Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Gelenekçiliğin Dayanılmaz Hafifliği ve İslamcıların Acizliği?

Bu arada mazlum konumunda bulunan kendi insanımızın yanında olmamız gerekirdi, onları yalnız bırakmamalı, ´laik´ kurtlara yem etmemeliydik, ama olması gerekeni de hem bizlere ve hem de onlara, yani ?gelenekçi´ Müslümanlara gücümüz yettiğince anlatmalıydık


?Bir ay doğar ilk akşamdan ürüşan(*)

Bir ben değil, bütün âlem perişan??

Müslümanların, İslam´ın yaşandığı ilk asrın sonundan başlamak üzere, klasik dönemlerin tümü, modermnleşme dönemi ve bu ´yeni´ anlayışa bağlı olarak kendi modern ve giderek, içerisinde yaşadığımız postmodernleşen dönemde, genel anlamda İslam adına ortaya konanların tümüne baktığımızda, ürkütücü bir tablo ile karşı karşıya olduğumuz söylenebilirdi...

Bu tablo en başta Kur´an´ın, aslında insanı yaşadığı çağın mümini ve tüm insanlığa yol gösterici insanı kılası gerekirken, ?Kur´an-hayat, Kur´an-Sünnet, Kur´an-insanlık ve Kur´an-insan ilişkisi? açısından ve bunların toplamı olarak gördüğümüz iman-amel bütünlüğünü ıskalayan bir ilişki biçimini ele veriyordu...

Buna bağlı olarak, büyük oranda bir sessizlik ve elde olan, ya da kalanın esasın kendisi olduğu vehmi başta birçok âlimi ve genelde ise tüm Müslümanların, hayatlarından memnun hallerde olduğunu görüyorduk.

Ama az da olsa, bir ıslah ve tecdid (tali kaynaklarda ve Müslümanın şahsından yenilenme) çabalarına şahit oluyorduk. Eş´ari´nin kaleme aldığı "Malkalat-ı İslamiyyin´i, İslamcı makaleler olarak çevrilebilirdi) üzerinden ıslah çabaları, İmam İbni Teymiyye´nin çabaları, daha Fransız İhtilalinden yaklaşık bir asır önce Hind alt kıtasında ıslah çalışması yapan ve ´Hücetullah´il-Baliğa´ adlı bir esere imza atan Şah Veliyullah Dehlevi´yi, Muhammed bin Abdülvehhab´ı, Cemaledein Afgani´yi, Muhammed İkbâl´i, biz de ise Mehmet Âkif gibi birçok Müslüman âlim, entelektüeel ve aydının çabaları boşuna çabalar olmasa gerekti...

Bu çabaların bir kısmını İslamcılık olarak okuyabilirdik. Ki İslamcılık anladığımız kadarıyla her ne kadar birçok Müslüman âlim, aydın ve entelektüel saikiyle devrin Osmanlı sultanı 2. Abdülhamid´in şahsında batı emperyalizmine karşı devleti, yani Osmanlı mülkünü kurtarma düşüncesine dayanıyor olsa da, bu amaç içerisinde, toplumu her açıdan sahil-i selamete ulaştırma uğraşısı olarak daha bir anlam kazanan bir öze sahipti.

________________

Bu öz aynı zamanda kurtuluş için gerekli olan maddi doneleri beraberinde taşıyor olsa da, Kur´an´ın ?aydınlatıcı´ rehberliğinde Müslümanların hurafe bütünlüğünden arınmasını ve onların ıslahını, yani onların olgunlaşmasını, kemale ermesini de işin önemli ve ayrılmaz bir parçası olarak görüyordu.

Bu düşünce akımının cumhuriyetle birlikte varlık zemininin kalmamasına koşut olarak süreçte laikleşen ve ulusalcılaşan ?yeni erk´ tarafından bir yok oluşa itildiği dönemin şartları gözden geçirildiğinde görülecekti.

İşte, ?hayat boşluk kaldırmazdı´ düşüncesi gereği, onun yerine, ama onu unutturan, onun yerine geçen, onun yerini kapan, onu yok sayan ve onun varlığını kendi varlığı için tehlike sayan dönemin gelenekçi Müslüman şahıs ve çevreleri tarafından, İslamcılığın modernistlikte, batıcılıkla ve düpedüz İslam düşmanlığıyla, karşıtlığıyla suçlanıp değerlendirilmesi neticesinde, muhafazakârlık ideolojisi bir tavır ve tutum üzerinden İslam´ın kendisi olarak kabul ettirilmek istenmişti.

Bu konuda da başarılı olmadılar da değildi. Öyle ki günümüzde birçok çevre tarafından, bize göre yanlışlıkla ve tarafgirane bir şekilde İslamcı olarak tanımlanan birçok şahıs (âlim, şair, düşünce adamı vs.) aslında, elde bulunan bilgiler ve belgeler muvacehesinde değerlendirildiğinde İslamcı olmadıkları görülecekti,

Sadece, bir yanılsama ve zühul eseri olarak dinî düşünde açısından gelenekçi, modern açılardan bakıldığında da bağdaştırmacı bir çerçevede duran zevatın, olsa olsa muhafazakâr olduğu söylenebilirdi. Ör. Necib Fazıl...

Ama maalesef, herkesi aynı form çizgisinde buluşturmak pek mümkün olmadığından dolayı, modernleşme sonrası karşımıza kategorik olarak üç grup profili çıkmaktaydı. Bunlar; 1-Modernist Müslümanlar, 2-gelenekçi Müslümanlar, 3- İslamcılık formu çerçevesinde seyreden ´ıslah çabası´ içerisinde bulunan Müslümanlar.

İslamcıların yanlışları ve hataları olmakla ve kendi başına bir anlam ifade ettiği halde, modernist kulvardan bulunan Müslümanların, işlediği hataların ve yanlışların başta salt kendi boyutu olmakla birlikte, bu insanları bu hataları işlemeye esas sevkeden cenahın, Kur´anî mesajı öteden beri dondurmuş bulunan, Sünneti ise Kur´an´ı da aşacak oranda ´yüce´ bir noktaya çektiği görülen ve adlarına gelenekçiler (tasavvuf ehli ve Selefiler) diyorduk.

Bizim yukarıda tanımladığımız kategori, 19. yüz yılın kendine özgü şartları ile birçok değişikliğe uğradığı halde, neredeyse büyük oranda 20. yüz yılın sonlarına kadar etkisi hissedilen bir öze sahip olmuştu.

Bu kategorik çerçevede bulunan ´ana´ grupların, hayatla ilişkilerinden ziyade, devletin elden gitme riskine binaen, batı ile ilişkilerine bakıldığında; a-modernislerin batıdan gelen hemen her şeye açık oldukları, onlardan sadır olan saldırları bir meşruiyet içerisinde anlamlandırdıkları, b-Gelenekçilerin, durum ne olursa olsun, İslam topraklarını savunma ve küfre karşı cihadın gerekli olduğu.(1) c-Keza İslamcıların da İslam topraklaını savunmada gelenekçiler gibi esasa göre hareket ettikleri kabul görmektedir.(2)

Ama bunun yanında modernistlerin her zaman yüz karası olarak tanımlanacak olan Hindistnalı Sir Ahmed Han´ın sömürgeci İngilizler nezdinde sergilediği ´utanılacak´ çabaları onların sömürgecilerin marifetiyle ´oluşturulan´ gelecekleri üzerinden emperyalizme borçlu kılınmaları bu minvalde sayılabilirdi.

Maksadın anlaşılması açısından yapmaya çalıştığımız bu kategori, mantık ve içerik açısından doğru olmakla birlikte, gerek 19. yüzyıl, gerek 20. yüzyıl ve gerekse de, 21. yüzyılın dolmakta olan ilk çeyreğinde, değişen durumlar muvacehesinde çerçeve değişimi, zaman yitimi ve söylemin farklılaşmasına bakıldığında  El hasıl, eski hali bilip, yeni halin fıkhını üretmek, ya da bir izmihlale, yani maazzallah yok oluşa sürüklenmek içten bile değildi...

Bu eski, ama zamanı açısından gerekli ve anlaşılır bir temele sahip bulunan bu kategorik çerçeve, yine zamanımız açısından değişmeyen ve ´eskimeyen´ birçok doneyi barındırıyor olsa da, artık, İslam dünyasından ziyade Türkiye´yi baz aldığımızda yeni bir kategorik durumlarla karşılaşabilirdik.

Hele bir de, gelenekçiliğin işi azıya aldığı, onun işinin gücünün sadece Kur´an´a atıf yaptığı, Sünneti de Kur´an´ın yörüngesine oturtmaya çalıştığı, bununla birlikte, ´geçmişte faydalı olduğu halde´ günümüz şartları karşısında ciddi bir esprisinin kalmadığı gözlemlenen eski söylemlerin yerine yenilerinin konulmasını düşünen,isteyen ve imkânkar ölçüsünde ona yer vermeye çalışan ve genel anlamda ´İslamcı´ olarak tavsif edilecek olan kitleyi hedef tahtasına koyup, tüm gücünü, onu ortadan kaldırmaya hasretmiş görülen gelenekçi/muhafazkâr(3) kesimin günümüzde varlığı daha da belirginleşmekte ve gelecek umudumuzu kırmaktaydı.

Bu ´kadim´ üç grubu güncellediğimizde, mes´eleye İlhami Güler´in ´etrafını cami, ağyarını mani´ söylemiyle yaklaştığımızda, modernistleri bir an sarf-ı nazar ettiğimizde, o kadim İslamcı kategorinin de çoğullaştığını, maksatları ve Kur´an başta olmak üzere, temel kaynaklara yönelik yaklaşımları açısından temelli bir farklılaşma içerisinde oldukları görülecekti; "Türkiye´de bugün birbirinden farklı dört dini düşünce davası vardır: 1- Türkiye´de sayıları son derece azınlıkta olan ancak, Arap dünyasında nispeten yaygın olup(DAİŞ-SUUD),  Kur´an ve Hadisleri olduğu gibi mutlak kaynak olarak görüp diğer içtihatları reddeden?Selefîler?. 2- Nakşî-Hâlidi Tasavvuf ile mezc olmuş Hanefi-Maturidi?Sünnîlik?. 3- Kur´an´ı ?evrensel/mutlak? olarak görüp, diğer kaynaklara karşı eleştirel olan ?Evrenselciler.? 4-?Sabit Din Dinamik Şeriatçılar"(Tarihselciler)(4)

Burada var olduğu düşünülen ´ideolojik/dinî söylem bazında´ bir savaşın bu dört kategorik grup arasında verildiği, gelenekçi cenahı oluşturan tasavvufçu ve Selefi çevrelerin birbirlerine yönelik olan ´söylemsel savaşları´n bir eseri olan okların çoğu kez, ne gariptir ki, adeta hedef şaşıtırcasına genel anlamda İslamcılara yöneltildiğini, ama bunun yanında İslamcıların, çoğu kez bu iki ana akıma karşı kendilerini ´elde bulundurdukları değerleri açısından´ savunurken, İslamcı cenah içerisinde saydıkları başka kategorik yapılarında saldırılarına maruz kaldıkları söylenebilirdi.

Bu da türüne özgü bir garabet olsa gerekti!

Yukarıda vurguladığımız gibi İslamcıların ve modernistlerin elbette kendi yanlışları ve hataları vardı. Ki keza gelenekçilerinde. Ama mesajı dondurrmaları, düşünceyi yasaklamaları, yaşadıkları çağı, ya da çağların pek bir farkına varmamaları vs. vs. işin içerisine dahil edildiğinde, bugün yaşanan sıkıntılar sökün edecekti. Ki bundan ne bir kaçış mümkünde ne de onu başka türlü yorumlama lüksü! Yumurta gelip kapıya dayanmıştı zira?

Nureddin Yıldız örneğinde olduğu üzere, laik medyanın ve birçok ´yetkili-etkili/yetkisiz, ama etkili olmaya çalışan çevrelerin yapıp ettikleri karalama çalışmaları, aslında İslam´a ve doğrudan Kur´an´ın mesajına yönelik olmakla birlikte, bu çevreleri azgınlaştırıp, harekete geçiren esas amilin, bu gelenekçi zevatın, karşıtına, düşmanına anlamsız görüntü vermeleriyle alakalıydı diye düşünmeden edemiyordu insan...

O çevrenin verdikleri anlamsız görüntüye bağlı olarak gerek geçmişte ve gerekse de günümüzde yaptıkları, ama bir maslahatta ziyade, adet yerini bulsun kabilinden yapılan konuşmalar ve ortaya konan işler, dönüp dolaşıp o gelenekçi Müslümanlar üzerinden Müslüman toplumun tümüne ve adam akıllı bir tablo oluşturma, mesaj verme ve imaj oluşturma dışında bir amacı olmayan biz İslamcılar olarak bizleri vuruyordu.

Gavur gavurluğun yapacaktı, ama bizde adam gibi bir profil çizmeliydik oysa?

Bu arada mazlum konumunda bulunan kendi insanımızın yanında olmamız gerekirdi, onları yalnız bırakmamalı, ´laik´ kurtlara yem etmemeliydik, ama olması gerekeni de hem bizlere ve hem de onlara, yani ?gelenekçi´ Müslümanlara gücümüz yettiğince anlatmalıydık.

Burada belirgin bir suçlu aramamakla birlikte, mes´eleyi temelden tespit için, bu konuyu derinlemesine ele alıp incelemeli, analiz etmeli, sonuca bağlamalıydık?

 

(*) Ürüşan, TDK Sözlğk´te rûşen: ruşen; anlamında aslı Farsça bir kelime olup Türkçe ?çok aydınlık, parlak´ anlamıda, ama halk dilinde galatlaşarak, yani bir nevi yapı bozuma uğrayarak, yanlış söyleniş eseri olarak ?ürüşan´ şeklini almıştır. Ruşen aynı zamanda ?aydın kişi, entelektüel´ anlamlarına da gelmekte olup, bu sıfatlar, adı geçen bu kelimeden kinayedir. 

1) Kafkas kartalı lakaplı Nakşibendi şeyhi Şeyh Şamil´in Ruslara karşı verdiği ´dillere destan´ mücadelesi.

2) Mehmed Âkif´in gerek kurtuluş savaşında Anadolu´yu adım adım dolaşıp, cephelere kadar gidip oralarda askerlere moral vermesi ve cepheden şiirler yazması...

3)Hatta önemli bir kısmı, batılı seküler paradigmalara dayanan demokrasi kalıbı içerisinde ve aynı yol ve yöntemle politik kulvarda siyaset yapan yapıları, güya elde ettikleri mevzileri elden gitmesin diye oraya abanan gelenekçi muhafazakârlar, aynı zamanda İslamcıları hiç sıkılmadan, hatta utanmadan modernist olmakla suçlayabiliyorlardı.

4) http://www.islamianaliz.com/yazi/turkiyede-din-davasinda-dort-dusunce-tarzi-3601#undefined.gbpl 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR