Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ali BULAÇ


Hz. Musa ile ilgili bulgular, bulguların beşeri tarihi anlama çabasındaki değeri

Ali Bulaç'ın "yeni" yazısı...


Sahiden Hz. Musa (s.a.) yaşamadı mı? Başta İsrailoğulları olmak üzere üç bin senedir insanlar mitolojik bir varlığa mı inandı? Tevrat ve Kur’an-ı Kerim mitolojik bir varlığı mı tasvir edip durdular?

Pozitivist bilim insanlarına bakacak olursak, Musa diye bir peygamber yaşamadı. Çünkü bu bilimcilere göre onun hayatına ve yaşadıklarına dair somut tarihsel veya antropolojik belge yok.

Ama acaba öyle mi?

Elbette öyle değil.

Belge var, lakin pozitivist antropologlar ve tarihçiler kanıt/belge aramaya çıktıklarında ya bazı bulguları belge kabul etmiyorlar veya inkârı mümkün olmayan bulguları pozitivist/çok tanrıcı paradigmalarına göre yorumluyorlar. Bu hemen hemen semavi dinler ile modern pozitivistlerin ürettiği bilim arasında süregelen her ihtilaflı konu için geçerlidir. Sadece peygamberlerin tarihsel şahsiyetleri değil, evrim teorisi, eşcinsellik vb. konular için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Yegane referansınız pozitivist bilim ise, dilediğiniz teoriyi tarihten veya tabiattan veri seçmek suretiyle, özel maksatlarla bir araya getirip tutarlı gibi görünüp hadd-ı zatında hakikat değeri olmayan ideolojinize, doktrininize “bilimsel kılıf” uydurabilirsiniz.

İtalyan Arkeolog Paolo Mathiae  tarafından 1975 yılında 2.500 yıl öncesine ait Ebla Tabletleri bulunduğunda aslında Hz. Musa ile ilgili inkârcı iddialar çürümüştü. Ebla (Beyaz Kaya), bugünkü Suriye’nin başkenti Şam ile Türkiye’nin Güneydoğusunu içine alan bir krallıktı. Ebla Krallığıyla ilgili çivi yazısı ile yazılmış 20 bin adet tablet bulundu. Bu sayı 1975’e kadar bulunmuş tabletlerden dört kat daha fazlaydı. Birer devlet arşivi niteliğindeki tabletlerde kral isimleri, anlaşmalar, fermanlar, törenler, ayinler, yer isimleri atlası (M.Ö. 2.600) destanlar ve hikmetli sözler yer almaktadır. Babil, Sümer ve Asur yanında 900 sene sürmüş Ebla krallığına ait tabletler İtalyan bilim insanı Giovanni Pettitano tarafından çözüldüğünde, Mikail ve Hz. Davud’ (Da-u-dum)’la birlikte Talut (Sa-u-ulum) ve üç semavi kitapta isimleri geçen Hz. İbrahim (Ab-ra-mu) ve Hz. İsmlail (İş-ma-il) de geçiyordu. (Hovard La Fay, Ebla bilinmeyen büyük imparatorluk, National Geographic Magazine, Aralık-1978, s. 736.) Tevrat’tan 1.500 yıl öncesinde yaşamış olan Hz. İbrahim’den bahsedilmesi çok önemliydi, çünkü İbrahim, İshak ve İsmail’in babası, Yakup’un da dedesidir. Freud ise, Mısırlı olan Musa’nın bu üç şahısla sıhriyet bağı olmadığını, İsrailoğulları, Filistin toprakları üzerinde hak iddia etmek amacıyla sonradan kendilerine nisbet ettikleri Musa ile bu peygamberler arasında sıhriyet bağı kurduklarını iddia ediyordu. Freud’un iddialarını kaleme aldığı tarih üzerinden 60 sene geçtikten sonra bulunan Ebla tabletleri Hz. Musa’nın tarihsel varlığını inkar edenlerin tezini çürüttüğü gibi Freud’un tezini de tamamen çürütüyordu.

Yakup (İsrail) Yusuf’un babası, Yusuf da Kenan’dan Mısır’a gitmiş, arkasından ailesini ve kavmini oraya intikal ettirmiş bir peygamberdir ki, İbraniler 400 (veya 430) sene Mısır’da yaşadıktan sonra içine düştükleri kölelik durumundan Hz. Musa tarafından kurtarılıp tekrar Kenan İline getirilmişlerdir. Eşcinsellikleri dolayısıyla uğradıkları felaketlerle anılan Sodom ve Gomore ile Kur’an-ı Kerim’de geçen İrem şehri de tabletlerde geçmesine rağmen, paradigmalarının sarsıntı geçirdiğini gören pozitivist bilimciler olmadık yorumlar yapmışlardır. Mukabil araştırmalarda, mesela Amerikalı arkeolog David Noel Freidmann, tabletlerde geçen İbrahim ve İsmail isimlerinin peygamber olduklarından kuşku duymadığını belirtmiştir (Bilim ve Teknik Dergisi, Eylül-1977, Sayı: 118 ve Ekim-1978, Sayı: 131.)

Başka destekleyici bulgular da var. Mısır kaynakları M.Ö. 2.700’lü yıllarda yaşamış bulunan bir vezirden söz eder. Bu hikmet ehli vezir İmhatop’tan başkası değildir, rüyaları tam isabetle yorumlama kabiliyeti ile ün kazanmıştır, yedi yıl süren şiddetli bir kıtlığı aldığı tedbirlerle atlatmış, 110 yaşında vefat etmiş, bir anlatıma göre ise öldürülüp mumyalanmıştır. Bu tasvirin bize kolayca Hz. Yusuf’u hatırlattığı açıktır. Hz. Yusuf’un öldürülmüş olabileceği ihtimal dışı değildir, çünkü Kur’an-ı Kerim de (40/Mü’min, 24) onun vefatı “helâk” kelimesi ile ifade edilmektedir.

Kadim zamanlarda vuku bulmuş olaylar ve yaşamış şahsiyetler konusunda fikir yürütürken ihtiyatlı olma zarureti vardır. Hepsinde değilse de çoğu bilim insanında “kesin inançlılıkla beslenmiş kibir” vardır. Oysa bilgi ihtiyatlı olmayı gerektirir. Hz. Musa ile Firavun arasındaki tartışma bu konuda açıklayıcıdır:

“(Firavun) Dedi ki: “İlk çağlardaki (Kurun-u ûla’da yaşamış) nesillerin durumu nedir öyleyse?” (Musa) Dedi ki: “Bunun bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır. Benim Rabbim şaşırmaz ve unutmaz. (21/Enbiya, 51-5.2)

 

Derin geçmişe ait kesin tarihler tespit etmek kolay değildir, elde somut bir bulgu olsa bile bazen bulgu da kesin tarih vermeyebilir. Buna göre eğer İmhatop Hz. Yusuf ise, bu durumda onun babası Yakub’un dedesi Hz. İbrahim’in M.Ö. 2900 veya 3000’de yaşamış olması gerekir. Yaşadığı tarihi M.Ö. 2000-2500 yılları arasında gösterenler de var.

Son araştırmalar ve arkeolojik kazılarda keşfedilen bulgular da bize Mısır’dan Çıkış, Medyen ve Sina Dağı, dolayısıyla Hz. Musa ile ilgili önemli bilgiler vermektedir. (Bkz. Vedat Yılmaz, Exodus Mısır’dan Çıkış, Kitap ve Hikmet Dergisi, Ekim-Aralık 2014, Sayı: 7, s. 90-96.)

Netice itibariyle yeryüzü gezegeninde beşeri hayatın kadim tarihiyle ilgili bilgileri üç kanaldan elde edebiliriz: İlki şifahi anlatım, mitoloji ve nesilden nesile sözlü olarak aktarılan bilgi ve haberler, söylenceler. İkincisi arkeolojik kazılarla elde edilen bulgular (resimler, simgeler, çanak çömlek, kil tabletler, yazıtlar, çeşitli objeler, kemikler, yapılar vs.). Üçüncüsü de üç semavi dinin kitapları, ama özellikle Tevrat ve Kur’an-ı Kerim.

Yazılı kaynakların en çok bundan 3.500 sene öncesinden daha geriye gitmesi neredeyse imkansız gibidir. Yazıyı ilk defa Mezopotamya’da yaşayan Sümerlerin bundan 5.500 sene önce icat ettikleri kabul edilir. İlk yazılı belgeler de günümüze taş yüzeyleri; kırık veya sağlam çanak üzerinde yazılanlar; madenler-metaller üzerinde kazınanlar; kil tabletler, palmiye yaprakları, ağaç kovukları, keten bezi, fildişi, kemik, hayvan kabuk ve organları, bitkisel ürün olan papirüs, hayvan derisi, ipek levhalar ve en son M.S. 1.500’lerden itibaren Çinliler tarafından kullanılan kâğıt üzerinde yazılanlar aracılığıyla bize gelmektedir. Kuşkusuz kâğıt kullanımından önce saydığımız nesnelerin bulunup tarihlendirilmesi önemlidir ve bu konuda önemli bilimsel ilerlemeler kaydedilmiş bulunmaktadır. Ancak insanoğlunun bu gezegendeki hayatı binlerce değil, belki de yüz binlerce, milyonlarca yıl öncesine dayanmaktadır. Bir tarihten önce artık beşeri hayat gayb kategorisine girmekte, had bilmeyenler Kurun-u ula ve daha öncesine ait hayat biçimleri ve olaylarla ilgili “gayb’a taş atmakta”dırlar (18/Kehf, 22). Binaen aleyh elde ettiğimiz bütün veriler bize kadim hayatlar ve beşeri hayatın başlangıcı hakkında kesin bilgiler veremezler. Bu durumda mitolojik anlatımlar, söylenceler ve şifahi gelenek geçmiş hakkında bize bazı önemli ipuçları verebilir.

Peygamberlere sahife veya kitap indirilmiş olması, bunların kâğıt nesneler şeklinde peygamberlerin eline tutuşturulduğu anlamına gelmez. Esasında “kitap” ilk peygamberden başlamak üzere insanoğluna ilahi vahiy yoluyla bildirilen hükümler mecmuasıdır ve bu manadaki kitap sözlü aktarımın önemli kaynağı olmuştur. Nispeten daha yakın sayılan zamanlarda bile eline kalem alıp da kitap yazmamış Sokrat’ın (öl, M.Ö. 399) fikirlerini öğrencisi Platon’dan öğreniyoruz ki, Platon’un diyaloglarında hangi görüşün Sokrat’a, hangisinin Platon’a ait olduğunu kestirmek kolay olmuyor. Uzun araştırmalardan sonra Gambiyalı bir köle olan Kunta Kinte’nin (1750-1822) hayatını yazan Alex Haley, Gambiya’ya gidip de Kunta Kinte’nin hayatını kabilesinin yaşlılarından dinlediğinde, şifahi anlatımın yazılı kaynaklardan ve resmi belgelerden elde ettiği bilgilerle tamamen uyuştuğunu tespit etmişti.

Hikmet ve hikmet öğretileri havas arasında belki de on binlerce sene sürmüştür; hikmetin yazıya geçirilmesinden sonra ancak havassu’l havas’ın zihnen ve ruhen sindirebileceği konular halkın eline geçmesin diye yazıya geçirilmezdi; hikmet öğretileri nesilden nesile de şifahi gelenek takip edilerek aktarılır, aktarılanlar da elbette genel çerçevede maksadına uygun kalırdı. Felsefe “Hikmet sevgisi, hikmet arayışı” olarak düşünce tarihinde yerini aldı ama bu, aynı zamanda şifahi olarak ağızdan ağza, kalbten kalbe aktarılan şifahi hikmetin artık yazıya geçirilmesinin de başlangıç noktasıdır. Bu yüzden bazı hekimlere göre Yunanlıların hikmeti yazıya geçirmeleri ona ihanetti; belki de sadece bu yüzden kadim zamanlarda Platon ve Airsto düzeyinde ve hatta çok daha yüksek düzeyde hekim/filozof yaşamışsa da, biz bugün onlardan ve hikmet öğretilerinden haberdar değiliz. Eğer bu şans kabul edilecekse, Yunanlıların şansı, filozofların görüş ve öğretilerini yazıya geçirmiş olmalarıdır. Yoksa hikmet merkezli düşüncenin –ki bu akıl ve kalb merkezliydi- ilk defa Yunanlılarda başladığı iddiası tamamen bir hurafeden ibarettir.

Hz. Musa ile ilgili Antik Yunan’da önemli işaretler var. Mesela kaynaklarda geçen “musa-musalar”ın ne olduğu henüz tam olarak anlaşılmış değil. Bunlar ilham veren melekler mi, yoksa Hz. Musa’nın tebliğini Yunan’da devam ettirip de filozofların atıfta bulunduğu referanslar mı? Platon’un Mısır’a gidip uzun yıllar orada kaldığı, Mısır dinlerini tetkik edip etkisinde kaldığı belirtilir, öyle ki bu etkiye atıf olmak üzere Platon’a “Grekçe konuşan Musa” denir. Acaba Platon “hayali/mitolojik bir Musa”dan mı söz ediyordu?

Geriye üzerinde durmamız gereken üçüncü bilgi kaynağı Tevrat ve Kur’an-ı Kerim’dir. Tevrat, Hz. Musa’dan başlamak üzere İsrailoğullarının sadece hafızalarında değil, gündelik hayat pratiklerinde de canlı olarak nesilden nesile aktarılmış, Babil Sürgünü sırasında (M.Ö. 586) son şeklini alacak şekilde yazıya geçirilmiştir. Hiç kuşkusuz Tevrat, hem Hz. Musa hem ondan sonraki İsrailoğullarıyla ilgili önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim de Tevrat’ı bilgi kaynağı olarak kabul eder (10/Yunus, 94.) Tevrat tabii ki binlerce yıllık zaman içinde çeşitli değişikliklere, tahrifata uğramıştır ama tümüyle tahrif olduğu iddia edilemez. Temel iman esasları, asli hükümler açısından Kur’an-ı Kerim son çerçeveyi çizmiş bulunmaktadır, ilahi murada, selim akla ve temiz fıtrata-vicdana aykırı gelen bilgi ve haberler, hükümler varsa bunlar Kur’an ile kritik edilir. Ne var ki Tevrat ve İnciller önemli bilgi ve haberleri ihtiva etmektedirler. Semavi kitaplarda ortaklaşa zikredilen bilgi ve haberler her türlü tarihi ve antropolojik yorumun üstünde bir değere sahiptir. En azından belli konularda ve alanlarda Tevrat ve İncil’i çağrıştıracak her bilgi ve yorumu ceffel kalem “İsrailiyat” diye çöpe atmak mutedil ihtirazi kayıt sınırlarının ötesinde modernist bakış açısının ifadesidir.

Tevrat ve İncil’de tarihsel gerçeklik açısından kritik edilmesi gereken bilgiler olabilir, ama bu iki kitabı vahiy yoluyla alıp insanlara bildiren peygamberlerin varlıklarının mitolojik addedilmesi aklen mümkün olmadığı gibi tarih açısından da mümkün değildir. Eğer Musa Aleyhisselam mitolojik varlık ise, İsrailouğlları adı verilen bir kavim ve bu kavmin binlerce senedir diasporalarda yaşadıkları da  hayaldir, bugün İsrail devleti de sanaldır; eğer İsa Aleyhisselam mitolojik varlık ise, ne Petrus veya 12 havari yaşadı, ne Tarsuslu Aziz Paul Hıristiyanlık adına öğreti geliştirdi, ne de Hıristiyanlar Roma paganizmiyle 300 sene çetin mücadeleler verdi. Vatikan Kilisesi’nin Petrus’un mezarı (Kifas-keef: kaya) üzerinde kurulmuş olması da bir efsanedir. Bu durumda Vatikan, Fener Patrikhanesi ve Protestan kiliseleri de hayali varlıklardır. Televizyon ekranlarında bu iddiada bulunan “bilim vaizleri”nin sadece bilimsel kariyerlerinden değil, akıllarından ve muhakeme yetilerinden de şüphe edilir.

Kutsal kitapların bilgileri temelde gerçektir, tarihte yaşanmış önemli olayları bize naklederler. Söz konusu bilgi ve haberlerin bilim insanlarınca teyid edilip edilmemesi esas ölçü değildir, bugün bilimsel olan şey yarın bilimsel olmaktan çıkar, çünkü onunla ilgili yeni bulgular elde edilir, yeni keşifler yapılır, yeni bilgiler dolayısıyla öncekinden tamamen farklı kanaat ve görüşlere ulaşılır. Elbette bilimsel çalışmalara gerekli önemi verme mecburiyeti vardır, fakat dönemsel doğrular ve gerçeklerin karakterini belirlediği bilimsel çalışmalar Kur’an üzerinde hakem olamaz, bilimsel yargılarla Kur’an muhasebeye, sınava tabi tutulamaz. Buna karşılık Kur’an, büyük bir özgüvenle verdiği bilumum bilgi ve haberlerin geçmişe dönük araştırmalarla da kanıtlanabileceğini söyler, hatta bu yönde çağrıda bulunur: “De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın, böylece daha öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görün. Onların çoğu müşrik kimselerdi.” (30/Rum, 42.)

Netice itibariyle vahiy karşısında referans alındığı iddia edilen tezler bilim insanlarının elde ettiği veriler ve bu verilere dayalı yorumlarıdır. Yorumlar birer tefsir ve te’vildir. Esasında “bilim” diye özerk bir tüzel kişilik yoktur; “bilim insanları” vardır. Bilim insanları kendi inançlarını, düşüncelerini ve araştırarak elde ettikleri kanaatleri “bilim” adını verdikleri bir heyulaya atfederek varlık dünyasını, canlı hayatı, tarihi ve insanın eylemlerini açıkladıklarını iddia etmektedirler. Bu yolla fizik dünyayı açıkladığı iddia edilen heyula bilim, artık bilim insanlarının zihninde tam da metafizik bir huviyete bürünmüş olmaktadır.

Peygamberlerin tarihi şahsiyetiyle ilgili son yazımızın konusu “Sünnet ve siyer kaynaklarının değeri” olsun.

 

Kaynak: farklı bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR