Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Eskinin Tecrübesi Şimdinin İse Hak İhlâli… (Çocukların çalıştırılması mes’elesi)

Yazarımız Sait Alioğlu'nun "yeni" yazısı...


“Usta; çocuk işe niye gelmedi?

Anne; Ustam, benim oğlum, bana “ustanın  kırk küsur yılda öğrendiğini bir günde öğrendiğimi söyle dedi”

Yukarıdaki anekdotta da geçtiği üzere günümüzde de örnekleri var olmakla birlikte, geçmişte de meslek öğrensin diye bir ustanın yanına verilen bazı çocukların, ustanın kırk yılda öğrendiği işi bir haftada, hatta bir günde öğrendiği, hatmettiğine dair hikâyeler anlatılır.
Bu hikâyelere girmeyeceğim. Zaten, benden çok daha iyi, ders niteliğinde anlatıla gelen hikâyelere, rivayetlere sahip olduğunuz konusunda hiç, ama hiç şüphem yok!

Benimkisi sadece bir teselli, o kadar!

Bir de ebeveyni tarafından –zor ya da kolay- bir işe, bir ustanın yanına meslek öğrensin diye verilen çocukların büyük bölümünün, aylar, yıllar sonra işinin ustası olduğu da bilinir.

Çoğu o meslekte yıllarca süren bir çabayla çırak-kalfa ve ustalık aşaması sonucunda bir hayat sürer. İşin istisnaları da var tabi yukarıda belirttiğimiz cinsten…

Hatta anne, babalar çocuğunu bir ustaya emanet ettiklerinde –bu medrese ve Kur’an Kursu formu içinde geçerli idi- “eti senin, kemiği benim” hatırlatmasını çocuğun anlayabileceği ve idrak edebileceği bir şekilde belirtirlerdi.

Şimdi var mı bilmiyorum, ama çok uzak, uzak ve yaşadığımız uzak-yakın geçmişte böyleydi.

Bu, aslında silsile içerisinde devam eden bir tecrübeye dayalı bir durumdu.

Çocuğun ne kadar para alacağı, haftada kaç gün çalışacağı, işe –gerekirse- Pazar günü gelip gelmeyeceği, ne zaman dinleneceği mevzuların dillendirilmesi ayıp sayılır, onlardan sarf-ı nazar edilirdi.

Demiştik ya “usta! “bunun eti senin, kemiği benim” diye…

Yani, anlayacağınız, çocuk/evlat/çırak dökülürse, ondan arta kalanlar ise, annenin ve babanındı!

Ne korkunç şey değil mi?

Şimdi için öyle, ama başa sıkıntılı bir iş gelmediği sürece, böyle bir söylem geleceğe teminat olarak kalacak olan tecrübe, işi korkunç sınıfına sokmuyordu. Bilakis tecrübe olarak nesilden nesile aktarıla, aktarıla devam edip gidiyordu.

Galiba, bu tecrübe aktarım işi şimdilerde az da olsa kerih görüldüğü için, bir kısmı haklı sebeplere bağlı olsa da büyük oranda kendine özgü bir zihniyet çizgisinde oluşan yeni bir dil ve yeni bir söylemin marifetiyle “çocuktan yana”” bir hak ihlâli olarak görülmeye başlandı.

Böyle bir tecrübenin, başta batıda olmak üzere bizde de hak ihlâli olmasının elbette bir doğrusallık içerisinde sebep-sonuç ilişkisinden kaynaklandığı kabul edilecektir. Ve bunun elbette olumsuz temelleri de vardı mutlaka…

Esas olan ise, doğruyu eğriden ayırıp hakikate ulaşmak iken, yeni durum buna izin vermiyor, verdirmiyor. Hatta 28 Şubat sürecinin kurumsal olarak mağduru sayılan sanayide ve ona kaynak sağlayan yan kollarda eleman bulunamayışı da işin cabası idi.

Bunun yanında, toplumun elbette bir mühendise, tıpçıya, hukukçuya vb. ihtiyaç olduğu halde, fırıncıya, oduncuya, kömürcüye de vb. ihtiyaç vardı.

Bu hep öyle olmuştur, olmasına ama şeklen de olsa herkesin üniversitede okuması, üniversiteli olması, oranın diplomasını alması gibi; yukarıdan aşağıya; yöneticiden, siyasetçiye ve ebeveyne kadar toplumu saran, reel, ama pek de gerçekçi olmayan bir durumda ara elaman konusunda engel teşkil ediyordu.

Yani, anlayacağınız takoz işlevi görüyordu.

Bunu, haydi anneler, babalar görmüyordu diyelim, ya yöneticiler, koskoca siyasetçiler, denetçiler, planılar, programcılar, velhasıl “devlet” bunu nasıl öngöremiyordu?

Ülkeyi “siyasal İslamcı” bir iktidardan kurtarmak için(!) geleceğimizi yok etmeye çalışan 28 Şubatçı anlayış, göz göre göre, kendi tercih ettikleri kapitalist sistemin tökezlemesini dahi umursamamış, katsayı zulmü ile İHL’ler ile birlikte meslek liselerini de tırpanlamaya çalışmışlardı.

Bu yapılan yanlış az da olsa AK Parti iktidarı döneminde düzeltildi, ama bu dönemde de –Ak Parti’nin siyasal marifetiyle dönüşen muhafazakâr kitlenin de çocuklarının illa da üniversiteli olmalı düşüncesine bağlı olarak, sanayide ara elaman sorunu pek de halledilmiş gibi görünmüyor.

Bunun yanında özellikle de İstanbul gibi birkaç metropol şehirde konuşlu bulunan birçok sanayi bölgesi yönetiminin, masraflarının büyük kısmının kendilerince karşılandığı MEB’e bağlı “özel meslek liseleri” konsepti var olan soruna bir çözüm olabilir gibi duruyor.

İnşaallah diyelim.

Yoksa bu gidişle ekmek pişirmeyi, baklava hamuru açmayı bırakın –bu işleri anneler, ablalar yapabilir- teknik olarak “ara eleman” bulamayacak durumda kalırsak ne yapabiliriz?

Buna bir de kırsal kesimde tarımla uğraşılmaz ve çobanlık yapılmaz halleri de eklediğimizde, var olan soruna kalıcı ve nitelikli bir çözüm bulamadığımızda ağzımızı havaya mı dikeceğiz acaba?” diye sorular zihnimize üşüşmüyor değil.

Bunlar, konunun uzmanı olmayan, ama çocukluğunda çeşitli işlerde çıraklık yapmış, ebeveyni tarafından “eti, kemiği” muhabbetinin muhatabı ve konusu olmuş, ayrıca kendi cep harçlığını çıkarmak için birçok iş yapmış, hatta kısa bir süre memurin sınıfında da bulunmuş, sonuçta da, işin mahiyeti zor olsa dahi, sevdiği için kitap işinde karar kılmış bir işçinin, amelenin, elamanın tecrübe yoluyla elde ettiği bilgilere dayanıyor.

Elbette ki, bu tecrübelerin acı tarafları da vardı, ama hak ihlali mes’elesini öne alarak çocukları sözde bilgili, ama boş, beleş bir şekilde “küresel” kapitalist sistemin dönen çarklarına ve insafına terk etmemek gerekir.

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR