Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Aziz DARICI


ELEŞTİREL DÜŞÜNME(2)

Yazarımız Aziz Darıcı'nın "yeni" yazısı...


Daha önceki yazımızda eleştirel düşünmenin bir süreç ve sorun çözme becerisi olduğu üzerinde durmaya çalıştık. Bunun bizim zaman diliminde neye tekabül ettiğine dair bazı çıkarımlar sergiledik. Birinci yazıya gelen bazı yorumlardan anladığımız şey, eleştirel düşünmenin; bir düşünme biçimi şeklinde ki anlamlandırmamıza karşın; "yargılama, olumsuzlama, yerme" olarak görüldüğü, Batı aklına yapılan atfın da pek hoş karşılanmadığı anlaşılmıştır. Bunu da bir eleştiri olarak not edelim. İşin hikmetine doğru tekrardan yol alalım.

Eleştirel düşünmenin kavram olarak batı aklına atfın, İslami akla ya da İslam'daki eleştiri biçimini yok saydığımız anlamında tabi ki değildir. İslam; her türlü hayır, iyilik ve bereketin adıdır. İslam; hak-hukuk-adalet ve özgürlükle özdeştir. Lakin İslam coğrafyası bu değerlerle ciddi bir cedelleşme içindedir. İman ettiği üzerine bir hayatı yaşama "evet" diyen Müslümanın; kendisini bu değerlerin sahibi görüyor ama bu değerlerin kendi üzerinden hayata yansıması noktasındaki zaafiyet içeren, kendisine yakışmayan hal ve tavırların gafilliğini görememektedir. İnsanlık için çıkarılmış hayırlı-dengeli ümmet adını satın almış ama bu konumu hakkettiğine dair "ahlak ve adalet" ölçüsünde bir hayatı ortaya çıkaramamıştır. Hz. Peygamberin hayatına sahip bilgisi, dilinde çektiği salavatların çokluğu;  pratik anlamda insanlığın Hz. Peygamberin ahlakına olan özlemi giderememiştir.

İslam aklının ve düşünme biçimin yetkin kılınması burada amaç iken; bunun nasıllığı günümüzde halen tartışma konusudur. Gelenekselciğe takılan birçok durum gibi "eleştirel düşünme" biçimi de bazı tabulara takılmış durumdadır. Sözü edilir ama bir yöntem olarak pek kullanılmaz. Bir disipline dönüşmediği içinde entelektüel köşe yazılarında adı geçen kavram olarak kalmaktadır. Müslümanların eleştirel düşünmeye bakış açılarındaki tutum kavramlara yükledikleri tarihsel okumaların rolü büyüktür. Vahyin; iman edenlerin Allah katındaki üstünlüğünü yaptığı atıf, bazılarınca çalışmadan da her türlü üstünlüğü hakkettiğimize dair bir yanılgıya düşürmektedir. Oysa Allah çalışanlara, gayret edenlere yollarını kendi rahmeti gereği herkese açmıştır. Zaten bilgi, teknoloji, bilim, ilerleme, gelişme, değişim ve dönüşüm de bu çaba ve gayretin ürünü olarak Allah'ın insanlığa bahşettiği nimetlerdir. Bugün Batı aklını hak ve hakikatle olan bakışını eleştiriye tutmamızın haklılığı ne kadar doğru ise tarihte İslam medeniyetinin insanlığa sunduğu hizmetler gibi Batı aklının ürettiği bilim ve teknolojinin insana sağladığı kolaylıklarından ve faydalarından bahsetmek te o kadar normal olmalıdır.

Bizim eleştirel düşünmeye olan vurgumuz, hikmetin yeniden inşasına olan ihtiyacımızdan kaynaklanmaktadır. Allah'a olan kulluk ilişkisini sadece ibadete yapılan atıfla anılacaksa, insanlığa olan önderliğimiz hayatın belli bir alanını geçemeyecek kadar daralır. Oysa biz ilimde, bilimde, hayatı kolaylaştıracak normlarda ve kurumlarda, hayata yön verecek fikirlerde, dolayısıyla yeni bir medeniyet inşasında tarihiyle, bulunduğu zemin itibariyle(İslam), sözü ve özü buna yatkın olan, Allah'a iman etmiş, iman etmeyenlerden farklı olarak ta Allah'tan ne istediğini bilen insanlarız. Bunun için düşünme ve hayattaki bakış açımıza tekrardan bir bakmamız gerekmektedir. Özellikle kavramsal boyutta. Değerli eğitimci- yazar Canip KAYA Hocamın tespitindeki; "Bilgilerimizi, duygu ve düşünce dünyamızı kesin doğrular halini alan kavramlar çerçevesinde düzenleriz. Bu kavramlar, puslu ve girdaplı düşünce okyanusunda yolumuzu bulmamızı sağlayan kutup yıldızlarıdır. Kutup yıldızını yanlış anlamamız/anlamlandırmamız düşünce okyanusunda kaybolmamıza neden olacaktır. Kavramlar kuralları, kurallar kurumları, kurumlar da medeniyetleri meydana getirirler. Bir medeniyet kurmak istiyorsanız öncelikle kavramlardan başlamalısınız."(1) tespitlerine ek olarak, fikriyat aynı zamanda kavram üretme ve kavramların içeriğine anlam yükleme sanatıdır.

Jacques Derrida; "Evrensel uygarlık herkesindir ama hiç kimseye ait değildir. Her gerçek uygarlık çoğulcudur ve dünyadaki her bireyin erişimine açık olmalıdır." diyordu. O yüzden bilgiyi, iyiliği, güzelliği, bizde olanla; bu olanı verdiğimizde bir anlamı olacaksa, her şeyi kendimizle sınırlamamız ne insani ne vicdani ne de imanidir. Batı bu noktada cimriliğine ve küstahlığına devam edebilir. Maddi karşılığı olmayan bir şeye "hayır" diyebilir, bilgi ve teknolojiyi üretim ve tüketim içerisinde değerlendirerek kapitalizm ruhuna sadık kalabilir, öteki dediği diğer toplumları belli bir çizgi dahilinde tutma gibi bir politika izleyebilir ama vicdan sahipleri, ilim ve hikmet yüklü akıllar, imanlı gönüller, kendinde olan-bulunan her türlü hayır ve güzellikleri maddi-manevi paylaşma alanı içinde olduğunun bilincinde olmalıdırlar. Zaten onları farklı kılanda bu bilinçleridir. Bilgi ve üzerinde inşa edilen medeniyet bir değerdir ve kimsenin tekelinde değildir. Ona sahip olma zannı gücün tahakküme dönüşmüş halidir.

Dönelim kendi içimize... Sınırlı ortamlarımızda yapılan işlerin-fikrilerin çözüm üretmediği tespiti yapılalı yıllar geçmiştir. Sorun fikirlerin yokluğundan değil yetkinliğindedir. Bilgiyi işleyip yetkinliğe dönüştürecek kurumsal ve sitemsel aklın olmayışıdır. Zamanın ruhuna hitap edecek dil ve üslubun, yöntem ve tekniğin, kurumsal yapıların eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Haliyle hikmet, tefekkür, irfan yüklü bu coğrafyalardan insanlığın faydalanacağı yeterli derecede değerler üretilememektedir. Bizim anladığımız düşünmenin merkezi akılla, duygunun merkezi kalp ile olan ilişkinin toplumsal alandaki tezahürü "hayır ve bereket" getirecek bir ilişki içerisinde olmadığıdır. Daha çok kutuplaşmanın, yerelleşmenin, hizipleşmenin, güç ve iktidar çatışma alanı içinde kendi sorunlarından çok başkalarının sorunlarına kafa yoran ama bilgi sahibi olmadığı içinde çözüme dair herhangi bir perspektifi olmayan bir bakışın hakim olan varlığıdır. Kendi ortamlarımıza yüklediğimiz anlamın diğer ortamlarda hayra ve berekete nasıl dönüşeceği sorusu, "tabi olunması" halinde cevabı; bilginin, hikmetin, irfanın evrenselliğine olan inancımızın yerelliğine ya da "bizde kalsın daha iyidir" niyetine atıftan öteye geçmez. Bunun hayra, rahmete dönüşeceği düşüncesi de kendi niyet ve tavırlarında çizmiş oldukları alanla ilgilidir. Niyet evrensel ise oradan tüm insanlık nasiplenir. Değilse o ortamdaki insanlar. Peki, sonu rahmet ise yerelliğin-evrenselliğin alanı niye sorun olsun ki?  Ama burada asıl soru şu... İslam hangi niyete atıf yapmaktadır?

Eleştirel düşünmenin uzağındayız ama terkinde değiliz. Yakında tutmuyoruz ama uzaklaşmasını da istemiyoruz. Bunun sebepleri arasında doğu toplumlarının duygusallık ve öğretilmiş tarihsel hafızadan gelen reflekslerin yani sorunlara hakim olan yaklaşım tarzımızdandır. Eğer toplumsal sorunların aşmanın "Kur'an ve Sünnet" ile çözüleceği hakikati sürekli dile getiriliyorsa bilinmelidir ki bu iddia bizim değil, vahyin bize bildirdiği bir hakikattir. Biz vahyin üstünde bir söz zaten söyleyemeyiz. Bizim konuşmamız gereken buradaki vahyin öğretisinin insana bu konuda ne söylediği ve insandan ne beklediğidir. Kur'an'a bakıldığında sorunların çözümüne atıfta bulunan varlığın insanın kendisi olduğu görülecektir. Yani bunun anlamı; Allah nurunu tamamlayacak, ama O ister ki insan eliyle tamamlasın. Allah dinini yüceltmek ister, ama bunu insanla yapmak asıl dileğidir. Allah bu topluma bilgi, hikmet, irfan, ahlak, adalet, hak, hukuk, özgürlük... Yani kısacası yeni bir medeniyet verecek ama bunu hak edecek bir topluluğun ortaya çıkmasını istemektedir.

İşte bu noktada sorunlar büyümüşse, İslam coğrafyası durağanlığa girmişse, hak-hukuk-adalet-ahlak gibi değerler aşınmışsa, bilgi diriltici, değiştirici, dönüştürücü niteliğini kaybetmişse, İslami çalışmalar bereketini yitirmiş, rahmet-merhamet yürüyüşler anlam kaybına uğramışsa, tabulardan, hikayelerden, nefsi zaaflardan, kırıcı ve kuşatıcı olamayan dil ve üsluptan hakikat görülmüyorsa, zaafiyet kokan tavırlardan ve de kişilerden dolayı insanlar İslam'dan soğumuşsa, umudun yerini karamsarlık almışsa, irfan ve hikmet gibi iki kadim değerler bize küsmüşse, çalışmalarımız tekrara ve bu tekrar sonucunda bıkkınlığa evriliyorsa; işte eleştirel düşünme burada devreye girmelidir. Aklı selim ile el insaf ile hakkaniyet ölçüsünde kimin ne bildiği varsa konuşulmalı, tartışılmalı, eleştiriye tabi tutulmalıdır. Kime fatura çıkacaksa da bundan kaçınılmamalıdır. Sorunlarımızı konuşmak yüzleştiğimiz anlamı gelmemektedir. Çünkü biz konuşmayı kendimizden öteye hep ısmarladık. Kendi içimize bir türlü dönemedik. Eleştirel düşünme bir düşünme biçimidir. Sorunlara yaklaşma biçimidir. Sorunların çözümü için geliştirdiği disiplindir. Elbette son nokta değildir. Değişmesi, geliştirilmesi, itiraza konu olması gibi tabi süreçleri yaşaması; yine insan aklının bilgiyle ve tecrübeyle olan ilişkisiyle paraleldir.

Eleştirel düşünmenin bizim coğrafyada yer bulması, kurumsal ilişki tarzına ve metodolojisiyle ilişkilidir. Hikmetle bakan bir toplumun, kadim İslam geleneğine tabi olan bir ferdin, vahyin insan için öngördüğü-istediği bir yaşama nasıl dönüşeceği noktasında, zamanın konjonktürel gerçekliğine takılmadan "iyi ve meşru" olana doğru çözümleme yapması gerekmektedir.  Teorik bilginin işlevsizlik hali ya da pratikteki klasik yaklaşımların çağın sorunlara verilecek cevaplar ve çözüm yollarındaki belirsizlikler, kısıtlı cevaplar; yaşadığımız hayatta sadra şifa olabilmiş değildir. Modernizmin insan hayatının üzerindeki etkisi sadece Batı toplumlarında değil, İslami toplumlar üzerinde de etkisini göstermiştir. Öyle ki artık kültürün taşıyıcısı dil, inancın topluma yansıması olan değerler, fikirlerin hayata yansıması olan bakış açıları bile bundan olumsuz anlamda etkilenmiş, bizi biz yapan kadim olan tüm değerlere ya yabancı kalmış ya da işlevsiz bırakmış  durumdayız. Bireysel ve ortamsal etkilerin görüldüğü çözümler ise ümmetin şu anki derdine çare olmuş değildir.

Düşünmeye önem veririz ama çağımızda düşünme okullarımız-ekollerimiz yok. Konuşmayı düşünme olarak görenlerimiz az değildir. Eleştiriye önem veririz ama eleştirinin dışa dönük olanına daha çok önem atfederiz. İçe dönüldüğünde pek de memnun kalmayız. Emeklerimiz üzerinden başlayan bir sürü nasihat içeren konuşmaların, kendilerine yapılan itibarsızlaştırma gibi bir sürü yazıların, ilmi yetersizliğini kapatacak bir sürü işlerin(sonuçları pek de iyi olmasa) gündem de tutulması; eleştirinin nasıl algılandığına dair ipucu vermektedir. "Yapıcı eleştiri, gerçek eleştiri" gibi yaklaşımlar, eletirinin kendilerinden soyutlaştırmanın ortamsal mazeretleridir. Eleştirinin artık kendini ifade etme biçimi gibi algılanması, senden-benden farklı olanın ortama katkı biçimlerinden birisi olduğunun anlaşılması gerekmektedir. Kişinin niyetine olumsuz vurgu ise işin-ortamın-kişinin trajedisidir. Kalplerin özünü bilen Allah'tır. Kötü niyet, art niyet, ön yargı gibi durumlar; ortamın ortak diliyle zaten doğal olarak savuşturulur. Ama farklılıklara yabancılaşan bir ortamın, farklı olanla ilişkisi sorunlu olma durumundan bir türlü kurtulamaz. Maalesef homojen ortamlar, heterojen ortamlara yabancı olduğu gibi ve dışlayıcıdır. Oysa hayat zenginliğin ve farklılığın ortak adıdır.(devam edecek)

 

Dipnotlar:

1)Canip Kaya, Hira'dan Olimpos'a  Medeniyet;  Genç Kitap Yayınları 2020

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR