EVDE KAL! OKU, OKUT, HAYATI ANLA, SORGULA…
–Bilgi ve Erdemle Donan, Yarınlar İçin Kutlu Bir Değişimin ve Dönüşümün Öncüsü Ol!-
İnsanın unuttuğu bazı önemli şeyleri hatırlamasını sağlamak açısından, epey zamandır dilden dile dolaşan ve bir gerçeğe vurgu yapan Arapça-Türkçe tandaslı olup bir espriye dayalı, aynı zamanda kafileyi bir söz vardı bilirsiniz: “Et-tekrar’u-Ahsen welevkane yüz seksen” diye…
Bu ifadenin “Ettekrar’u murrun…” versiyonunu ise, şimdilik sarf-ı nazar ediyoruz…
Tekrarın tek düzelik, can sıkıcı, sıradan tarafını bir yana koyduğumuzda, onun faydalı, gerekli ve önemli yönünü ise unutmamamız icap ederdi.
Buradan hareketle, yine “Bir nasihat, bin musibetten evladır” deyişi, bize, tek başına tekrara gerek kalmadan insanın, özellikle de Müslümanın, günlük ve ömürlük tüm işlerinde, 'insan' kelimesinin bir açıdan anlamı olan ‘nisyan’a vurgu yapmasını ve bu kelimenin ete kemiğe bürünmüş biçimi olan unutma eylemini, mümkün mertebe aklından çıkarmaması gerekir. Ki Kur’an’da “Ey insan!” diye başlayan hemen her hitap kanımızca bu gerçeğe işaret etmektedir.
Bununla birlikte, unutmak insani bir haslet midir, sonuçta evet. Hatta ondan kaçışta mümkün değildir. Ama insan, özellikle de Müslüman önce kendini, sonra ise, ailesini, sosyal çevresini, alabildiğine geniş çevreleri, Dünya’yı ve kainatı okuma eylemine giriştiğinde, kendisine “Ey İnsan!” hitabıyla seslenen Kitab’ını da okumak zorunda kalır. Diyebilirlerdir ki o literal bir okuma biçimidir, ama sonuçta bir okuma biçimidir ve o okuma biçimi aynı zamanda insanın/Müslümanın kendinden başlamak üzere başladığı çoklu okuma biçimini ie ‘iki kapak arası’ maddi varlık yoluyla işin bir sağlamasını yapmış olur.
Anlaşılan insanın çoklu okuma biçimleri, bir açıdan, hem bu okumaların, hem de ortaya konan, konması gerek; “insan-kendi, insan-çevre ve insan-Allah” ilişkilerinin de bir izahı, yorumu ve sonuçlandırıcısı oluyordu.
İnsan bu işin başına öncelikle hikmeti koymalıydı. Zira hikmet her şeyin başıydı. İşin künhüne vakıf olmak, aynı zamanda, eşyada Allah’ın ona yerleştirdiği hikmeti aramak, peşinde koşmak, gayret göstermek gerekirdi.
Bunları alt alta, üst üste koyduğumuzda, bir mecburiyetten olsa gerek, adına ‘eve kapanmak, kapatılmak” denecek olsa da, çıkış sebebi ve mahiyeti, birileri tarafından ondan istenen her ne olursa olsun, tedbir alsın, ya da almasın yüz milyonlarca Dünya insanını etkisi altına almış bulunan koronavirüs sebebiyle tedbire başvurup kendi tıbbi önlemlerimizi alma şartıyla, bu felaket durum, bizi, ailemizi, yurdumuzu ve Dünya’yı –ne oranda olursa olsun- terk edene kadar evde kalalım derim…
Tamam, işlerimiz aksayacak, kazanacağınız, ya da kazanacağımızı umut ettiğimiz maddi kaynaklarımız kesada uğrayacak, işyerlerimiz bir müddet kapalı kalacak, dostumuzla, ahbabımızla buluşup sarmaş-dolaş olamayacağız, belki psikolojimiz bozulacak, yenine göre “of aman” çekeceğiz olsak da, bu felaketi atlatana kadar ev’i keşfetmeli, evde kalmalı, ‘evli’ olmalı, ailenin yeniden farkına varmalıydık.
Bir ruhu olmakla birlikte namaz gibi ‘şekli’ ibadetlerimizi evde, eğer imkan varsa aile fertlerimizle, çocuklarımızla birlikte kılacağız, gidip te kahramanlık yapıp “Ey Müslümanlar, gelin bu kapıyı kıralım!” meydan vererek, camide namaz kılma kahramanlığına sığınmayalım… Zaten, aklı başında, medeni hiçbir Müslüman bu bayağılığı sergilemez, sergileyemezdi.
Evde kalacağımız süre içerisinde, eğer kimin bir becerisi varsa, evin tamir işine el atabilirdi. Bunda bir beis yoktu. Kırıkları onarmak, dökükleri yerine koymak, hatta cam silmek dahi, evde kalmanın can sıkıntısı karşısında insana ilaç gibi gelirdi. Ki birde evde baba, oğul varken, özellikle de cam silmek annelerin, kadınların, kızların işi olmamalı, onları cam’a, çerçeveye çıkarılmamalıydık.
Türedi Bir Anlayış: “Evim” İdeolojisi…
Evde kalındığı süre içerisinde, kapitalizmin ‘şiddetle’ önerdiği, daha doğrusu dayattığı, bireyci, hazcı anlayışa payanda olabilecek bir hayatın ikamesi için öngörerek “evim, evim, güzel evim” esprisini tüketim olgusuna dahil ederek türedi bir “EVİM” ideolojisi tehlikesine de karşı teyakkuz halinde olmamız icap ederdi.
Sonuçta, bu felaketin bitimine kadar ev’de kalalım, okuyalım, okunalım, okutalım, birbirimizi yeniden keşfedelim, eski tür modern, seküler tandaslı alışkanlıklarımızın ve “bu, gelenektendir” deyip fıtratımıza da oldukça yabancı olan onlarca, hatta yüzlerce yıldır süregelen ‘atadan, dededen’ tevarüs eden kötü ve yoz iş ve amellerin, yerini, bizi Kitab’a, Sünnet’e ve hayatın öngördüğü sahih değerlere yeniden bağlanarak tersyüz edelim.
Eşref-i mahukat olan insana/Müslümana da bu yakşırdı.
Tabii ki bunu yaparken, kesin ve sağlıklı sonuç alacaksak, kendi dünya görüşümüzde de bir değişiklik yapmalıydık. Zira onun zamanı gelip te geçiyordu.
Bize musallat olan Emeviciliği, saltanatçılığı, sağcılığı, milliliği, milliyetçiliği, muhafazakarlığı bırakıp yeniden Müslümanlaşalım ve İslamcı(*) kalalım…
Haydin; Salaha, haydin felaha…
(*) İslamcılığı burada bir ideoloji olarak değil, hal, davranış ve kadim tutum olarak düşünmemiz gerekir.