Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


EKSİK, AMA TEMELİ VE İÇERİĞİ OLAN BİR İLKE, İLKESİZLİKTEN DAHA İYİ VE YERİNDE DEĞİL MİYDİ?

Yazarımız Sait Alioğlu'nun "yeni" yazısı...


-Bir Tartışmaya Binaen-

İlahiyatçı yazar Ali Rıza Demircan, Milat Gazetesi’nde yayımlanan bir yazısında(19.3.2021, Cuma)Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ın, insan hakları ile ilgili hazırlanmış bulunan “İHEP’e yönelik Sözcü Gazetesi yazarı Deniz Zeyrek’in”İnsan Hakları Eylem Planı”ndaki bazı ifadelerin, insan hakları konusunda dünya genelinde kaleme alınmış, benimsenmiş “evrensel” ilkelerin kopyası olduğuna dair iddiaları ile ilgili olarak şu ifadeleri kullanmıştı: “Pek çok aydında görülenimiz gibi Deniz Zeyrek’in de tam bir bilgisizlikle batıya yamadığı insanlık ve hukuk değerleri, aslında batı kaynaklı evrensel değerler değildir. Onlar Hz. Adem’den beri Peygamberler aracılığıyla insanlığın bildiği ve 14 asırdır da Yüce kitabımız Kur’ân’da açıklanan değerlerdir.” İfadelerini kullanıyor.

Zeyrek neler söyledi?

Demircan, “Hiç sağa sola çekmeyeceğim” diyen Zeyrek, “İHEP‘nın dayandığı 11 ilke, insan hakları konusunda dünya genelinde kaleme alınmış, benimsenmiş ‘evrensel’ ilkelerin kopyası. Hatta birçoğu, uluslararası metinlerdeki cümlelerle birebir aynı” ifadelerini kullandı.

Zeyrek’in Sözcü’deki yazısı şöyle: “Şunlar evrensel insan hakları metinlerinde en çok kullanılan ifade ve tamamlamalardır: “İnsan onuru”, “hukukun etkin korunması”, “herkes hukuk önünde eşittir”, “kamu hizmetinin tarafsız sunulması”, “Açık, anlaşılır, öngörülebilir kuralları olan mevzuat”, “Girişim hürriyeti”, “lekelenmeme hakkı”, “suçun şahsiliği”, “Hiç kimse eleştirileri veya düşünce açıklamaları nedeniyle özgürlüğünden yoksun bırakılamaz”, “Bağımsız ve tarafsız yargı”, “hukuk devleti”, “hak ve özgürlükler”, ”Adalete erişim”.

Açın bakın İHEP’na, göreceksiniz: Bu sözcükler, ifadeler, tamlamalar onlarca kez geçiyor.

Sadece bu son İHEP’nda mı? AK Parti’nin bugüne dek açıkladığı 10’dan fazla Avrupa Birliği uyum paketinde, üç dört insan hakları eylem planında da yüzlerce kez aynı ifadeler kullanılmıştı.”

 

Ali Rıza Demircan, ise kendi yorumunda aşağıdaki ifadeleri kullanmıştı…

“Demircan; Benim yorumum”

“Benim ana meselem bizzat Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı “İnsan Hakları Eylem Planı”nı savunmak değil. İşaret etmek istediğim husus, eğitim sistemimiz ve onun yanı sıra batı eğitim sisteminden geçenlerin yaygın cehaleti ve bu cehalet sebebiyle kendimizi aşağılayıp batıyı putlaştırmamızdır.”

Demircan, kendi yorumuna şu ifadeleri de ekliyor; “Pek çok aydın görülenimiz gibi Deniz Zeyrek’in de tam bir bilgisizlikle batıya yamadığı insanlık ve hukuk değerleri, aslında batı kaynaklı evrensel değerler değildir. Onlar Hz. Adem’den beri Peygamberler aracılığıyla insanlığın bildiği ve 14 asırdır da Yüce kitabımız Kur’ân’da açıklanan değerlerdir.”

Demircan, daha sonra ise, mes’elenin anlaşılması ve Deniz Zeyreklerle birlikte, “bizim olarak nitelendirdiğimiz adamların da bu konuyu bilmediklerini şu çarpıcı ifadelerle dile getiriyor; “Deniz Zeyrek bilmiyor da bizim olarak nitelediğimiz adamlar biliyorlar mı? Onlar da bilmiyor.”

Demican konuyu anlama ve anlatmaya yönelik olarak; “Yukarıdaki haberi okuduğumda acı acı gülümsemekten kendimi alamadım. Hülasa haberi okuyunca hafızlığımın bereketiyle sözü edilen değerlerle ilgili olarak bazı Kuran ayetlerini hatırladım” ifadeleri ile konuyu açıklığa kavuşturmaya çalışıyor.

Ali Rıza Demircan en başta ilkesel ve genel anlamda haklı idi, zira bu ilkeler evrensel özelliği bulunan İslam’ın ve dolayısıyla onun “değişmez” metni olan Kur’an’da apaçık bir şekilde Allah© tarafından belirtilmişti.

Ali Rıza hoca, haklı olarak, yukarıdaki cümlede belirtmeye çalıştığımız hakikatten bahsediyordu.

Buna rağmen, İHEP’teki maddelerin büyük çoğunluğu “uluslararası metinlerdeki cümlelerle birebir aynı”sı da olabilirdi.

Bu durum, “fırsat, bu fırsattır” diyerek, bulanık suda balık avlamak isteyen garpzade kafaların haklı olduğunu göstermediği gibi, İslam’ında, konuya dair bir şeyler önermediğini göstermezdi.

Burada iki anlam söz konusu olabilirdi.

Bunlarda,; birincisi,  Müslüman çoğunluğa sahip bir ülkede devletin kuruluş temeli, salt Batılı paradigma üzerine oturtulmuşsa –ki, her halde, tüm maddelerin de yanlış olma ihtimali de mümkün değildi- o an, devleti yönetme sadedinde bulunan hükümetin, kendi müktesebatında var olan “dinî, örfî, toplumsal, kültürel vb.” olgulara da yer verebilmenin yanında; mevcut Batılı paradigmalara ait doneleri kullanması, seküler bir zihin tarafından neden bir eleştiriye tabi tutulacaktı ki?

Zaten onun bir eleştiriye tabi tutulması da, peşinen söylersek yavan kaçtığı gibi yanlış da olurdu. Ama “siz bu işe karışmayın Batılı paradigmaları biz yasalaştıralım” düşüncesi söz konusu ise de, her halde onlar, yani laik, seküler zümre, muhafazakâr bir iktidarla bir müddet daha muhatap olacaklardı.

Keza, yapılması gereken, doğru, yanlış ne kadar iş varsa, onu mevcut iktidar kendi parlamento gücüne bakarak yapacaktı.Ve tabii ki de işin sivil toplum ayağını görmezden gelip ihmal etmeden.

Eder miydi, etmez miydi; bu da onların bileceği bir şeydi! Kaldı ki, sonuçta, mevcut muhafazakâr iktidar da modern paradigmanın bir eseri idi.

Uzun bir mevzu; öteden beri, şu ya da bu şekilde var olan, çeşitli coğrafyalarda ve hatta bazı noktalar itibarıyla uygulandığı bilinen, adına İslam hukuku denilen disiplin, baştan sona Kur’an ve Sünneti mi içermekteydi, ya da asılar süren süreçte bu işin oluşumunda klasik Batılı ve Doğulu (eski İran vs.)donelerde kendini bu form içerisinde var kılmış mıydı?

Çoğunlukla en gelenekçisinden en radikaline –İslamcı da denilebilirdi- Müslümanların büyük bölümüne göre, bu form asla batılı hukuksal donelere yer vermemişti. Keza, onların iddiaları açısından düşünüldüğünde İslam hukuku, içerisinde klasik batılı donelere yer vermiş olsaydı, böyle bir şeyin, işin esprisine uygun olmayacağı peşinen kabul görürdü.

Anlamak için sormak gerekirdi; bu form içerisinde Batılı donelerin olmadığı savının tespiti sadedinde, hukukçu taifesi hariç, kim ne kadar araştırma yapmış, konuyu ne dereceye kadar incelemişlerdi?

Bir de bunun dışında söylersek; İslam hukuku denilen olgu, modernleşme evresine girildiği andan buyana kendi gelişimini klasik, ya da batılı paradigmalar olmadan ayakta tutamamış, aksine bir yok oluşa  kapı aralamış mıydı?

Bizce, ikisi de, bünyesinde temel, en temel doğruları barındırıyor olmakla birlikte, son raddede kabul etmek gerekir ki, Müslümanların mer’i hukuklarında doğrusu ile birlikte, işin doğası gereği bazı yanlış donelerde zamanla, işin içerisine karışıp dâhil olmuştu.

Aksini ispat ise, akıntıya karşı kürek çekmek olurdu ancak.

Biz, özellikle de batıya yenildiğimiz günden beri, az da olsa kendimiz avutmak için,  çoğu kez hızımızı sınırlayamadan bir yenilmişlik psikolojisi ile “Batı batacak” ya da, ondan daha mutedil, ama yine o psikolojinin farklı bir eseri olarak “Batı İslam’a muhtaç. Batı -o da olumlu anlamda-  geldiği noktayı İslam’a borçlu” demiyor muyduk?

Diyorduk ve halen demeye devam ediyorduk. Ama realiteye bakıldığında, biz Müslümanların toplumsallaşmamız sonucunda, merkez kaç durumundan, merkeze doğru yol aldığımız; özellikle de iktidara yürüdüğümüz süreçte, sistemin önümüzü kesmesine yönelik olarak, anayasal olarak var, ama farkında olmadığımız hakların tırpanlanması, yok sayılması, iç edilmesi ve bunlardan hareketle sistemli baskılara maruz kaldığımızda, eğer var olan haklarımız hatırımıza geliyorsa, bu bir açıdan batının bizlere sunmuş olduğu birçok imkânın sonucu değil miydi?

Yoksa, gerek var olan sistemin katı, jakoben tutumu ve gerekse de modern dönemlerde yaşıyor oluğumuz halde, kendimizi klasik dönemlerin büyüsüne kaptırmış bir şekilde yaşadığımızı vehmederek tonlarca klasik argümanlara sığınacak bir halde kalsa idik, olan, bitenden haberimiz olur muydu?

Tabii ki de hayır!

Aksi ise, şuna benzerdi; genel anlamda, o da bizim yaptığımız tercihlerden dolayı, bizi yüzlerce yıldır kendi cenderesi altına alan düşünsel ve işlevsel tembellik, atalet, boş vermişlik, “adam sen de”cilik gibi olumsuz hasletler bizi total anlamda tembel kıldığı gibi, hukuksal anlamda da, çok sevdiğimiz ve “hatta” yer yer kutsadığımız İslam hukukunu, “zaten, artık uygulanmıyor” diye bir nevi unutmuş ve yürürlükte olan batı orijinli yasaların bir kısmını da hoca efendilerimiz yanlış ve zararlı görüyorlar diye tukaka etmiştik.

Şu ya da bu şekilde, hayat devam ediyor, su kendi mecrasına doğru akıyor, yeniden ve modern olandan yana tercihler yapılıyor; paradigmal değişiklikler yaşanıyor, kuşaklar kendi kimliğini oluşturuyor, her alanda olduğu üzere iktisadi alanda da kapitalizme kıza, bağıra çağıra, kendimize özgü muhafazakâr bir kapitalist anlayış ve yapı oluşturuyor, onu da sıkı bir şekilde korumaya çalışıyorduk.

Burada şuna dikkat çekmek gerekir. O da, özellikle son dönemlerde,o da siyaseten sıkışmışlığa binaen AK Parti iktidarının da Erdoğan’ın direktifiyle İHEP benzeri birçok hukuksal olduğu söylenen reform çalışmaları içerisinde olduğu idi.

Ama bu, kesin bir sonuç verir miydi? Gerçi, satır araları okunduğunda, bu reform niyetlerinin, ülkeye yabancı sermaye çekmeye yönelik olduğu, ama mevcut iktidarın giderek kamburu olmaya devam eden temel konularda sadraşifa bir şeyler yoksa –pek de görünmüyor- bu reform çabaları ne işe yarayacaktı?

Zaten, önce güven arayan genelde de bu özelliğiyle kendini orta yere koyan yabancı sermayenin, önce girdiği ülkede en azından kendisi için bir güven ortamının olmasını beklemesi, işin en temel kuralı gereği idi.

Ama denilirse ki; “Önce vatan, ondan sonrası önemli değil!” o zaman değil yabancı sermaye, yurdun kendi sıradan insanı bile kendi geleceğine umut besleme imkânından yoksun bir şekilde yaşamaya mecbur kalırdı. İster Batılı, ister Doğulu(İslam) donelerden sadır olsun, ilke ilke idi, ama onları besleyen arka planda bir netlik var mıydı, ya da yok muydu? Bu önemli idi.

Birisi kendi yanından uydurduğu” ilkeleri evrensel kıldığı halde, bizler kendi ilkelerimize ve doğal olarak “olması gereken” hukukumuzu bu ilahi ve geçerli ilkeleri sahih temellere oturmamış, keza onun temellerini sağlamlaştırmamış, her tür tehlikeye karşı sahipsiz bırakmış ise daha birçok “İHEP” ilanı yapar, ama onlardan da bir sonuç alamazdık.

İbni Haldun “coğrafya kaderdir” der ve yüzlerce yıldır tecrübe edilmiştir ki, insan, içerisinde doğduğu çevrenin ve toplumun çocuğu olduğu gibi,  günümüzde yaşadığımız sosyal, ekonomik ve giderek belirgin bir şekilde etkin olan siyasallığın da imkânlarıyla; kendimize özgünleştirdiğimiz parlamenter sistemin yerine, kerameti kendinden menkul bir Cumhurbaşkanlığı sistemi, giderek siyasal alandaki imkânları yok etmekte ve sonuçta imkânsız hale getirmektedir.

Kaldı ki, parlamenter sistemde, birçok eksiklikle malul olabilirdi. Onun da yolu, insanı, zihinsel olarak olgunlaştırmak, onun ne istediğinin onun tarafından bilinmesini sağlamak, toplumsallığı sağlamlaştırmak; insanın her alanda da kendisi için istediğini, arzuladığını, başkası içinde talep etmek olmalıydı.

Buna bağlı olarak zamanın ruhu denilen bir şey vardı. Zamanın ruhu bağlamında, işi, siyaset açsından düşündüğümüzde, siyaseti halkı yönetimi ve halkın isteğini, imkânlar çerçevesinde değerlendirme sanatı olarak okuduğunuzda, içerik olarak “en kötü yönetim, yönetimsizlikten iyidir” fehvasınca olaya bakıldığında çok rahatlıkla şu söylenebilirdi: “en eksik” ilke, ilkesizlikten iyi olabilirdi.

“Benim ana meselem bizzat Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı “İnsan Hakları Eylem Planı”nı savunmak değil. İşaret etmek istediğim husus, eğitim sistemimiz ve onun yanı sıra batı eğitim sisteminden geçenlerin yaygın cehaleti ve bu cehalet sebebiyle kendimizi aşağılayıp batıyı putlaştırmamızdır.”

Devamı >>>

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR