Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Eskimeyen hakikat üzerinden “sıkıntılı da olsa” yola devam…

Yazarımız Sait Alioğlu'nun "yeni" yazısı...


Anadolu’nun birçok yöresinde, bayan ve erkek isimlerinin büyük çoğunluğu(Türklerde ve Kürtlerde) Arapçada geçen şahıs isimleri olup, girdiği ve yerleştiği dilin kalıbına uygun olarak meşhur olmuştur.

Örnek vermek gerekirse, Muhammed(Mehmet) Ali, Hasan, Fatma, mukaddes vb.

Bir de çok ilginçtir kadın ismi konusunda karşı tarafa tevdi edilen herhangi bir işten dolayı “eylem/fiil” gerektiren bir isim mevcuttur.

Bu isim İslim’dir. Yani “teslim ol!”

İslam’da her ne kadar aynı kökten gelen “selam” yani “barış” olarak tanımlansa da, yine aynı kökten gelen ve bir teslim oluşu remzeden “İslim” ismini halkımız kadınlara isim olarak uygun görmüştür.

Zaten, işin temeline inildiğinde, salt “barış” anlamına gelen İslam, haddizatında, fiil olarak Allah’a teslimiyeti de içermektedir.

Bakara 131. Ayet’te O’na teslim oluş anlatılır.(1)

Sonradan kültürümüzde kadınlara isim olan “İslim” fiili, en başta Allah’ın gerek barış ve gerekse de teslim oluş anlamında tüm peygamberleri(r.anhuma) vasıtasıyla inanlara ulaştırdığı dinin de adıdır.

Başta dinin adıdır ki, sonrada bizlere de kültürlenme yoluyla da olsa, isim olmuştur. Ör. Cennet, Melek vs. olduğu üzere…

İnsanlık tarihinde, “ed-din”(din adına özellik içeren) olan İslam’la birlikte, zamanla çeşitli saiklerle onun bağrından çıkmış ve hakikatle var olan bağını koparmış çeşitli mezhebi oluşumları ve dinler ortaya çıkmıştır.

En temel ilke olan tevhid, anlayış ve kavrayış açısından dejenerasyona uğramış, mutasyon geçirmiş ve hakikatine dair özünü yitirmiştir.

“Sözlükte “tek ve bir olmak” anlamındaki vahd (vahdet, vühûd) kökünden türeyen tevhîd “bir şeyin bir ve tek olduğunu kabul etmek” demektir.” (2)

Ona Kur’an’da ve sünnete bayağı bir önem verilmiştir.

Ki, “Kitap ve Sünnet’te tevhid ilkesine büyük önem verilmesi, maddî ve mânevî özellikleri bakımından yaratılmışların en üstünü olan insanın vicdan hürriyetini sağlama hedefine yöneliktir. “(3) Bundan dolayı da insanın yalnız en yüce varlığa boyun eğmesi düşünülmüştür.

Tevhid, salt Allah’ın varlığının ve birliğinin kabulü anlamında olmayıp, her şeyin O’nun emrine tabi olduğunu; bununla birlikte insanın hayatına anlam katan, onu değerli kılan bir özelliğe sahip oluşu söz konusudur.

Tevhid’in zıddı ise şirktir, yani, insanın hayatında var olan, onunla birlikte hareket eden, hayatın akışında belli bir yeri bulunan ögelerin hakikatin hilafına Allah’a şirk koşulması eylemidir.

İnsanı yaratan Allah© ona vahiy yoluyla bir reçete sunmuş, onu desteklemiş ve onu bir imtihana mebni kılma gayesiyle onu “hakkı ve batılı seçme hususunda” serbest bırakmıştır.

O, isterse iman eder, isterse inkâr eder.(4)

Tevhid’den yüz çevirmek çok kişinin andığı gibi kuru bir sebebe dayanmamakta olup bir biriyle bağlantılı “girift” birçok sebebi bulunmaktadır.

Bunlar; bulunulan çağda ve bölgede(ülke, şehir, dünya) yönetime kendilerinin “hak sahibi” olduğu, olması gerektiği iddiasından tutunda, böylesi iddiaları onlar açısından haklı çıkaracak ekonomik malikiyet de dahil olmak üzere çeşitli sebepleri vardı ve halen de var olmaya devam etmektedir.

Zira baş olma iddiası tekrar edildiği sürece, bu süfli söylemde durmadan, kendini tekrarlayarak devam edecektir.

 İşin en temelinde ise Şeytan-ı lain’den alıntı bir anlayışla “beni ateşten yarattın…”(5)        yanlış esprisi üzerine kurulu düşüncedir.

Bilebildiğimiz kadarıyla,  ilk insan Âdem(as)’ın oğlu kabil’in, kardeşi Habil’i, ona verilenden hareketle kıskanması sonucu, yapmaması gereken ve bir daha da asla “geri dönüşü olmayan” ve kıyamete dek var olması gereken insanlar arası hukukun zedelenmesine yol açan,(6) ondan beslenilen kan dökme ile sonuçlanan eylemini, olay bağlamında bir baş olma düşünce ve eylemi olarak okuyabiliriz.

İnsanlığın dünya yüzünde başladığı ilk yürüyüşünden bugüne yürüyüş devam etmekte olup bu yürüyüşlerin bir kısmı, ne yazık ki, insanına, toplumuna ve çağına göre birbirinden belirgin farklar gösterse de, amaç ile mantık ve dil aynı kalmış, sadece araçlar değişmiştir.

Bu kutlu yürüyüşe zeval vermeye çalışan sakil yürüyüşün(karşı yürüyüş) ilk dönemlerdeki formu klasik idi. Günümüzde birçok değişikliğe uğramış olsa da modernizm kalıbında vs. olarak okunmaktadır.

Ama zaman değiştikçe “iğva” düşüncesi aynı kalmakla birlikte adı bir dönem “materyalizm, aydınlama, pozitivizm, sekülarizm iken şimdilerde ise karşımıza “insancılığı(hümanizm) da aşacak olan posthümanizm olarak çıkmaktadır.

Olur mu olmaz mı Allah© bilir, ama biz değerlerimizden hareketle olaya müdahil olmaz isek daha çok “iğva” içeren birçok ideoloji ve form ile yüz yüze kalabiliriz.

Bu iğvayla yüz yüze kalmak istemiyorsak, ona karşı ne/neler yapmalıyız?

Evet bu “ne/neler yapmalıyız?” sorusuna cevap bulmamız gerekir. O da, küllî anlamda insanı, yani bizi ilgilendiren konuların tümünde eskimeyen ve de asla eskimeyecek hakikatler üzerinden sabırla, nitelikli, uzun vadeli ve “derinlikli” çalışmalar yaparak, yapılan çalışmalara aynı minvalde katkı sunarak, omuz vererek yapılması gerekenleri yapmalıyız.

Dünden bugüne peygamberlerin, onların sadık dostlarının ve bugünde bizlerin üzerinde, düşen izleri takip ederek yürümeye çalıştığımız yolda, biz bir, iki hareket edebilirken, zalim küffar, gecesini gündüzüne katıp –birbirlerini yalanlayacak da olsa- çeşitli ideolojiler vasıtasıyla bir hayli depar atmakta.

Biz “gün ola harman ola” derken, onlar, doğan güne ve batan güne bakmadan her şeyimizi değiştirmeye, fıtratımızla oynamaya, sinir damarlarımıza iğne darbeleri vurmaya sürgit devam etmekteler.

Onlar fıtratlarını bozdukları halde bir arada durmaya çalışırlarken, ya da durma numarası yaparken bizleri ha bire çeşitli sebeplerle mezheplere, milletlere/uluslara, kamplara vs. ayırmaya çalışıyorlar.

Bu eylemleri için birçok bilimsel disiplin, formu(sosyoloji, antropoloji, oryantalizm vb.) ortaya koymakta ve o çalışmalar için yıllarca Batılı amaç uğruna “çölde, dağda, vahşi ortamlarda” yaşamayı göze alan sözde bilim insanlarının çalışmaları için akıl dışı paralar aktarmaktalar.

Biz ise, çoğu kez hasbelkader değil on binlerce kitabın bulunduğu kütüphanelere, bir kitaplığa dahi hediye kitap bulamıyoruz…

Ancak işe “devlet” el atarsa o başka. Ama o da unutuluyor ki, yöneticileri “bizden” dahi olsalar, devletlerde batılı paradigmanın albenisiyle bir “mahcubiyet” içerisinde ömür tüketmekteler.

Tabii ki, böyle bir mahcubiyet, her ne kadar yönetici konumunda bulunuyor olsa da, muhafazakâr reflekslerle hareket eden, kıyısından, köşesinden de olsa kendini İslam’ a ait hisseden “bizden” yöneticiler dışında, tabiri caizse korku duvarını aşıp “dünden itibaren güle oynaya batıcı olan, ama adları hasbelkader “adımızla adaş” olan zevat bu işin dışındadır.

Bu yürüyüşümüzde, karşımızda olup bitene bakıp bizim meşrebe uygun konulara el atıp diğerlerini yok saymak gibi bir lüksümüz olmamalı…

Bir de bizi hakikatimize yabancılaştıran; ekonomiden, aile ve birey ilişkilerine kadar ne kadar yol, yöntem, ideoloji ve paradigma varsa, hepsi ile yüzleşmek ve hesaplaşmak gerekir.

Ne demişler “pilavdan dönenin kaşığı kırılsın!”

İşte, eskimeyen hakikat üzerinden “sıkıntılı da olsa” yola devam edeceğiz, başka bir şansımız yok vesselâm…

(1)Rabbi ona: ‘Teslim ol’ dediğinde (O:) ‘Alemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti.(Ali Bulaç Meal)

(2)https://islamansiklopedisi.org.tr/tevhid

(3)https://islamansiklopedisi.org.tr/tevhid

(4)Kehf suresi 29. Âyet

(5)A’raf 12. Âyet         (6)Maide-32. Âyet

 

Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR