Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ali BULAÇ


Her insanın peygamberi

Ali Bulaç; Hayatın çok yönlü pratikleriyle ilgili birden fazla ahlaki tutumumuz var.


 

Hayatın çok yönlü pratikleriyle ilgili birden fazla ahlaki tutumumuz var. Bunlardan biri haksızlık veya hak ihlali karşısında takındığımız tutumdur. Sorumuz şu: Haksızlığa karşı çıkmak ahlaki bir görev mi, yoksa keyfi bir tutum mu? Veya şöyle sorabiliriz: Kişi kendisi dışında birilerinin haksızlığa uğramakta olduğuna şahid olduğunda elinden gelen kadarıyla müdahalede bulunmayı ahlaki bir görev duygusuyla mı yapmalı, yoksa müdahelede bulunsa da bulunmasa da ona manevi ve sosyal bazı şeyler terettüb etmez mi? Eder, zira bir görevi yerine getirmek kişiye mutluluk veriyorsa, ihmal etmek veya sırt çevirmek de mutsuzluk verir.

Haksızlığa müdahalenin “ahlaki bir görev” olduğuna inanıyorsanız görevinizi yerine getirmeniz zorunluluk olur. Liberal bakış açısından kişiyi gerçek demokrat kılan da bu ahlaki görev bilincidir. Fakat bu doktriner bir bilinçtir, yani doktrin dışarıdan size bunu telkin eder. Tabii ki “ahlak mı, demokrasi mi” ikilemi anlamsızdır; ancak eski Fransız devlet Başkanı Chirac’ın “demokrasiden de önemli ahlak” vurgusu yapması dikkate alınmaya değer. Buna göre hangi beşeri durumda olursanız olun, ahlaki seçim ve imkanlar çerçevesinde doğrunun yanında olmak görevdir, görevi yerine getirmek zorunludur. Bu şahıslar için olduğu kadar toplumlar ve yönetimler için de geçerlidir. En iyi yönetim biçimi, onu geriden besleyen yüksek manevi değerlerden yoksunsa, kolayca demogoji ve oportünizm sayesinde yozlaşır. Demokrasi, yüksek ahlaki erdemlere ve ahlakın ruhu mesabesindeki Hukuk’a değer vermeyen cahil, müstebit ve popülist liderlere açık olduğu zaman, destekçileri de “Halk padişahın dinindendir” fehvasınca onun gibi olur. Aristoteles’ten bu yana yozlaşan demokrasiyi bekleyen mukadder sonun tiranlık olduğunu herkes bilir.   

Bu önermeden çıkaracağımız ilk sonuç şudur: Keyfi bir tutum olmanın ötesinde ahlaki görev duygusuyla haksızlığa karşı çıkmak hepimizi ilgilendirir. Çünkü bir kere tiranlık kuruldu mu, bu rejim demokraside görece de olsa özgür olan toplumsal kesimlerin tümünü içine alır.    

Aynı önermenin insanın tamamlanmasının önündeki setlerin –deyim Max Scheler’e ait- ortadan kaldırılmasıyla da ilgisi var. Haksızlığa ve baskıya maruz kalmış bir insanın ve insan gruplarının temel hak ve özgürlüklerini savunduğumuzda, onlara sadece bir katkı veya yardım yapmış olmayız, en başta kendimize, kişiliğimize önemli bir katkı yapmış oluruz. İşi ben-merkezciliğe vurmadan başkasının yardımından önce kendimize yardım etmesini öğrenmemiz lazım. Çünkü tamamlanmaya ihtiyacı olan biziz. Bir başkası için bir şeyler yapmak bize varoluşumuzun anlamıyla ilgili yeni imkanlar sunar. Şu halde liaynihi ahlaki tutuma entelektüel veya sınıfsal kibir karıştırmak, bize zarar olarak döner.

Haksızlığın objesi soyut insandır; şu veya bu inancın, etnik grubun, sınıfın veya felsefi kanaatin kimliğini oluşturduğu somut insan değildir. Biz, hakları yanında yer aldığımız insanı dünya görüşü, ideolojisi, siyasi tercihi veya herhangi türden bir kimliği dolayısıyla kaale alamayız. “İnsan olması” hasebiyle bir takım temel hak ve özgürlüklere sahip olduğunu düşündüğümüz insan, belli bir tarihin veya toplumsal şartların kimliğini oluşturduğu “somut insan” olunca, zorunlu olarak sadece haksızlığa maruz kalmaz, aynı zamanda hak savunucularının gözünde “hakları savunulmaya değer olan” ve "hakları savunulmaya değer olmayan” diye bir ayırıma tabi tutulur. Tarihselci bir perspektiften “insanın özünü, insanın tarihi belirler” veya “insanın özünü toplumsal ilişkiler biçimlendirir” diyen herhangi bir doktrinde “insan hakları” kavramının gelişmesi, zamanla farkına varılsa bile kültürün parçası haline gelmesi güçtür; bunun somut örneği Marxizm’dir. İnsan hakları savunucusu Marxistler, tıpkı liberaller gibi yaptıkları şeyin meşruiyetinin doktrinin özünden kaynaklanmadığını biliyorlar. Doktrinin bize tanıttığı insan “somut insan”dır ve bu insan, tarihin ve toplumsal şartların bir ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Somut insan eğer burjuva sınıfından ise, onun iflah olması mümkün değildir ve Yılmaz Güney’in “Arkadaş” filmindeki gibi ona önerilecek tek kurtuluş yolu vardır: İntihar!

Oysa insanın somut kimliğinin ötesinde sadece şu aforizma ile yanında yer almak mümkün: İnsan özgür doğar, özgür seçimlerde bulunur ve yaptığı seçimler doğrultusunda bazı haklara sahiptir. Hakkı mucip kılan “insanın insan olması” değil, özgür seçim yapan varlık olmasıdır. Mısır Valisi’ne şöyle demişti Hz. Ömer: “Annelerin özgür doğurduğu çocukları ne zamandan beri köle yapmaya başladınız?” II. Halife öyle demişti ama yazık ki tarihleri boyunca Müslümanların köle ve cariyeleri oldu, İslam diyarında esir pazarlarında bahtsız erkekler ve kadınlar “mal hükmünde” alıp satıldı.

Şu veya bu kimliğe mensup hakları ihlal edilmiş insanları savunmadıkça kimse, zaten hak savunucusu olamaz. “Mazluma dini sorulmaz, kimliğine bakılmaz” fehvasınca bir değeri (liaynihi-kendinde) bir değer olarak görüp kabileniz dışındaki insanların da acılarına kulak tıkadığınızda “mazlum hakları savunucu” sıfatı kullanmanız sizi hak, hakikat ve hakkaniyet sahibi kılmaz, sizi grup asabiyetinin motive ettiği “kabile derneği” kılar. Binaenaleyh hakları ve özgürlükleri savunmanın görev olmanın ötesinde varoluşsal amacımızı başarma çabasıyla da ilgisi var. Bu ahlaki/zihni bir tutumdur, zordur ve bazen kolayca kabul edemiyeceğimiz maliyetler koyar önümüze. Voltaire’e o ünlü sözü söyletenin önemli bir ruh hali olması lazım.     

Manevi bakış açısından, mağdurların yanında yer almanın eğitici bir tarafı var; çünkü bir başkasının mağduriyeti ve ona karşı gösterdiğimiz duyarlılık bizi ahlaki bir konuma yükseltir. Mağdur ve mazlumların yanında yer aldıkça zihnen olgunlaşır, kendimize karşı saygımız artar ve belki de başta siyaset ve yönetim olmak üzere her şeyin kirlendiği bu dünyada ruhen arındırır.     

Yüce Allah her kavme bir peygamber göndermiş, hak ve özgürlüklerin meşru, kabul edilebilir sınırlarını (hudut) bildirmiştir. Ahlak özü, manevi menşei itibariyle peygamberlerin tebliğ ve öğretilerinde içkin olarak bulunmaktadır; ontolojik mahiyetiyle “din-dışı ahlak” ancak zihinsel bir kabul, teorik bir kurgudur. Elbette şu veya bu dine mensup olmayan insanların da “ahlaki tutum”ları görmezlikten gelinemez. Yalan söylemeyen, dürüst olmaya çalışan ateistler de var. Böylelerinin ahlaki tutumları da din’den kopuk değildir, onları ahlaki davranmaya sevkeden duygu doğalarında/fıtratlarında var olan iyi ve kötü kavramlarıdır. Ve bu kavramlar onların yaratılışlarının mayasını teşkil eder, bu da yüce Allah’ın sun’u ve hikmetiyle mümkün olmuştur. Ahlakın yaratılış (halk) düzeniyle harmonisini ve uygunluk eğilimini düşündüğümüzde varlıktaki düzenin izdüşümü insanın yaratılışında/doğasında ifadesini bulur. Her gelen peygamber bu fıtrattaki iyi ve kötü arasındaki seçim kabiliyetini, hak ve hakkaniyet mi’yarını harekete geçirir, etkin kılmaya çalışır. Dışarıda olanı içeri dahil etmez, içerde olanı dışarı çıkarmaya çalışır. Allah her kavme peygamber (uyarıcı) gönderdiği gibi (16/Nahl, 36), her insana da bir peygamber tahsis etmiştir. İşte her insanın doğasında yani temiz fıtratında görev yapmaya çalışan peygamber “vicdan”dır. Vicdan iyi ve kötüyü birbirinden ayıran “anlayış”tır (8/Enfal, 29). Bu çerçevede Hz. Peygamber (s.a.) “Sen kalbine/vicdanına sor” (Darimi, Büyu’, 2) buyurmuştur ki müftü, hakim, lider, doktrin hangi yanlış hükmü verirse versin, vicdanın son hakemdir.

Hz. Muhammed (s.a.)’i, peygamber olmadan önce onu Mekke’de sürüp giden hak ihlallerine ve zulümlere karşı Erdemliler İttifakı (Hilfu’l fudul) içinde yer almaya sevkeden vahiy meleği Cebrail değildi, onun ruhsal kişiliğinde tebliğ ve daveti hiç eksik olmayan peygamberi yani vicdanıydı. Çok sonraları "Peygamber Muhammed"in "peygamber olmayan Muhammed"in bu ahlaki seçimini ve tutumunu teyid etmesi ahlaki olanın din-dışı olmadığının teyididir.

Şu veya bu semavi dinin kaynağına müracaat etmeden ahlaki davranan kişiler ahlaklıdır ama daima risk altındadırlar, ahlakiliklerini sürgit koruyup devam ettirmelerinin garantisi yoktur. Bazı “dindarlar ahlaksız” ise Cebrail’in vahiy getirdiği peygamberlerine kulak tıkadıkları ve iç peygamberlerini susturdukları, yani vicdanlarını kararttıkları içindir. Kâmil ahlak din, temiz fıtrat (vicdan) ve selim aklın ortaklaşa teyidiyle hasıl olur. Din, vicdan ve akıl bir devletteki gibi biri diğerini çek eden üç kuvvet gibidirler. Aklın açık hükümlerine aykırı din; dinin açık hükümlerine aykırı akıl; temiz fıtratın kabulüne aykırı din; dinin açık emir ve nehylerine aykırı temiz fıtrat olamaz. Bunun gibi aklın açık hükümlerine aykırı temiz fıtrat, temiz fıtratın açık kabullerine aykırı akli hükümler olamaz. Dinin sıhhati kaynağının sabit ve sahih olması; aklın sıhhati nefsin isteklerini aklileştirmekten uzak çalışması; fıtratın sıhhati, onu değiştirmeyi hedeflemiş kötü çabalardan selim/temiz olmasıdır ki; “din özü itibariyle selim fıtrattır” (30/Rum, 30). Biz buna iman, salih amel ve takvadan beslenmiş “ma’ruf, ma’ruf’un aksi olan her işe ve şeye de “münker” deriz. Ma’ruf ve münker, Müslümanların beşeriyetin tümüne önerecekleri referans çerçevesidir (3/Âl-i İmran, 104, 110). Ma’ruf ve münker ahlakın, küresel barışın, adalet ve kamu hukukunda temel alınacak değerler manzumesidir.

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Osman Baharçiçek
7.01.2020 17:54:44
ellerine yüreğine sağlık üstat Allah razı olsun. Haksızlık kimden gelirse gelsin ve kime yapılırsa yapılsın karşı durmamız gerekmekte ama öylesine sekülerleştik ve duyarsızlaştıkki ancak menfaatlerimizin aleyhine bir gelişme olduğunda seslerimizi yükseltebiliyoruz. Acı ama gerçek bu

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR