Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Yusuf YAVUZYILMAZ


İktidar, Değişim, Dönüşüm ve Başkalaşım

Yazarımız Yusuf Yavuzyılmaz'ın "yeni" yazısı...


Erbakan ve Erdoğan, Cumhuriyet modernleşmesinin bilinçli bir şekilde siyasal merkezin dışında bıraktığı dindar kitleleri başarılı bir şekilde siyasal merkeze taşıdılar. Hikâyemizin trajikleştiği de bu iktidar sürecinin geldiği noktada başlıyor.

Muhalefetteyken hak, hukuk ve adalet savunusuyla siyasal olarak ötekileştirilmiş yoksulların savunucusu olan siyasal hareket, iktidar sürecinde temsil ettiği kitlelere yabancılaşabiliyor, temsil ettiği değerlerden uzaklaşabiliyor. Kaldı ki bu kitle ekonomik sorunları iliklerine kadar hisseden toplumun en alt katmanını oluşturuyor.

 İktidar deneyimi, dindar kitlenin dillendirdiği iddiaların ne kadar samimi olduğunun da test aracı oldu. Görüldü ki, çoğu insanın hedefi hak, hukuk, adalet değil, iktidar olmanın nimetlerinden yararlanmaktır.

Asıl kaybettiğimiz nokta ahlaki üstünlüğümüzü kaybetmemizdir. Bürokraside yükseldikçe mülk sahibi oldukça, sınıf atladıkça, eleştirdiklerine benzediklerini fark edemediler bile. Bu değişim ve dönüşümün sosyolojisi şu: Dindar gelenekten gelip, farklı bir dünya tasavvuru yapanlar iddialarını uygulayamadıkları gibi, eleştirdiklerine benzemeye başladılar. Böylece iktidarda kalmak uğruna yaşadıkları değişimi rasyonelleştirmeye çalıştılar.

İnsanı merkeze alan devlet eleştirisi yerini devletin kutsallığını önceleyen milliyetçi bir retoriğe bıraktı. Milliyetçiliğin simgesi olan kurt, hilali kemirmeye başladı.

Gelinen noktada biz, biz olmaktan uzaklaştık. Mücadele ettiğimiz kibir, karakterimiz olmaya başladı. İşin kötüsü, sağlıklı bir tevbe, kuvvetli bir özeleştiri yapmaya da yanaşmıyoruz. İçine düştüğümüz durumu, dış ve iç düşmanlar üreterek aklileştirmeye çalışıyoruz. Asıl düşmanımızın nefsimizde olduğu gerçeğini sürekli öteliyor ve onunla yüzleşmekten kaçınıyoruz. Oysa Bosna’nın bilge lideri Aliya İzzetbegoviç bizi uyarmıştı: “Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir.” Oysa biz ölmedik ve düşmana benzedik. Bu durum bizi dönüştürdü, başkalaştırdı, önceliklerimizi değiştirdi.

Hayat bize, ideallerimizle gerçekler arasında sağlıklı bir denge kuramadığımız, idealleri unutarak gerçeğe teslim olduğumuz bir süreç yaşattı. Bu öğretici ve uyarıcı süreç önümüze yeni sorular çıkardı: Acaba baştan beri samimiyetimizle bir eksiklik mi vardı? Dünyalık hedeflediğimiz halde inançlarımızı bu serüvene araç mı yaptık? Geldiğimiz noktada gerçeklerle cesurca yüzleşmemiz gerekiyor. Öyle görülüyor ki, temel sorunumuz yenilmek değildi, asıl sorun meşruiyetimizi kaybetmekti.

Hz. Hüseyin, Ömer Muhtar gibi, tarihsel süreçte adalet ve özgürlük mücadelesi veren çok sayıda öncü yenildi, ama asla kaybetmediler.

Biz ise soylu yenilgiler yerine, şahsiyetimizi yitiren kazançlar elde ettik.

Yenilmedik, kaybettik.

Kaybeden insanların yapacağı şey, derin bir tevbe faaliyetinden geçerek kendini yeniden inşa etmektir.

Yaşanan süreç Mustafa Kutlu’nun analizini haklı çıkardı. “Bize önce iktidar lazım, denildi, doğru. Lakin şimdi anlaşıldı ki önce bir ‘fikir’ lazım imiş.” (1)

Türkiyeli Müslümanların geldikleri eşik budur. İktidarı değiştirmek amacıyla yola çıkanların, iktidar tarafından değiştirilip dönüştürüldüğü bir sürece tanık olduk. Galip Erdem’in söylediği gerçekleşmiş oldu: “Bizler davayı Ağrı dağının zirvesine çıkaracaktık. Bin zahmet ve acılar çekerek tırmandık. Zirvede sevincimiz sonsuzdu. Ama bir noksanımız olduğunu fark ettik. Davayı dağın eteklerinde unutmuştuk. Meğer biz davayı değil kendimizi dağın zirvesine çıkartmıştık.”

Hikâyemiz, adalet ve yeni bir dünya arayışından milliyetçiliğin ve devletçiliğin eşiğine varmamalıydı. Milliyetçiliğin bizi nasıl dönüştürdüğünün farkına varamadık. Aliya İzzetbegoviç’in uyarıları bile bizi uyandırmaya yetmedi. “Milliyetçiliğin özünde Allah’a iman yoktur. Dünyanın bütün büyük dinleri şu basit hakikati öğretmeye çalışır (ve bütün hakikatler basittir): Sana yapılmasını istemediğin şeyi sen de başkasına yapma. Ya da öyle hareket et ki, davranışların herkes için geçerli olsun; ne sana göre değişsin ne de başkalarına göre.” (2)

Özgürlük ve Adalet için boşluğa savrulan yumrukların samimiyeti, bir ihalenin eşiğine, bir bürokratik makam kapmaya geldiğinde bu kadar kolay terk edilmemeliydi.

Belki de asıl sorun iktidar yoluyla her şeyin düzeltileceğine olan inancımızdan kaynaklanıyor. “Siyasal İslâmî hareketler, siyaset kurumlarını, devleti, üretim mekanizmalarını, kısacası üst siyasi yapıları dönüştürmek suretiyle bir “siyasal alan” inşa etmeye çalışırken, geri planda kalan “varlık tasavvurunu”, “bilgi sorunlarını” ve “ahlak ve estetik meselelerini” genellikle göz ardı etmiş ya da etmek zorunda kalmışlardır. Siyasal alanın dönüştürülmesi, örneğin “millileştirilmesi”, “İslâmileştirilmesi”, vs. “varlıksal sorunların” ortadan kalkması anlamına gelmemektedir” (3)

 ”İnsan yitire yitire kazanabilir kendi kendini.” diyordu Nuri Pakdil üstadımız. Biz ise kazana kazana kaybettik. Daha da kötüsü kazanmakta olduğunu düşündüğümüz şeyin kaybetmek olduğunu fark edemedik.

İhaleler, makamlar, ekonomik güç ve itibar kazandık. Bedeli ise iddiamızı, düşüncemizi, bizi biz yapan değerleri kaybetmekti.

Aliya İzzetbegoviç güç zehirlenmesine karşı iktidar sahiplerini uyarmıştı: “İktidara gelirseniz, hal ve hareketlerinize dikkat edin. Kibirli olmayın, kendini beğenmişlik etmeyin. Size ait olmayan şeyleri almayın, güçsüzlere yardım edin ve ahlak kurallarına uyun. Unutmayın ki sonsuz iktidar yoktur. Her iktidar geçicidir ve herkes, er veya geç, önce milletin ve nihayet Allah’ın önünde hesap verecektir.”                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                            İktidar konusunda en yüksek ahlaki ilke adalettir. Adaletin gücünü ahlaktan aldığı açıktır. Ancak adalet hem ahlaki hem de toplumsal düzeni koruyan en üst ilkedir. Ahlak ve adalet ilişkisinin bozulması, bir siyasal iktidarın ahlaki üstünlüğünü kaybettiğini gösterir. Dolayısıyla bir iktidarı deneylerden sorulacak soru şudur: “Uyguladığı politikalar temelini ahlak ve adaletten alıyor mu? Çünkü ahlak ve adaletin yerine geçebilecek vatan, ulusal çıkarlar, ekonomi gibi hiçbir üst ilke yoktur.”

1-Mustafa Kutlu, Akıntıya Karşı, Dergâh Yayınları, s: 14

2- Aliya İzzetbegoviç ile Röportaj, -Dnevni Avaz, 8 Nisan 1999

3- İbrahim Kalın, Akıl ve Erdem, İnsan yayınları, s: 109.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                       Kaynak. Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR