Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ümit AKTAŞ


Eğitim ve Siyaset

eğitimin asıl amacı ahlaki şahsiyetler yetiştirmektir. N. Topçu´nun deyimiyle, yüreğindeki itaatin değil de isyanın teşvik edildiği ahlaki şahsiyetler. Bizim eğitim sistemimiz ise, bırakın isyanı, eleştirilere bile kapalıdır ve siyasal yönetimimizin (otor


01. 10. 2018 Pazartesi

Bilindiği gibi Peygamber (as)´in insanları çobanlara benzettiği bir hadisi vardır. Elbette ki bu, bir sürü ve gütme ilişkisinden çok, bir sorumluluk vaz´ı ve çağrısıdır. Çünkü kastedilen anlamdaki çobanlığın asli vasfı, budur. Ama meselenin bu tip -sürünün yönetimi ve sorumluluğunun üstlenilmesiyle ilgili- bir yönü de vardır. Nitekim Müslümanlar da Peygamber´e bir art niyet olmaksızın ?raina? (bizi yönet, bizi gözet) diye hitap ederlerdi ki, bu ?bizi güt? anlamına da çekilebilirdi. Sonuçta ?ilmürriaye?, siyaset ilmi anlamına da gelmekteydi. Burada ise dikkatler ister istemez çoğu zaman biçimsel olarak çoban-sürü ilişkisine çevrilirdi; dolayısıyla da sürünün güdülmesine. Nitekim Yahudiler de bundan bir fırsat devşirerek, bu hitabı (raina, ?bizi yönet/gözet? hitabını) farklı yönlere çekerek (mesela ?bizim çoban? gibi) hafifseyici ve küçültücü bir biçimde saptırmak istediklerinden, Kur´an, bunun yerine ?unzurna? (bizi eğit, bize öğret; ki nazariyat kavramı da buna dayanır) hitabının kullanılmasını ister. (Bakara, 104) Dolayısıyla bu temel uyarıda bile İslam´ın siyasal anlayışı belirginleşmektedir. Yani Foucault´nun da dikkat çektiği gibi, bu, bir ?egemenlik? (meliklik) siyaseti değil, bir ?sorumluluk? siyasetidir.

Ancak ayetin uyarısı, Yahudilerin bu tip bir istismarını önlemenin daha ötesindeki bir temel ve kavramsal değişime ve yönelime matuftur.[1] O ise, eğitim-öğretimde olduğu kadar siyasal ilişkilerde de, toplumla öğretici veya siyasetçi arasında kurulacak olan ilişkideki karşılıklı pozisyonlarla ilgilidir. Yani bu ilişki bir çoban ve sürü ilişkisinde olduğu gibi salt bir gütme (ezber, taklit, bilgi yükleme, şartlandırma, tedip ve hatta biçimci bir terbiye olarak eğitim) ilişkisi biçiminde mi yürütülecektir, yoksa bu teşbihten yola çıkılsa da, mesele büsbütün insanî bir düzleme mi (okuma, tartışma, müzakere, sorgulama, yol göstericilik ve hatta yoldaşlık, birlikte düşünme ilişkisi) taşınacaktır? Yani gütmek değil, öğretmek; ama bu yapılırken de, tıpkı J. Ranciere´in ?cahil hoca?sında bahsini ettiği gibi, bunun, öğreneni büsbütün edilgen bir duruma düşüren otoriter bir bilgiçlik edasıyla değil de, karşısındakinde bir öğrenme ve okuma arzusu yaratmaya matuf bir tutum izlenerek gerçekleştirilmesi. Eğitimin, eğitilmekte olanı, eğitenin zihnindeki bir şablona veya paketlenmiş bilgilere göre biçimlendirilmeye çalışılması gibi baskıcı ve olumsuz bir öğretme edası yerine, eğitilenin kendi gerçekliğinden hareket edilerek, kişinin yeteneklerini ve eğilimlerini açığa çıkarma ve bu yolla öğrenme ve özgürleşmesine katkıda bulunma yordamındaki bir olumluluk içerisinde gerçekleştirilmesi. Böylece ?kavram?, raiyet (gütmek)´ten nazaret[2]  (öğretmek, düşünmek)´e taşınırken, ilişki güdülme ilişkisinden müzakere, öğrenme ve hatta düşünme (nazariye) ilişkisine yükseltilecek; yani bütünüyle insanileştirilecektir.

Nitekim Elmalı´lı Hamdi de, bu ayetin tefsirinde şöyle söylemekte: ?Muraatın aslı olan ra´y-ü siyasette hayvani bir murakabe mefhumu vardır. Nazaret ise halis muhlis insanî bir mefhumdur. Binaenaleyh ümmeti İslamiye hayvani mefhumdan sakınmalı ve insani mefhumu talep ve tatbik eylemelidir? Bunu yapmak için de başıboş ve nazaretsiz bırakılmağa razı olmamalı, kendilerine nazaret edecek bir imama tâbi olmalı ve bu suretle bir ümmet teşkil etmelidir ve fakat ?raina´ diye muraat talebine de kalkmamalıdır.?[3] Öte yandan Heidegger de bu ?çoban?lık kavramını, çağrışımlarındaki risklere rağmen, farklı ve olumlu bir anlamda kullanmaktan imtina etmez. ?İnsan varolanların efendisi değildir. İnsan Varlığın çobanıdır. İnsan bu ?az´la hiçbir şey kaybetmez; tersine o kadar kazanır ki, Varlığın hakikatine erişir. Bu çobanın özsel yoksulluğunu kazanır ki vakarı yahut kıymeti, Varlığın kendisi tarafından Varlığın hakikatinin muhafazasına davet edilmesine dayanır.?[4] Buradaki efendiliğe karşı çobanlık biçimindeki kullanım, bir açıdan da ?insanın halifeliği?ne ilişkin yaklaşım farklılığını da gözeten bir kullanımdır. Yani insanın ?Allah´ın halifesi? olarak anılması (hükümranlık) yerine, yeryüzünün halifesi olması (sorumluluk) anlamındaki bir kullanım. İnsanın bu sorumluluğu ise, onda sorumlu olmaya dair bir inkişafı gerektirir. Aksi halde eğitim kadar siyaset de bir zulme dönüşür. Nietzsche de bu bağlamda dört ana insan tipolojisi belirler: Tiran, sürü insanı, baştan çıkarıcı ve çoban. Açıktır ki burada da en olumlu tip, çobandır.

Dolayısıyla bu uyarılar istişare, emanet, ehliyet, liyakat ve adalete dair ayetlerle birlikte okunduğunda, İslamî siyasetin temel kodlarını çıkarmak da mümkündür. Öte yandan ise bu uyarı, dilin kullanımına dair bir inceliği öğütler bize. Yoksa ucu ekselans ya da haşmetmeap´a varacak bir tazim ifadesi değildir önerilen. Yani bir saray teşrifatına dair çağrışımlar ifade eden egemenlik iktidarının dili kullanılmakta değildir. Nitekim Peygamber (as), Hz. Ömer´in yabancı konukların karşılanmasında ipekli (gösterişli ya da en azından farklı) bir elbise giyme isteğini de, bu tür bir hassasiyet nedeniyle reddetmiştir. Hatta Hıristiyanları temsilen kendisiyle görüşmeye gelen Necran Heyetiyle (?din adamlarıyla?) yapılan görüşme öncesinde Resulullah, şatafatlı dinî kıyafetlerini çıkararak yolculuk kıyafetlerini giyinmemeleri halinde, onlarla görüşmeyi kabul etmemiştir.[5] Ama onların mescidde ibadetlerine ise müsaade etmiştir. Görüşme sonrasında ise onlarla Yemen´de dinlerine müdahale edilmeksizin yaşamaları için bir anlaşma imzalamıştır.

Hz. Ömer de, kendisiyle görüşmeye gelen yenik İranlı komutan Hürmüzan´la, üzerindeki şatafatlı giysileri çıkarıncaya dek görüşmemiştir. Mescidde bir başına oturan Ömer´i gören Hürmüzan ise, etrafta korumalar ve kapıcılar görmeyince şaşırmış ve onun Ömer olduğuna inanamamıştır. Kudüs´ün fethinde de, oraya doğru giderken devesine hizmetçisi ile birlikte sırayla binen Ömer´i karşılayan Ubeyde bin Cerrah, o sırada deveye binmekte olan hizmetçiyi görünce, emirü´l müminini karşılamaya gelen Kudüslüler için bunun iyi bir durum olmadığını söylediğinde, Ömer, şöyle der: ?Ya Ebu Ubeyde, senin bu sözlerin buradaki insanlar için çok zararlıdır. İşitenler şerefin bineğe binmekte ve süslü elbiseler giymekte olduğunu sanacaklar. Şerefin Müslümanlıkta ve kullukta olduğunu anlamayacaklar. Oysa biz zelil insanlardık, Allah bizi İslam´la şereflendirdi. Allah´ın verdiği şereften başka şeref ararsak Allah bizi yeniden zelil kılar.?

Çobanlıkla ilgili hadisteki vurgu ise elbette ki gütmeye değil, sorumluluğadır. Dolayısıyla toplumsal insan, sorumlu insandır ve her insan, bulunduğu toplumsal yerde, bu sorumluluk her ne ise onu üstlenmelidir. Sorumluluk, sorumlu olunanları kendisine (bilgi ve görgüsüne) bağımlı hale getirmek ve onu kendisine kul-köle kılmak değildir elbette. Asıl olan, sorumlu olunanı, kendisini de aşacak ölçüde yetiştirebilmektir. Dolayısıyla sorumlu olma, bu sorumluluktan yola çıkan bir biçimde, sorumluluğu içerisinde olanlara baskı yapma, bir tür koruyuculuk edasıyla onların özgürlüklerini askıya alma aşırılığına vardığında, artık bu sorumsuz bir egemenleşme çabası haline gelecektir. Nitekim Hz. Osman da, ?Allah imamlara çoban (ruat, sorumlu yönetici) olmalarını emretmiştir. Onların salt tahsildar (cubat) olarak davranmalarını istemiş değildir. Bu ümmetin ilk dönem insanları sorumlu yönetici olarak hareket etmiştir, tahsildar olarak değil. (Şimdiyse) yöneticileriniz neredeyse sorumlu yönetici değil, tahsildar olmaya yaklaşmıştır. Böyle olduklarında ne hayâ, ne emanet, ne de vefa kalır,?[6] diyerek, bu tür anlayışları eleştirmiştir.

                                                                       ***

Günümüze gelirsek, açıkçası Türkiye, bir kalkınma ve güç açmazı içerisinde. Bu ise toplumun sorunları üzerinde serinkanlılıkla düşünülmesini engellemekte. Bu nedenle bir güç dağıtım merkezi haline gelen ve gereğinden fazla belirleyici olan siyaset, hikmete uygun olarak olumlu ve toplumcu bir biçimde yürütülememekte. Hangi noktadan gelirlerse gelsinler, halkın temsilini ve dolayısıyla da halka hizmeti üstlenen siyasiler bir süre sonra insanların katlarına ulaşamadığı bir protokol duvarının arkasına gömülmekte, halkla ilişkileri kesilmekte. Halkın değil de güç odaklarının taleplerine göre hareket ettiklerinden, toplumsal kutuplaşmalar ve sorunlar giderek daha da artmakta ve içinden çıkılamaz bir hale gelmekte.

Batının koşullarına, üzerinde çok da düşünülmeksizin ulaşılma arzusu temel motivasyon haline getirildiğinden, akilane bir tutumdan uzaklaştıran bir acelecilikle hareket edilerek, bu kez de üzerinde teksif olunan amaçlardan başka bir şey düşünülememekte. Oysa bilim ve teknik açısından batı ile mesafemizin kısa sürede kapatılacak gibi olmaması bir yana, batıya dair göz alıcı ürünlerin ve değerlerin de, tepkisellik ve hayranlık ikileminin dışında, serinkanlı bir biçimde tartışılması gerekmekte. Zira bunların çoğu, kapitalizmin sadece kâr amaçlı olarak piyasaya sürdüğü ürünlerdir. Değerlerin birçoğu ise, batı toplumunun bile üzerinde mutabakat sağlayamadığı bir görecelikte. Ama bunlar üzerinde tartışmanın kendisi bile ciddi bir eğitimi ve birikimi gerektirmekte. Bizim ise temel sorunumuz, eğitime ve bilime yeterince değer vermeyişimiz ve hatta ilim erbabını, aydınları, uzmanları küçümseyişimiz. O nedenle önümüze koyduğumuz basamakları biçimsel olarak da olsa aşmak, bize amaca ulaşmak gibi gelse de, ulaştığımız yerde karşılaştığımız manzara, çoğu kez bir seraptan öteye gitmemekte. Sözgelimi ?ara elemanlar?ın, hatta ?düz işçi?lerin bile kendi sektörleriyle ilgili ciddi bir eğitimden geçirilmesi gerekirken, biz, milyonlarca gence bu sektörel eğitimleri bile vermezken, bu gençleri yıllarca ?boş?[7] bir eğitim sürecine tâbi tutmayı, bir zorunluluk haline getiriyoruz.

En kestirmeden söyleyecek olursak Türkiye askeri yatırımlarını kısarak, zorunlu askerliği kaldırarak, devleti hantallaştıran ve israfa yol açan protokol ordularını tasfiye ederek, güç ve şaşaa gösterilerinden ve buna ilişkin iddialarından vazgeçerek veya bunları ciddi bir biçimde azaltarak, buradan sağlanacak tasarrufunu daha asli alanlara (araştırma, eğitim, bilim, sanat?) harcamalıdır. (Askeri alanda dünyada ilk onda iken, insani gelişmişlikte 60-70. sıralardayız; yani, eşitsiz gelişme mantığının zebunuyuz.) Almaya ve Japonya´nın 2. Dünya Savaşından sonra kendilerini toparlamalarındaki en önemli etkenlerden birincisi eğitimli bir halka sahip olmak iken, ikincisi ise askeri alanda çok sınırlı harcamalar yapmalarıdır. İkinci olarak da zorunlu eğitimden vazgeçilerek (yaygın eğitimin verilmesi sürdürülmelidir elbette), buradan sağlanacak tasarruf ile de daha nitelikli bir eğitim sistemine geçilmelidir. Ama pahalı değil, sadece nitelikli eğitim; yani daha ilk eğitimden (hatta aileden) itibaren fikrini söylemeye cesaretlendirilmiş, eleştirel ufku zenginleştirilmiş, düşünsel özgürlüğü güvencelenmiş şahsiyetler yetiştirilmelidir. Herkesin eğitildiği ama hiç kimseye hiçbir şey öğretilmediği bir zorunlu eğitim modeli yerine, sadece gönüllü ve yetenekli olanların eğitildiği bir nitelikli eğitim biçimine yönelinmelidir. Bu bakış açısı içerisinde, eğitimin dershanelere bağımlılıktan kurtarılmasını konuşmak bile oldukça abes. Açıktır ki Türkiye eğitime ayırdığı bu bütçeyle tüm gençlerine uzun yıllar nitelikli bir eğitim verme gücüne sahip değildir. Beri yandan daha erken yaşlarda hayata atılacak olan gençlere de ihtiyaç vardır ve bunlara da sürdürecekleri çalışma koşullarına uygun eğitimler verilmelidir. Ama daha kısa ve sektörel eğitimler (sanat, zanaat, ticaret, turizm, tarım?). Böylece kendi toplumsal gerçekliğimize ve verimlilik esasına daha uygun bir yol seçilmiş olur.

Günümüzde sürdürülen ise herkesin niteliksiz bir eğitimde eşitlenerek ortalama standartların oldukça altına düşürüldüğü kaba bir eşitlikçi modeldir. Bu modelin örneği ise yakaladığı herkesi kendi standardına uydurmak için kiminin boyunu (keserek) kısaltan, kimini ise (gererek) uzatan Prokrestus´tur. Bu eğitim modeliyle ise biz, nitelikli gençler yetiştirmemekte, sadece ?mış gibi? yapmaktayız. Gençlerin yeteneklerini ayrıştırmadan, bunun farkına bile varmadan, elmalarla armutları aynı torbaya doldurarak, gerçekten okumak isteyenleri ardı arkası gelmeyen tekrarlarla ve zırva bilgilerle bıktırarak, okumak istemeyen veya kısa yoldan hayata atılmak isteyenleri ise zorla sadece etrafa bakınmakla yetindikleri dört duvarların içerisine mahpus kılarak, her iki kesimi de köreltiyoruz. Oysa sözgelimi dört-beş yıllık bir temel eğitimden sonra kendi kabiliyetlerine göre farklı alanlara yönlendirilecek gençlerin, bu süreç içerisinde çok daha olumlu becerilere sahip olmaları mümkündür.

Mevcut eğitim sisteminde, öğrencilerin hareketsizleştirildikleri ve sus pus kılındıkları derslik modeli ise, öğrenim açısından oldukça mahzurlu ve abes bir modeldir. Bu modelin terkedilerek gençlerin daha aktifleştirildikleri, mesela geziler, kütüphane saatleri, sinema ve sair sanatsal etkinlikler, tartışma ve müzakere saatleri gibi yöntemler geliştirilmelidir. ?Ne yapalım? Ancak bu kadar oluyor!? diyerek baştan savmacı bir yolla okulları bir zaman öğütme makinesi haline getirmek ise sadece en hareketli ve eğitime en açık çağlarında gençleri edilginleştirmek ve ebeveynlerini onların zahmetinden kurtarmaktan başka bir işe yaramamakta. Belki zayıf da olsa bir sosyalleşme gerçekleştirilmektedir okullarda ama bu da, belli bir rehberlikten uzak olduğu için, çoğu kez gençlerin birbirlerini olumsuz bir biçimde etkiledikleri bir sürece dönüşmekte. Sistem ise o uzun zorunlu eğitim yıllarında verilen ?ideolojik? ağırlıklı bir eğitimle, gençlerin yalınkatlıklarını artırmakla birlikte, ulusallık bilincini pekiştirmeyi kâr hanesine yazmakla yetinmektedir.

Kısacası, tüm öğrenim süreçleri imtihan baskısı ve gelecek korkusuyla geçen, pozitif anlamda önlerine bir ufuk konulamayan gençlerinse ancak onda biri -o da ancak oldukça geç bir dönemde (üniversite veya sonrasında)- kendi ideallerine uygun bir eğitimden geçebilmekte, ama bu noktaya gelinceye değin birçok gencin yılları heba edilmekte; bu süreçlerden kurtularak kendi ideallerine uygun bir eğitime yönelenlerin ise oldukça uzun bir zamanı, diğerlerinin elenmesini beklemek için boşa geçmektedir. Bu, bir toplum açısından tüketilen bir gençlik, israf edilen emekler ve maliyetlerdir. Oysa siyasetin temel esası akılcı ve gerçekçi olmasıdır. Bu eğitim sistemi ise ne akılcı ne de gerçekçidir. Üstelik bu sistem içerisinde sıradanlaştırılan gençler, üniversite yıllarına gelindiğinde neredeyse tüm cesaretlerini, özgüvenlerini ve yaratıcılıklarını yitirmiş olmaktadırlar. En kötüsü ise genel ahlaki yozlaşmadır. Oysa eğitimin asıl amacı ahlaki şahsiyetler yetiştirmektir. N. Topçu´nun deyimiyle, yüreğindeki itaatin değil de isyanın teşvik edildiği ahlaki şahsiyetler. Bizim eğitim sistemimiz ise, bırakın isyanı, eleştirilere bile kapalıdır ve siyasal yönetimimizin (otoriter cumhuriyetçilik) ruhuna uygun bir biçimde, tam bir itaat esasına göre biçimlendirilmiştir. Ahlak ise elbette biçimci bir kuralcılıktan ziyade içselleştirilmiş bir özgüven, hakikate sadakat ve sarsılmaz bir dürüstlüktür. Hızlı modernleşme sürecinde en fazla eksilen ve eksikliğini hissettiğimiz ise, azın azı da olsa, işte bu özellikleri haiz ilim ve irfan ehli şahsiyetlerdir.

 



[1] Yahudilerin bu tip bir sataşması olmuş mudur; ya da olduysa bile bunun ayetin inzaline gerekçe olacak kadar önemi var mıdır meselesi tartışmaya açıktır. Ancak, genellikle ayetlerdeki temel amacı ıskalayan bir bakış açısı, kolayca ?Yahudilik? gibi bir ?boş gösteren?in biçimsel kolaycılığına, bu tip bir gerekçeye tav olabilmektedir. Bu tip biçimsel yakıştırmaların anlaşılması daha kolaydır şüphesiz ve bu tip geçiştirmeler, sonuçları daha zorlu ama daha önemli meselelerin de üstünü örtmektedir.

[2] Nazar(iyat), tıpkı teoria gibi, temaşadan türetilen bir tefekkür anlamına gelmektedir.

[3] Elmalı´lı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur´an Dili, c. 1, s. 452-454

[4] M. Heidegger, Hümanizmin Özü, İz Y. s. 70

[5] Fıkhus Sire, Muhammed Gazali, Risale Y. s. 464

[6] Asrı Saadette Siyasi Konuşmalar, Derleyen Vecdi Akyüz, Dergâh Y. s. 165

[7] ?boş? derken, belli bir amaca matuf olmayan bir eğitim sisteminden söz ediyorum. Çünkü gençlerin temel sorunlarından birisi de eğitimdeki amaçsızlıktır. Gençler, üzerlerine boca edilen bir yığın karmaşık dersin kendilerine niçin verdirildiğine dair somut bir anlama ve amaca sahip olmadıklarından, bunları öğrenmek için bir gayret içerisine de girmemektedirler. Önlerine konulan en somut amaç ise ?büyük sınav?ı kazanmaktır. Daha ötesi olmayan bir ?büyük sınav?.

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR