Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Mustafa DOĞU


Hangi Kriz?

gel gör ki maddi anlamdaki kalkınmışlık ve refah, manevi anlamda bir erozyona-bir çöküntüye neden olmuş, başta din olmak üzere toplumsal yapıyı oluşturan birçok dinamikler değişim-dönüşümlere uğra/tıl/mıştır. Muhafazakârlaşan (diğer tabiriyle dindarlaşan!


08.10.2018 Pazartesi

TDK´ye göre Kriz şu anlamlara gelmektedir;

1. Bir organda birdenbire ortaya çıkan fizyolojik bozukluk,
2. Bir kimsenin yaşamında görülen ruhsal bunalım,
3. Bir şeyin çok kıt bulunması durumu,
4. Bir şeye duyulan ani ve aşırı istek,
5. Ekonomik çöküntü,
6. Bir ülkede veya ülkeler arasında, toplumun veya bir kuruluşun yaşamında görülen güç dönem, bunalım, buhran.

Normal düzeni-akışı bozan, toplumlar için olumsuz sonuçların doğmasına neden olabilecek fiziksel, sosyal, ekonomik ve politik olayların ortaya çıkması hâli. Yunanca ?krisis? kelimesinden cari dillere geçen bu kavram, önceleri geldiği yerdeki kullanımına uygun olarak çoğunlukla tıbbi literatürde akse-nöbet kelimelerinin karşılığı olarak kullanılırdı. Tıp dışı alanlarda yoğunlukla ?buhran-bunalım? kelimeleri kullanılmaktaydı. Akse-nöbet, buhran ve bunalım kelimeleri de kriz yerine kullanılan kavramlardandır. Şu anda ise çoğunlukla ekonomi-mali alanda kullanılan bir kavram olarak herkesin diline pelesenk olmuş durumdadır.

Kriz kelimesini buhran-bunalım olarak ele aldığımızda insanlık tarihi ile bir başlangıç yapılması hiçte abes bir yaklaşım olmayacaktır. Zira insanlar tarihin her döneminde bireysel, ailesel, toplumsal buhran-krizlerle karşı karşıya kalmışlardır. Hz. Âdem´in iki evladıyla yaşadığı hadise, birinin diğerine karşı beslediği husumetin-çekememezliğin doğurduğu kıskançlık nöbetlerinin buhrana-bunalıma-krize dönüşmesi neticesi birinin katil, diğerinin maktul olması ile sonuçlanarak bir aile dramını yaşatmıştır.

Bunalım-buhran insanoğlunun hayatta karşılaşabileceği her türlü hadiseye karşı duruşunu belirlemesi açısından birer imtihan mesabesindedir. Özellikle olumsuz telakki edilecek olaylara karşı ortaya koyacağı olumlu veya olumsuz tavır, onun başta inancı olmak üzere sabrının, mukavemetinin ve mücadelesinin düzeyini belirleyecektir. Her imtihanın bir kaybı veya kazancıda beraberinde getireceği göz önünde bulundurulduğunda, insanın buhran-bunalımlar karşısında ortaya koyacağı duruşu, hanesine yazılacak iyilik-hasenelerin veya kötülük-seyyielerin puantajına katkı sağlayacaktır. Yani zerre kadarda iyiliğin, zerre kadar da kötülüğün asla karşılıksız kalmayacağı bir dünyanın varlığına iman, temele sağlam bir şekilde yerleştirilmelidir ki dünya arzındaki yaşamın-eylemlerin bir anlamı olabilsin.

Allah, insanı en güzel şekilde tasvir etmiş, en güzel donanımla donatmış ve kendi tercihlerini kendisinin yapmasına izin verecek bir melekeyle diğer canlılardan farklı kılarak yaratmıştır. Bu meleke hadsizliğe-tuğyana-istikbara sürükleyerek insanın azgınlaşmasını sağlayarak aşağıların aşağısı bir mertebeye indirgeyebileceği gibi, had bilme-tevazu-takva ile de yaratılmışların en güzeli kılınarak izzetli-şerefli bir makama yükselebilmektedir. Allah, yarattığı mahlûku yeryüzünde başıboş bırakmamış, aklın-iradenin düzgün-doğru kullanımını sağlayabilmesi için, ayetlerle-vahiylerle mündemiç yol rehberliği yapacak kişileri kendi içlerinden seçerek elçi kılmıştır. Elçiler sadece teori üreten birer düşünür-aydın-entelektüel olmayıp, getirdiği mesajların yeryüzünde ete/kemiğe bürünerek can bulduğu-hayat olduğu çok başarılı, kendilerinde en güzel örnekliklerin oluştuğu birer pratisyenleridir. Kısacası yol belli, yolcu belli, rehber belli, yol işaretleri belli ve neticede varılacak hedef belli.

Kıssalar geçmiş kavimlerin yaşadığı buhranların-bunalımların-krizlerin bizlere ibreti nazarla bakmamızı, düşünmemizi ve izdüşümler gerçekleştirip doğru yolun yolcuları olmamızı sağlayan yaşanmış önemli hayat hikâyelerinden kesitlerdir. İnsanlık tarihi tekrarların yaşandığı olaylarla doludur. Değişenler sadece çağın ürettiği-getirdiği materyallerdir. Burada önemli olan nokta; insanoğlunun geçmişte yaşanan olaylardan nasıl dersler ve sonuçlar çıkarabildiğidir. Bu çıkarımlar bugünü ve geleceği belirlemesi açısından son derece önem arz etmektedir. İşte günümüzde en çok ekonomik alanda kullanılan kriz kelimesinin anlatmaya çalıştığı hadiselerin niteliğini-niceliğini anlayabilmemiz için biraz nasıllığına-arka plan bilgisine sahip olmamız gerekmektedir.

Bugünlerde ülke gündemini işgal eden önemli konulardan biri şüphesiz ki ekonomik krizin varlığı/yokluğu tartışmasıdır. Bu krizi başta iktidar olmak üzere herkes kendi zaviyesinden tanımlamakta ve yorumlamaktadır. Meşhur bir fil metaforu vardır Mevlana´ya atfedilen. Karanlık bir odada fili tarif etmeye çalışan adamların (veya diğer anlatımı ile körlerin-gözü bağlıların) dokunduğu her yere, zihninde oluşan bir nesneye benzer tarifler yapması gibi. Başta ekonomistler ve politikacılar olmak üzere kendini uzman addeden zevat konu hakkında rakamsal verilerle destekler sağlayarak olayın vahametini veya gereğinden fazla abartıldığını kamuoyuna anlatmaya çalışıyorlar. Krizin oluşumunu sağlayan unsurlar; ?üretmeden tüketmek?, ?dışa bağımlılık?, ?ithalat-ihracat dengesinin oluşturduğu cari açık?, ?yüksek enflasyon?, ?kur-faiz denklemindeki dengesizlik?, ?aşırı dış borçlanma?, ?lüks yaşamın bir bedeli? gibi özet cümlelerle anlatılmaya çalışılmaktadır. Filin tamamını gördüğünü zanneden iktidar ise, tüm bunları çöpe atarak gerçek nedenin ?döviz silahı ile ülkeye ilan edilen ekonomik savaş? söylemi ile olayı her zaman yaptığı gibi farklı bir istikamete evirerek tartışmaların bu minval üzerine yapılmasını büyük oranda başarmıştır.

Kadrolu uzmanlar, görsel ve yazılı medya başta olmak üzere birçok alanda yapılan programlar ve yazılan köşe yazıları ile bu gerekçeyi yorumlamaya-inandırıcı kılmaya çalışmaktadırlar. Yani ülkede aslında ekonomik anlamda her şey yerli yerinde, büyüyen gelişen bir Türkiye´yi kimse istemediği için başta ABD olmak üzere tüm düşmanlar bize ekonomik savaş ilan ettiler ve bizde tüm cephelerde mücadele vermekteyiz söylemi. Her ne kadar iktidar peş peşe programlar açıklasa, piyasaları rahatlatmaya çalışsa da ısrarla bir kriz söyleminin dillendirilmesinden uzak durmakta, hatta bu kavramın çağrıştırdığı söylemleri dillendirenler için ağır ithamlarda bulunmaktadırlar. Bu söylem özellikle iktidarın tüm söylemlerini ve icraatlarını doğru ve yerinde bulan eli kalem tutup-ağzı kelam eden zevattan, toplumun büyük bir kısmına kadar hüsnü teveccüh görmesini sağladı. Bu söylemin oluşturduğu ruh ile ?dövizi bozdur? kampanyaları başlatıldı. Bununla yetinmeyip dövizle yapılmakta olan işlemlerin bundan sonraki süreçte Türk Lirası ile yapılması yasalaştırılarak yürürlüğe konuldu. Bu eylemler ve söylemlerin yaraya ne kadar merhem olacak hep birlikte göreceğiz. Hafızamızı şöyle bir yoklarsak, daha kısa bir süre önce AB ülkeleri ile yaşanan gerilimlerin sonucunda da benzer gerekçeler üretilmiş, o ülkelerin parası başta olmak üzere ürünlerine karşı büyük boykotlar başlatılmıştı. Peki, sonuç nedir? Yeniden yaşanan bahar havası, altı çizilerek tüm konularda mutabık olunduğu dostluk söylemleri? Hani paranın dini-imanı yoktu?

Burada özellikle toplumu aydınlatması, yol göstermesi ve ne pahasına olursa olsun hakikatleri dillendirmesi gereken âlimlerin, kanaat önderlerinin ve cemaatlerin nerede nasıl duruş sergileyerek -her konuda olduğu gibi bu konuda da- nasıl bir söylem geliştirdiğidir. Kimse, sorunun ekonomik olmadığını, temelde insan ahlakında yaşanan yozlaşmaların yattığını, uygulanan siyasi ve ekonomik modelin bu sonuçları kaçınılmaz kılacağını, geçmişte de bunların çok acı bir şekilde benzerlerini hep birlikte yaşadığımızı dillendirmemektedirler. Onlar, tam bir biat kültürünün oluşturduğu mantalite ile iktidarın söylemini sloganlaştırarak topu taca atmaktadırlar.

Bütün davranışların, uygulamaların, eylemlerin, öğretilerin merkezine ?ahlak? yerleştirilemediği sürece toplumsal bunalımların önüne geçilmesi, değerler eğitiminden bahsedilmesi çokta mümkün olmayacaktır. Ahlak, fıtrata kodlanmış güzel hasletlerin bünyede tezahürü demektir. Bunu açığa çıkaracak, olgunlaştırıp güzelleştirecek, bir anlam katacak yegâne öğretide dindir. Allah Resulü için Rabbimizin ?Sen büyük bir ahlak üzeresin? (Kalem, 4) hitabına, ?Ben sadece güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim? (Muvatta, Ahmet b. Hanbel) buyurarak, vahyin kendi yaşamı başta olmak üzere tüm müminler için ne anlam ifade etmesi gerektiğini mükemmel bir şekilde özetlemektedir. Yine Rabbimiz, iman iddiasında bulunan müminlerin ayaklarının gönderdiği din üzere sabit kılınmasını istemekte ve dinini kemale erdirdiğini ve nimetini tamamladığını bildirerek gerçekten sakınılması gerekilecek yegâne merciinin kendisi olduğunu bildirmektedir. Bugün ülkemiz insanı da dâhil olmak üzere İslam ümmeti yöneticilerinden yönetilenlerine kadar ciddi ahlaki problemler yaşanmaktadır. Sadece korkuların ve kaygıların kaynağı-mercii değişmektedir. Mekke müşrikleri kadar Allah´ı tanımaktan yoksun bırakılmış bir toplum, ister-istemez farklı korkuların ve kaygıların esiri olacaktır. İşte bu samimiyetsizlik-bilgisizlik ve lakaytlık hali doğal olarak ahlaki yozlaşmayı kaçınılmaz kılacaktır. Egemen kılınmaya çalışılan sentezci bir din anlayışı tüm değerlerde çelişkileri-tutarsızlıkları beraberinde getirecektir.

Ahlakın yozlaştırıldığı, değişime uğratıldığı bir dünyada adalet, erdem, fazilet, güven, liyakat, dürüstlük, hak ve hukuk gibi kavramlar içleri boşaltılarak anlamsızlaştırılmaktadır. Ülkemizde dâhil olmak üzere, bugün halklarının Müslüman olduğu iddiasında bulunulan toplumlarda İslam´ın öğretileri ile asla bağdaşması mümkün olmayacak icraatlara-uygulamalara sıkça rastlanır olması ahlaki değerlerin ne kadar değersizleştirildiğini anlatmakta yeter de artar göstergelerdir.  Bir toplumun dinamiğini-lokomotifini oluşturacak ailenin tesis edilmesinden, çocuk eğitimi ve yetiştirilmesine, helal-haram telakkilerinden, ticaret yapılış şekline kadar egemen kılınan paradigma ne acıdır ki Batı dünyasının ürettiğinden başka bir şey değildir. Bu paradigmanın kutsalı, kıstası, kriteri yoktur.

Bugünün dünyasında özellikle kendi mahallemize-ülkemize bir bakalım hali pür melalimiz nasıl? Din anlayışımız, adalet anlayışımız, hak-hukuk anlayışımız, ticaret anlayışımız, erdem-ahlak anlayışımız, refah anlayışımız, emanet-liyakat anlayışımız hangi saikler üzerine bina edilmekte ve nelere göre değişip şekil almaktadır. Yani ekonomik kriz bir sonuç, sebepler üzerinde bir gezinti yapmadan sonucu tartışmak isabetli bir tavır olmayacaktır. Ya da sloganik-hamasi bir takım cümlelerle, var olan önemli-ciddi problemlerin sadece üzerleri örtülmüş olacak, yokmuş gibi davranılmasını sağlayacaktır. Bu eyleme birileri farklı hesapların adam/lar/ı olarak tevessül etse de birileri bunlara asla müsaade etmemelidir. Bir grup her daim; ?iyiliği yaşayıp emreder, kötülükten kaçınıp nehyeder? şiarının kendisinde egemen olduğu müminler olmak zorundadır. Gerçek anlamda yeryüzünde iyiliğin hâkim olması, kazananlardan olabilmek için.

Bugün müminler, Allah´a, kitaba, resulüne, ahiret gününe, yeniden dirilişe, emir ve nehiylere, helal-haram kıstaslarına yeniden -adeta vahiy bugün iniyor ve elçi bize sesleniyor gibi- iman etmek durumundadır. Allah anlayışının, resul anlayışının, ahirete-yeniden dirilişe-hesaba-mizana ne kadar-ne düzeyde inanılmakta olduğunun, sahih/salih bir amelin ne anlama geldiğini ciddi-samimi-hasbi olarak gözden geçirip sorgulaması gerekmektedir. Kitap bizler için ne ifade etmekte? Okunup nazmı celiline mi bakılıyor veya ölünün toprağına mı üfürülüyor? Yaşamın tüm alanlarını belirleyen ve uyulmak zorunda olunan bir rehber mi? Yoksa yaşamsal alanlara müdahil olmayan, mehcur bırakılan kutsal bir kitap mı? Helal-haram-hak-hukuk-adalet anlayışını neler kimler hangi saikler üzerine doldurmaktadır? Allah´ın Kerim Kitabımı? Hayatın gerçeklerimi? İnanıldığı gibi mi yaşanmakta, yaşanıldığı gibi mi inanılmakta olduğunun dürüstçe, nefsi ile baş başa kalındığında verilecek doğru cevaplarda yatmaktadır bu ve benzer soruların yanıtları.

Ekonomik saikler üzerine bina edilmeye çalışılan bir dünyada başta din-ahlak olmak üzere birçok alanda önemli değişimlerin ve dönüşümlerin yaşanılması da kaçınılmazdır. Hız ve haz dünyasının insana sunabileceği mutluluk bir yere kadardır. Maddi alanda elde edilen kazanımlar insanın mutluluğunu bir yere kadar tesis edebilir. Kişi manevi alanda desteklenmediği sürece elde ettiği tüm kazanımlara rağmen bir bunalım girdabına girmekten kendini kurtaramayacaktır. İşte çağdaş dünya, insanı hız ve hazlarının tutsağı olmuş narsist, hedonist bir pozisyona getirmek için ihtiyaçlarının sınırsızlığı ilkesini zihnine ve yaşamına nakşetmektedir. Doğal olarak sınırsızlaştırılan ihtiyaçlar sınırlı gelirlerle elde edilemeyeceğine göre gelirinde önündeki sınırlar kaldırılmalı ki özlenen tüketim toplumu oluşabilsin. Modernizmin-sekülerizmin-konformizmin insanı getireceği nihai nokta; iyi bir tüketim kölesi olmasıdır.

Şu anki AK Parti ve onun lideri Cumhuriyet tarihinin fasılasız iktidarda kalabilme başarısını gösterebilmiş ikinci siyasi lideri ve partisidir. Kurulduğu günden itibaren hükümette kalma özelliğini yitirmemiş mevcut siyasi kadro ülke insanına üç önemli şey (3Y) ile mücadele vadiyle celbi nazar ediyordu. Bunlar; yoksulluk, yolsuzluk, yasaklar idi. Ülkede Liberal/Kapitalist ekonominin tüm unsur ve enstrümanları egemen kılınarak kalkınmışlık hamlesi başlatılacak ve kişi başına düşen GSMH on bin (hatta kısa bir süre sonrada yirmi bin) ABD dolarının üzerine çıkarılacaktı. Böylece topluma, modern-konformist-müreffeh bir hayat sunulmuş olacaktı. Demokrasi iyice kökleştirilerek tüm yasaklarla mücadele edilecekti. Kırk senedir kapısında bekletildiğimiz AB´ne girmek için her türlü çaba ve gayret sarf edilecek, fasılların açılması sağlanarak her türlü hukuki düzenlemeler ödün verilmeksizin yapılacaktı. Yoksulluk bir kader olmaktan çıkarılarak elde edilen gelir, toplumun tüm kesimlerine eşit dağıtılacaktı. Böylece ülke her anlamda kalkınmış ve dünyada kendisinden söz edilen, sözü dinlenen bir konuma yükselecekti. İsraf, rüşvet, adam kayırmacılık, haksızlık ve hukuksuzluğa müsaade edilmeyerek özlenen adalet sağlanacaktı. Devlet bürokratik anlamda küçültülüp hantal olmaktan çıkarılarak yerel bir takım güçlenmeler sağlanacaktı?

İktidarın, kalkınmışlık hamleleri kısa sürede sonuç veriyor ve ülke ulaşım ve sağlıkta devrim niteliğinde değişim ve dönüşüme imza atıyordu. Bir zamanlar hayal bile edilemeyen hizmetler toplumun tüm kesimlerine sunuluyor, belli alanlar özel ve özerk olmaktan çıkarılıyordu.

Yasaklar özellikle dindar kesimi mutlu edecek düzeyde kaldırılıyor, ülke özgürlüklerin sınırsız yaşandığı bir pozisyona getiriliyordu. Hatta öyle ki AB normları çerçevesinde dinin haram kıldıkları dahi yasak olmaktan çıkarılıyordu. Sonuçta burası Laik-Demokratik bir ülkeydi ve Allah´ın dini toplumsal yaşamın belirleyici unsuru olamazdı? Her ne kadar iktidarı elinde tutanlar dindar kadrolar olarak görünüyor olsalar da...

Ama gel gör ki maddi anlamdaki kalkınmışlık ve refah, manevi anlamda bir erozyona-bir çöküntüye neden olmuş, başta din olmak üzere toplumsal yapıyı oluşturan birçok dinamikler değişim-dönüşümlere uğra/tıl/mıştır. Muhafazakârlaşan (diğer tabiriyle dindarlaşan!) medya toplumsal değerleri tam oryantalist-batıcı bir mantıkla yozlaştırıyor-değersizleştiriyor, kimse sesini dahi çıkar/a/mıyor. Gerekçe ise, ?bizden birilerinin(!)? yönetimine geçmiş ve ?bizimkilerin iktidarını(!)? destekliyor olmalarıydı. Evli eşlerin bile birbirlerini başkalarıyla aldatmalarını, nikâhsız ilişkileri, flörtleri, uzatmalı aşkları masum sahneler olarak sunarken bugün ?ah, vah? çektiğimiz toplumun en önemli dinamiği aileyi yok ediyordu. ?Mahalle baskısı? sadece azgın azınlığın ?özgürlükler elden gidiyor? naralarını atarak dillendirdikleri bir söylem olmaktan çıkarak kimsenin kimseden utanmadığı, çekinmediği, hayâ etmediği bir realiteye dönüştürülerek tümden etkisizleştirilmekteydi. 

Gelinen nokta itibariyle; İktidar ekonomik kalkınmada sağladığı başarıyı başta eğitim olmak üzere birçok alanda gerçekleştiremeyince toplumda sosyo-psikolojik sorunların yaşanılması kaçınılmaz olmuştur. Dindar bir nesil yetiştirme söyleminin revaçta olduğu ve adeta her mahalleye bir imam hatip açıldığı bir dönemde ülke İslami, insani ve ahlaki krizlerin her türlüsünü yaşamaktadır. Müreffeh konformist bir yaşam, duyarsız, kaygısız, sorumsuz ve bir o kadar sorunlu, sıkıntılı bir nesil sunmaktan öte bir şey verememektedir. İnsanlar çok basit gerekçelerle kendileri için sevgili kılınan evlatlarını-ebeveynlerini-eşlerini-yakın akrabalarını gözlerini dahi kırpmadan vahşice katledebilmekte, büyük bir soğukkanlılıkla işlediği cinayetleri anlatabilmektedir. Ebeveynler, her şeylerini sırf iyi bir gelecek elde etsin, iyi bir yaşam sürsün, iyi bir makam ve mevki sahibi olsun duygularıyla evlatları için seferber ederken kendileri için nasıl bir akıbetin kaçınılmaz olacağının bilincinde-şuurunda ve idrakinde olamamaktadırlar. Neredeyse her gün haberlere düşen çocuk istismarı, kaçırılması, vahşice katledilmesi insanımızın geldiği noktanın ne vahim düzeylere kadar indiğinin net bir göstergesidir. Kapitalist-liberal ekonomik sistemin, laik-seküler yaşam tarzının insana sunacağı yegâne mutluluk; bu dünyada iken cenneti yaşatmaktır. Tek dünyalık yaşamın insana verebileceği bundan öte bir şeyi yoktur. Olamaz da?

Yolsuzluk, israf, savurganlık, hamasi duyguların üzerine bina edilen rant devşirmeciliği, adam kayırmacılığı, haksızlık, hukuksuzluk hangi iktidar olursa olsun bu ülke insanının adeta değişmez birer kaderi gibi telakki edilmiş, herkes tarafından kanıksanmış gibidir. Tüm bunlarla mücadele edeceği vadiyle iktidara gelenlerin seleflerinden bir farkının olmaması aslında değişenlerin sadece aktörler olduğunu göstermektedir. Yani bala değen parmak değişiyor, yalama usulü ve şekli değişiyor ama mantık ve mantalite asla değişmiyor. İtibar/güç arayışlarını saraylarda, özel hizmete tahsis edilmiş uçak filolarında gören bir zihin yapısının ?israf ile savurganlık ile mücadele edeceğim? söylemi ham hayal söylemlerden öteye geçmeyecek lafügüzaflardır. Ne acıdır ki bugün devlet yönetiminde tepeden tırnağa bir savurganlık, bir şov almış başını gitmektedir. İtibarın gerçek anlamda aranması gereken kavramlar; imandır, inançtır, samimiyettir, teslimiyettir, takvadır, haddini bilmedir, tevazudur, adalettir, hukuka riayettir, söylediğini yapmaktır, yapmadığını söylememektir?

Bazı kurum ve kuruluşlarda ?değerler eğitimi? diye bir eğitim verilir, erdemli bir toplumun inşası ve ihyası için. Bugün şöyle bir çevremize, şehrimize, ülkemize bir bakalım bu ?değerler? diye isimlendirilen hasletlerde ne durumdayız diye. Başta imanımızı-inancımızı masaya yatıralım gerçekten Rabbimize O´nun istediği gibi boyun eğip teslim olunanlardan mıyız diye. Kendimiz-çocuklarımız-ehlimiz için oluşmakta olan kaygı-korkuların nedeni ahirette karşılaşacağımız elem verici bir azap mı? Yoksa bu dünyada elde ettiğimiz kazanımları kaybetme duygusu mu? Vesselam.

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR