Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Dünden Bugüne “Doğru-Yanlış ve İfsad… “Bu Gidiş Nereye?”

Yazarımız Sait ALİOĞLU'NUN ""YENİ" YAZISI...


Ümitle korku arasında yaşayan insanoğlu, tarih boyunca birçok felakete uğramış, nice acılar çekmiş, yokluklar ve kıtlıklar görmüştü.  Bunun yanında da, farklı coğrafyalarda, çoğu kez aynı iklim kuşağı içerisinde çeşit, çeşit mutluluklarda yaşamıştı. Halende acılar yaşamakta ve mutluluk ve güzelliklere de şahit olmaktadır.

Bu iki farklı durum, bize bu öndeyişi hatırlatmakta ve haklılaştırmaktaydı: ‘İki iyilik ve iki kötülük aynı anda, bir arada bulunmaz’dı. Gerçi bunların elbette istisnaları da vardı. Öyle ya, ümit ve korku arasında yaşayaduran insan için her hal vaki idi. Bu mutluluklar, çoğu kez insanın kendi kazandığı, hak ettiği mutluluklar olmakla birlikte, bazen de, oluşmasına hiçbir katkısı olmadan, ona Allah’ın bir lütuf olarak sunduğuydu.

Kaza, bela, musibet, afet ve felaketlere geldiğinde ise durum çoğu kez, farklı, farklı görünse, farklı görüntüler söz konusu olsa da, ya bir kişinin, olumsuz anlamda ortaya koyduğu bir eyleme, yakın çevresinden başlamak üzere, en uzağındaki insana kadar bir topluluğun, o yanlış eyleme karşı ortaya ya bir şey koymamaları, tavır sahibi olmamaları, ya da tarihte birçok örneği bulunan yanlışların toplu şekilde işlenmesinin karşılığı olan cürümlerin sonucu olmuştur. Kur’an kıssaları bize bu konuda belirgin bilgiler sunmakta ve onlardan dersler çıkarmamızı istemektedir.

Kur’an kıssalarına baktığımızda, bir arada yaşayan, aynı kavmi popülasyona sahip ve hemen hemen aynı inanca sahip oluş sapkınlaşan topluluklara bir uyarıcı göndermiş, onlar uyarıcıları dinlemediklerinden dolayı, suçları ile orantılı bir cezaya çarptırılmışlardı.  O kavimler, lokal ve işledikleri suç itibarıyla total bir ceza görmüşlerdi. Kur’an, bunları salt ders almamız için bizlere anlatmakta ve anlamamıza katkı sunmaktadır.

Allah© dünya yüzünde yaşayan her topluluğa ‘uyarıcı ve müjdeleyici’ vasfı olan peygamber(Allah onlardan razı olsun) göndermiştir. Ama görebildiğimiz kadarıyla kıssaları anlatılan kavimlerin ekserisi şimdi Arabistan yarımadasının kuzeyinde, güneyinde ve orta bölgelerinde(Suriye, Ürdün, Orta Arabistan, Yemen vb.) yaşıyorlardı. Bu anlatış tarzı, birazda Allah©’ın bir hikmeti olup o da son peygamberin(s) Arabistan’dan hareket ederek insanlığa Kur’an’ı tebliğ ederken, örneklerin, tabiri caizse ‘tam ortasından’ olması ile ilişkilendirilebilmesinde isabet edilmesiyle alakalı olabilirdi. Yine de işin en iyisini O bilirdi.

Bizlere anlatılan Kur’an kıssalarının yanında, bir iki kuşak öncesinden insan hayatından imbikten damla, damla akarak süzüle, süzüle gelen, hatta çoğu kez de masal ve hikaye formunda bizlere, annelerimiz, ninelerimiz, aile büyüklerimiz tarafından anlatılan olan bitene baktığımızda, kıssaların dönemi hiç bitmemiş demekti. Tabii ki ders alana…

Yukarıda bir yerde, Kur’an’ın bizlere anlattığı kıssaların büyük bölümü, anlaşıldığı kadarıyla aynı bölgede, hemen hemen aynı inanca sahip puta tapan insanların yapıp ettiklerine yönelik olduğunu, olma ihtimalinin baskın olduğunu söylemiştik.

Belki birde, Kur’an’da anlatılmadığı halde, Kur’an’ın vahyedilişi öncesinde şu ya da bu oranda felaketler olmuş olabilir, insanlar o felaketlere çarptırılmış olabilirlerdi.

Günümüzde de, geçmişte, ‘zulmetmeyin’ denildiği halde, kendi yapıp ettikleri güya insanlığın faydasınaymışçasına “Bizler ıslah edicileriz” diyen geçmişin firavunlarının zulüm ve ifsad mirasını devralmış bulunan günümüz Karunları(*)da Batılı paradigmanın, sonsuza dek yaşaması adına her tür sosyal, siyasal ve bilimsel deneylere oldukça para aktarmakta, güç sarfetmekte ve bu devranın böyle sürüp gideceğini düşünmektedir. Birde buna, Batı dışı toplumlarda yer işgal eden ve Batılılaşmayı, bu kez kendi paradigmaları ile yapmaya çalışan(Çin) güçlerle birlikte, bu işi gayet muhafazakâr, ama işi, yine Batıcı formda yapan, yapmaya çalışan ve yapmak isteyen Batı dışı güçlerde vardı.

İşte, buharlı makinenin, geminin bulunması ile başlayan ve denizaşırı toprakların işgal ve sömürüsünden kaynaklanan maddi servetin gerek Avrupa’ya ve gerekse de Kuzey Amerika’ya akması sonucu, imkansızlıklardan olsa gerek, gün yüzüne çıkmamış olan ihtiraslar bu kez, kendini farklı şekillerde göstermişti.

‘Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu’ fehvasını dahi, oldukla klasikleştiren, onu sıradan bir konuma indirgeten oranda üretilen enva-i çeşit silahlar, özellikle de 1. Dünya’yı paylaşım Savaşı ile başlayan, yarı finalini 2. Dünya’yı Paylaşım Savaşı’nda yapan ve ardıllarının da 1. Körfez Savaşı ile başlayan ve devam edeceği düşünülen savaşlar serisi, geçmişte de örneği var olan ifsat oyununun modern birer versiyonu idi.

Bu ifsatta sadece kullanılan silahlar mıydı? Maddi olarak üretilen ve kullanılışlı olan hemen her şey. Gazete, dergi, kitap, kağıttan, klavyeye diğital araçlar, cep telefonları, robotlar, güya evlerde mutfak işini oldukla kolaylaştırdığı savlanan kap, kacak vs. vs. say, say bitmez. Eğitim olgusu ise başlı başına bir olgu, insanın dönüp dönüp bakası gelen bir fenomendi adeta.

Bunlar hayra kullanılabilir miydi? Elbette, ama onların üretilmesi için ortaya konduğunu var saydığımız düşüncenin felsefi arkaplanına bakma inkanımız olmuş olsaydı, bu araçların pek de insanlığın yararına olmadığı, olmayacağı düşüncesi kabul görürdü.

Konumuza uygun düşer diye örnek vermek gerekirse; Birçok halkı Müslüman devletin kendi envanterinde olmasını istediği ve bir, iki devletinde sahip olduğu füzelerin vs. gerek Batı’da ve gerekse de ‘bizde’ üretilmesi sadece, düşünüldüğü gibi “ben, ya da biz barıştan yanayız, ama bu silahları sadece bize diş bileyen düşmanlarımızı korkutmak için ürettik, ya da satın aldık ve ondan dolayı elde tutuyoruz’ yollu ifadeler ne kadara doğruya işaret ediyor ve ne sahici ve ne kadar inandırıcı?

Sen bir defa kasabın, ev hanımı olan Ayşe teyzenin, hanım kızımızın kullanacağı bir bıçak üretmiyorsun ki, söylemin, savın doğru, yerinde ve inandırıcı olsun!

Birisi haklı olarak “Müslümanlar hiç bir şey üretmesin, üretemesin mi? Diyecektir, gayet haklı olarak. Tabii ki de üretecek, ama hangi akıl, hangi düşünce, hangi paradigma, hangi felsefi arkaplanla üretmesini bilmek şartıyla…

Birde hasıl olan ihtiyaca göre, aşırıya kaçmadan, seküler Batılı anlayışın zıddına bir bakış açısı ile ve İslam’a uygun, onun ilkesel bazda öngördüğü iktisadi form içerisinde. Ama o form nerede? İşte en önemli ve can alıcı sorulardan birisi, biz Müslümanların aczini ortaya koyan türden. Adeta, -af buyurun- “su nerede? ‘İnek içti’. ‘İnek nerede?’ ‘Dağa kaçtı’ ‘Dağ nerede?’ ‘Yandı, bitti, kül oldu” misali, karmaşık ve zorlu…

Bunun birçok cevap şekli vardı. Cevapta sorunun mahiyetine göre değişiklik gösterebilirdi.

En başta Osmanlıyı içerisinde bulunduğu müşkil durumdan kurtarmak için, o da 2. Meşrutiyet’le birlikte ‘kurtuluş saikiyke’ gündeme gelen Osmanlıcılık, Türkçülük ve Batıcılığın yanında, bize daha yakın, sıcak ve sahici duran İslamcılık paradigmasının büyük oranda, onun yükünü çekemeyeceğini, çekilemeyeceğini düşünen ve zaman içerisinde muhafazakarlaşan ve o yolla ayakta kalmayı savlayan dönemin birçok ‘Müslüman’ zevatının, Kemalizm’in hışmından korunmak, emin olmak adına yanlış ata oynamasının da büyük etkisi olmuştu, şu meşhur “Batı’nın teknolojisini alalımcı…” düşünceye istinaden.

İşte bizimkiler, yukarıda da anlatmaya çalıştığımız üzere, modernleşme gelip kapıya dayandığında, o da Batı’dan alındığı bilinen muhafazakarlık kanalıyla “Batının teknolojisini alalım, ahlakını değil” yollu ifadeler, şu ya da bu oranda birey, toplum ve şimdide tüm ümmet olarak Batı’nın, kendi ürettiği maddi ve manevi değerlerin arkaplanını oluşturan ahlakını kuşanalı onlarca yıl oldu. Bu yoldan ne zaman dönecektik? O meşhur ve anlamlı ifade ile “Bu gidiş nereye?”

***

Şimdilerde, kimine göre ABD ya da Çin’de laboratuar ortamında üretilip dünyaya salınan veyahut ta basbayağı ‘yeme, içme’ kültüründen dolayı Çi’de zuhur eden –sonuçta bir yağ katmanından ibaret- koronavirüs ile koca bir dünya iki, üç aydır bir salgınla uğraşıp durmakta…

Eğer bu iş laboratuar ortamında, hassaten de Çin’de üretilmiş ve ‘gizli’ bir amaca matuf ise, bir Batı dışı, ama sonuçta kendisi de paradigmal olarak Batıcı sayılan bir güç, öteden beri insanları fıtratından alabildiğine koparmaya, onları şu ya da bu kandırma usullerle ifsat etmeye çalışıyorsa, yine o sorumuzu soralım; “Bu gidiş nereye?” Amerika’da da üretilmiş ise, sorumuz ona da cariydi.

Bu bela, hak ettiğimiz bir bela mıydı, değil miydi,o ayrı bir konu, ama ilahi kelama göre ‘başımıza gelenler, kendi ellerimizle yapıp ettiklerimizden dolayı” idi.

Ya bizde modern paradigmanın cazibesine kapılıp onun içerisinde yer almıştık, ya almaya çalışıyorduk, ya da alamsak bile, ona karşı bir bakış açısı oluşturamamış, ‘mağlupların zaferi’ kabilinden kendimize arkamıza yaslanacak bir koltuk ayarlayıp keyfe keder yaşamaya çalışmıştık. O zaman da “Bu gidiş nereye” sormamız gerekirdi.

Şu korona günlerinde, o popüler olmuş bir söz var, durup dolaşan. Neydi o? “Hiç bir şey eskisi gibi olmayacak?” Toplum olarak büyük oranda Müslümanlardan oluşuyorsak, o zaman mebzul miktarda safdil Müslümanların da dillendirdikleri bu sözün, yayıla, yayına ast’tan üst’e doğru birçok gazeteci, düşünce adamı ve oradan da birçok toplumsal kesime doğru bir trend içerisinde dönüp dolaşmakta…

En başta, hiç bir şeyin eskisi gibi olmaması için, ya tamamen batmış olmamız ve düştüğümüz yerden kalkmak için bize uzatılan eli kavramamız, tutmamız gerekirdi, ya da her şeyin arta, arta olumluya doğru, aşağıdan yukarıya bir yol takip etmesi gerekirdi. Bunun için ise,   toplumun diğer kesimlerinden ziyade, biz Müslümanların bize sunulmuş bulunan ‘Kitabı ve hikmeti’ kuşanmamız, koruyup, onu anlamanız, anlatmamız ve onu referans alarak yaşamamız, onun istediği, hem de niceliği olan nitelikli bir ortam oluşturmuş olmamız gerekirdi. Bir planımız mıydı? Şimdilik yok! O zaman…

Allah©n bilir, ama yaşamış olduğumuz diğer tecrübelerden, başımıza gelen bela, musibet ve felaketlerden kurtulduğumuz gibi, bu korona belasından da bir şekilde halas olacak, yani kurtulacaktık. Bu bela bizi ekonomik olarak, psikolojik olarak yordu, zorladı, yine Allah© bilir, bizi belki daha da zorlayıp yoracak, ama bir şekilde kıyısından, köşesinden umut ışığı belirecek ve mağaralarımızdan çıkacak ve nefes alacağız, tamamda, hayrımıza olacak şekilde, tarihi de tümden değiştirecek  külli bir zihinsel değişime yönelik ne tür ameli, düşünsel ve entelektüel çabamız vardı?  Bu çabalar içerisinde olan şahıslar, gruplar ve topluluklar elbette vardı, ama yeterli miydi? Kendi adına sonuç alsa dahi, toplumun tümüne yönelik ne anlam ifade edebilirdi. Düşünün, bu topraklarda yaşayan ve kendini Müslüman olarak tanımlayan insanların büyük bölümünün, günün belli saatlerinde iş yaptıklarında ve yemek yediklerinde, çoğunun el temizliğine riayet etmediğini, onlara yönelik uyarı nitelikli kamu spotlarına bakınca, insanın yüksek sesle ‘eyvah ki, ne eyvah!’ demesi geliyordu.

Bu işlerin telafisi kamu spotlarına kalıyor idiyse, o zaman ‘ya devlet başa, ya da kuzgun leşe’ demekten başka bir şeyimiz kalmazdı. Ki, o zaman soralım. Biraz sfesifik bir konu olarak değerlendirilebilirdi, ama hani ‘temizliğin yarısı imandı’ kutlu sözü? Nerede kaldı? Burada ise, sadece kendimiz için soralım:”Bu gidiş nereye?”

Evet, bu gidiş nereye ey ehl-i Kıble, ey Müslümanlar? El vs. yıkamak içinde devletin kamu spotumu olması gerekiyor? Buna da mı devletçiliği önerecektik?

Şahıs, aile, mahalle vb. toplum ve ülke bazında kendi paradigmalarımızı kendimiz oluşturamayacak mıydık? Olur olmaz her şeyi devletten mi bekleyecektik. Biz ne işe yarardık ey halkım, uyanda, artık uyanık olarak yaşayalım ve ne devletimizi, ne günümüzü ve ne de geleceğimizi, hepsinden de önemlisi ahiret hayatımızı zora sokmayalım, isterseniz… Olur mu?

Vesselam…

 

(*) Eğer, hem geçmişi az çok biliyor ve günümüzde de olan biteni görüyor, okuyor, analiz edebiliyorsak, şimdiki firavunlar geçmişteki firavunlardan epeyce mahiyet farkına sahiptir. Eskiden, yanlışa kullanıyor olsalar da, maddi ölçü olarak ‘kitap(bilgi), mizan(küresel adaletsizlik) ve demir(otomatikten tutun da uzay savaşları araçlarına kadar) vardı. Birde üst’ten asta doğru, elde bulundurulan güç ölçüsünde; Firavun, Karun ve Bel’am vardı. Bu silsile uzunca asırlar hemen, hemen hiç değişmemiş, öyle sürüp gitmişti.

Günümüzde ise, Firavun(Krallar, sultanlar, vb.) Bel’am ise, insanın, hayvanın, otun, çiçeğin, börtü, böceğin var olan genetiğini bozmayı bilim olarak sunan, çoğu kez de kadim şaşmaz geleneğe, geleneğin formüle ettiği yönetim biçimine  karşı, Batı’nın egemenliğinin dayanağı olan ideolojileri parlatan modern kahinlerdi. Karun ise, yöneticinin seçimle iş başına getirilmesini, yeri geldiğinde de, çıkarına uymadığı için yöneticiyi, yöneticileri demokratik oyunlarla alaşağı eden burjuva sınıfı almıştı.

Artık firavun, seçimle gelen, giden bir kukla, bel’am kahinliğini modern argümanlar eşliğinde sürdüren isteğe göre ‘bilim satan’ bir kukla idi. Burjuva ise, bu iki sınıfın başı olmuştu. Birde liberalizm denen ve kapitalizmin ‘gülen ve sırıtan’ yüzü kabilinden ideolojik form oluşturarak…

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR