindedir. İslam’ı yaşamayan ve onu bir nizam olarak kabul etmeyen bir Müslüman (!) tipi oluşturduk maalesef. İslamsız Müslümanlara dönüştük!...

 Sanki bizim bu yarım yamalak, paslanmış ve yerde sürünen din ve ibadet anlayışımızı Yüce Allah kabul etmek mecburiyetindeymiş gibi…  Sanki  “Rabbime döndürülsem bile andolsun bundan daha iyi bir sonuç bulurum.”(Kehf-36) diyen inkârcının anlayışına eviriliyoruz... Sanki Müslümanlığımızı Allah’a minnet eder gibiyiz. “Müslüman oldular diye sana minnet etmektedirler. De ki: "Müslümanlığınızı bana karşı minnet etmeyin. Tam tersine, sizi imana yönelttiği için Allah size minnet etmektedir. Eğer doğru sözlüler iseniz (bunu böyle kabullenmeniz gerekir.)” (Hucurat-17)

Hem millet olarak hem de devlet olarak işimize geldiği yerlerde, zorda ve darda isek “Allah… Peygamber… Kitap… Sünnet…” diyoruz. Ancak sadece işimize yarayan tarafını gündemde tutuyoruz. Doğrusu şu ayet-i kerimede dile getirilen çıkarcı karakterlere benzemekten endişe duyuyorum: “Size bu verilirse onu alın, o verilmezse ondan kaçının’ derler.” (Maide-41)  Menfaat ve çıkar için “Allah, peygamber ve İslam” diyen bu pragmatist şahsiyetler hakkında yüce Allah şöyle buyurur:  “Eğer yakın bir dünya menfaati ve kolay bir yolculuk olsaydı, mutlaka sana uyarlardı.” (Tevbe-42)  

“Çakan şimşek neredeyse gözlerini kapıverecek; önlerini her aydınlattığında yürürler, üzerlerine karanlık basıverince de kalakalırlar.” (Bakara-20)  

Dünden bu güne “Önce vatan” diyerek vatanı dinin ve imanın önünde ve üstünde tutanlar var olduğu gibi  “önce insan”, “önce para”, “önce parti”, “önce devlet”, “önce cemaat” diyenler de daima var olmuşlardır. Ancak tevhid akidesini hayatının merkezine yerleştiren Müslümanlar “önce İslam” demekle, İslam’ın önünde ve üstünde hiçbir şeye yer vermemekle mükellef tutulmuşlardır. Zira Müslümanlar için "önce İslâm" demek, hem bir görev, hem bir şeref, hem bir şiar, hem bir şuur hem de bir kimlik meselesidir. Bu düşünce ve anlayış çerçevesinde hareket eden Müslüman; girdiği yere göre şekil alan değil, girdiği yere şekil veren istikrarlı şahsiyettir.

Berâ b. Âzib (r.a) rivâyet ediyor: (Uhud Harbinde) Resûlullah’a (s.a.v) yüzü demir zırh ile kaplı bir kişi geldi ve “Ya Resûlallah, hemen harp edeyim de sonra mı Müslüman olayım?” diye sordu. Resûlullah (s.a.v): “Önce Müslüman ol, sonra savaş!” buyurdu. Adam Müslüman oldu, savaştı, sonunda şehit düştü. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v): "Az iş yaptı, çok kazandı" buyurdu. (Buhârî, Cihad 13; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 293)

Uhud savaşı, Müslümanların gerçekten fevkalâde sıkıntılı anlar yaşadığı bir savaştır. Buna rağmen savaş sürerken harbe tam hazır vaziyette gelmiş olan zırhlı kişiye bile Hz. Peygamber’in "önce İslâm!" fikrini telkin etmiş olması çok anlamlıdır.

Kalbinde imanı tahkim ve tezyin eden Müslüman şunu net olarak bilir: Tevhid mücadelesi "toprak-vatan"  ile sınırlı olsaydı Allah Resulü (s.a.v) doğduğu, büyüdüğü "Mekke"yi terk etmeyecekti. Şayet tevhid mücadelesi milliyetçilik, kabilecilik, kavmiyetçilik için olsaydı Allah Resulü (s.a.v) "Araplara" ve özellikle de  "Kureyş"  kabilesine karşı savaşmayacaktı. Tevhid mücadelesi "aile" ve "aşiret" anlayışını ön plana çıkarmak için olsaydı Allah Resulü (s.a.v) amcası "Ebu Leheb'i" lanetlemeyecekti. Fakat Allah Resulü (s.a.v) tevhidi savunmak için vatanını terk etti, kabilesiyle savaştı, amcasını lanetledi.  Artık şu Kur’anî soruları bu yanlış zihniyete saplanan ve savrulanlara sormanın zamanı gelmiştir diye düşünüyorum: "Artık vazgeçiyorsunuz değil mi?" (Maide-91)  "Artık Müslüman oluyorsunuz değil mi?" (Hud-14)  "Artık şükrediyorsunuz değil mi?" (Enbiya-80)

Sözümüzü önceliklerimizi bize talim eden şu manidar ayet-i kerime ile bitirelim:

 “De ki eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, kadınlarınız, aşiretiniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden meskenler size; Allah’tan, Resulullah’tan ve Onun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez!” (Tevbe Suresi-24)

 

 

 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Seyit Ahmet Uzun
25.04.2020 11:23:37
İmanın yürekten bir alev gibi fışkırdığı bir yazı. Kaybettiğimiz şeylerin farkına varabilmemiz için yapılmış olan inanç kardeşliğinin bir tezahürü. Dua dileğiyle.

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR