Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Yusuf YAVUZYILMAZ


Din, Sekülarizm ve Ahlak

Yazarımız Yusuf Yavuzyılmaz'ın,, Özgün İrade Dergisi 2020 Temmuz (195.) Sayısında yayımlanan yazısı...


Ahlak, din ve felsefenin yaklaşım, kaynak ve yöntemleri farklı olsa da, ele aldıkları konular bakımından ortak alanlarından biridir. Ahlak felsefesi, insanın ahlaki eylemlerini ve bu eylemlerle ilgili soruları konu alan felsefe dalıdır. Ahlak üzerinde yapılan çalışmalardan en önemlisi ahlakın kaynağına ait çalışmalardır. Gerçekten de ahlaki eylemlerin kaynağının ne olduğu sorusu, Ahlak felsefesinin en çetin sorunlarından biridir. Diğer yandan özgürlük, sorumluluk, erdem, iyi, kötü, vicdan ahlaki karar, ahlaki eylem gibi temel kavramları konu alan ahlak felsefesi, ahlaki eylemlerin kaynağı nedir, özgürlük ve sorumluluk ilişkisi nasıl sağlanır, ahlaki eylemin amacı nedir, evrensel ahlak kuralları var mıdır, gibi ahlakla ilgili temel soruları konu alır.

Burada temel alınan soru ahlakın seküler bir temelde inşa edilip edilemeyeceği, dahası seküler bir ahlakın olabilirliği sorunudur. Kuşkusuz insanın yapısının varlık, bilgi ve değer ile ilgiyi yönleri vardır. Ahlak, insanın değerler dünyasına ait normlar bütününü ifade eder. Buradaki en temel soru, insanını davranışlarında neyin iyi, neyin kötü olacağına karar verecek olan kaynak nedir, sorusudur.  Bu kaynağın din dışı olabileceği varsayımı bize seküler ahlakın inşası imkanına götürecektir.

Sekülarizm tartışılırken onunla en çok bağlantılı olan laiklik kavramına da vurgu yapmak gerekir. Sekülarizm ve laiklik kavramları, ahlak kurallarının din dışında kaynaklanabileceği konusunu temellendirmeye çalışan iki kavramsallaştırmadır. Kuşkusuz laiklik ve sekülarizm farklı tanımlansalar da ortak yönleri vardır. Laiklik daha çok din devlet ilişkilerini ekseninde tanımlanan siyasi bir kavramdır; sekülarizm ise toplumun hayatını sürdürürken dinden farklı bir anlam dünyası kurması ile ilgili bir kavram olarak karşımıza çıkar. Ancak gerek sekülarizm, gerekse laiklik kavramları modernite ekseninde birbirine yaklaşan bir anlam haritasına sahiptir. Her ikisi de siyasal ve toplumsal hayatı dinin ilkeleriyle değil aklın ilkelerine göre düzenlemek gerektiğine işaret eder.

Öyle görülüyor ki, laiklik ve sekülarizm konusu tartışılırken kaçınılmaz olarak hayatı din dışında tanımlamaya çalışan aydınlanma felsefesi, modernite ve deizm birbirleriyle ilişkili kavramlar olarak incelenmelidir.

            Deizm, Tanrının var olduğunu, yetkin olduğunu, yaratıcı olduğunu ama dünyaya müdahale etmediği düşüncesini savunur. Soyut ve yaratıcı bir Tanrı fikrini savunan deizm, Kutsal kitabı, vahyi, peygamberliği ve ahireti reddeder. Deizmin bir özelliği de ” din vicdan işidir” mottosundan hareketle, dinin hayatla olan ilgisini koparmaktır.

Seküler zihin dünyasının varlığın hakikatine dönük hikmet arayışına girmesi mümkün değildir. Bu yüzden ilk karşı çıktıkları dindir. Din, varlığın sadece fenomenlerden ibaret olmadığını haykırır çünkü. Varlığın işleyişine karışmayan ve insanı denetlemeyen bir Tanrı anlayışının hayata müdahil olmayacağı açıktır. Bu durumda insan hayatını kendi aklının kılavuzluğunda inşa edecektir.

Deizmin bu yönüyle ilişkili olduğu en öneli kavram laikliktir. Laiklik felsefi anlamda büyük ölçüde deizme yaslanır. Tanrı dünyaya ve hayata müdahale etmediğine göre o alanı düzenleyecek kurallar akıl tarafından konulacaktır. Bundan dolayı Batı düşüncesinde laikliği savunan düşünürlerin çoğunlukla deist olması tesadüf olarak görülmemelidir.

Modernleşme sureci kapitalizm, endüstrileşme, demokrasi, sekülarizm, aydınlanma gibi çok sayıda iç içe geçmiş süreçlerden oluşur. Bu süreçlerden birini içinden çekip çıkarıp diğerlerini reddetmek mümkün mü? Sorusu önemli ve üzerinde düşünülmesi gereken bir sorudur.  Yani kapitalizm, endüstrileşme, aydınlanma, laiklik düşüncelerine mesafeli durup demokrasiyi almak mümkün mü? Ya da modernleşmenin tek türü Batı da yaşanan mıdır? Batı dışı modernleşme modelleri mümkün mü? Modernleşmenin temel felsefi varsayımlarına bakarsak din modernleşebilir mi? Çözüm dinin modernleşmesi mi yoksa modernleşmeye alternatif bir anlayışı savunması mı?

Eğer moderniteyi oluşturan kavramlar bir bütün oluşturuyorsa, Batı’dan farklı gelişim sürecine sahip toplumlarda alternatif bir modernleşmenin imkanı kalmamaktadır.

Modernite;
1- Tek bilgi kaynağı olarak rasyonel aklı tanıyan; aklın dışında, ötesinde, üstünde vahiy gibi bir bilgi kaynağını reddeden,

2- insan anlayışı Tanrının yerine insanı ve insan sevgisini en üst değer olarak kabul eden hümanizme yaslanan,

3- İnsanın karşılaştığı bütün sorunların bilim tarafından çözüleceğine inanan pozitivizmi önceleyen,

4- Bireyi tek bağımsız ve otonom olarak kabul eden bireyciliğe yaslanan,

5- Vatan anlayışı teritoryal olan, toprak, bayrak ve gelenek gibi simgeler üzerine kurulan,

6- Dinin temel değerleriyle devlet ve toplumun ilişkisini kesmeye dönük olarak planlayan laiklik ve sekülarizme yaslanan, bir ideolojidir.

Aslına bakılırsa modernitenin iki önemli öncülü akılcılık ve bireyciliktir.
1-Akılcılık; Hakikatin kaynağı akıldır. Aklın dışında, ötesinde ve üstünde başka bir bilgi kaynağı yoktur.

2- Bireycilik: Hayattaki tek gerçeklik bireydir. Bireyin üstünde hiçbir güç yoktur. Bu anlamda “Ne Tanrı ne efendi ” mottosu bireyciliğin temel ilkesidir. Birey kendi dışında baş eğecek daha üstün bir güç tanımayan bir kavramsallaştırma olarak karşımıza çıkmaktadır. Tanrı’ya inanan bir insanın birey olması mümkün değildir. Tabi bireycilik kavramına semantik bir müdahale yapıp yeniden tanımlayabilirsiniz. Aslında bu tanımlamaya da ihtiyaç vardır. Çünkü kavramların içerikleri tanımlanmadan sağlıklı bir entelektüel tartışma yürütülemez. Akıl ve bireyi İslami paradigmayı temel alarak yeniden tanımlamak gerekir.

Şurası açık ki, Batı düşüncesinin tanımladığı bireycilik ve bireyciliği temel alan ahlak, İslam toplumunun iç dayanışmasını bitirecek bombadır. Bireyciliğin bencil ve kendi çıkarını her şeyin önüne koyan ahlak anlayışına karşı direnmek gerekir. Nefsi, egoyu ilah edinmemek, hatta onun çoğu isteğine direnmek gerekir. Bireycilik ile ilgili çok sayıda soru karşımıza çıkmaktadır. Burada cevaplanması gereken soru bireyin ne olduğu sorusudur.

1-” Ne Tanrı ne efendi” mottosuyla ortaya çıkan hümanist bir kişilik mi?
2- Modernitenin biricik varlık olarak kabul edilen otonom bir varlık mı?

3- Kendini tek gerçeklik, aklını tek bilgi kaynağı, aklının üstünde ve dışında hiçbir bilgi kaynağı olarak kabul etmeyen kişilik mi?

4- Kendi ayakları üzerine duran ve hiçbir otoriteye bağlanmadan insan tipi mi?

5- Birey olmak ile Allah’a kul olmak arasında nasıl bir bağlantı vardır?

6-Modernitenin tanımladığı bireyin İslam’da yeri var mı?

7- Allah – insan ve insan – insan ilişkisi hangi düzlemde olmalıdır?

8- İman etmek ile birey olmak arasındaki ilişki nedir?

9- Birey ve bireycilik arasında ne tür bir ilişki vardır?

10- Ahlaki bireycilik ( egoizm) kabul edilebilir mi?

Burada en temel sorunlardan biri, bir başka kültür ve medeniyet havzasına ait kavramlarla, içinde bulunduğumuz kültür ve medeniyet havzasını anlamlandırmamız mümkün mü, sorunudur. Batı düşüncesinde Tanrı karşısında, otonom bir yapıya sahip bir varlık olarak tasarlanan birey, acaba İslam düşüncesinde Allah-insan arasındaki ilişki ile örtüşebilir mi? Kuşkusuz İslam düşüncesinde Allah ve insan arasındaki ilişki yaratan ve yaratılan arasındaki ilişkidir. Bu nedenle insanın Allah karşısındaki konumu kul kavramıyla ifade edilir. Muhammed Hamidullah tarafından kaleme alınan “abd” maddesindeki alıntıya göre Ragıb el- İsfahani Kur’an’da ki kullanılışına göre abd’in dört şeklinden söz etmiştir.

1-Hukuk açısından abd (Köle)

2- Yaratılması bakımından abd; bu yaratma sadece Allah’a nispet edilebilir.

3- Allah’a kulluk yapması açısından abd; hür olsun, köle olsun en şerefli insan.

4- Dünyaya ve dünya servetine kul olan abd, hür de olsa köle de olsa en kötü insan. Bu grubu Hz. Peygamberin “Altına, gümüşe ve lükse kul olan insan helak olsun” diye kınadığı kimseler girer.(1)

Ahlak bakımından İslam ve Batı modern düşüncesi arasındaki köklü farklılıklardan biri de özgürlük konusudur. İslam düşüncesine göre özgürlük, insanın Allah’a ulaşmasını engelleyen her türlü engeli aşarak Allah’la arasında sahih bir bağ kurabilmesi ve buna engel olan her şeyden uzaklaşmasıdır. Oysa Batı Modern düşüncesinde bizzat Allah inancı insanın özgürlük kaybı olarak nitelendirilmektedir. İslam ülkelerindeki özgürlük anlayışı ile Batı ülkelerindeki özgürlük anlayışı da birbirinden oldukça farklıdır. “Mesela Türkiye’deki insanların özgürlük sorunları, çağdaş ülkelerin insanlarına ait özgürlük sorunlarından farklıdır. Bunun anlamı, batılılar için söz konusu olan bazı kavramların- tüketim toplumu ve küreselleşme gibi kavramların- yarattığı mecburiyetlerin ve özgürlük problemlerinin Türkiye’de daha yoğun ve karmaşık yaşanabilecekleridir. Çünkü Batılı insanların geçmiş yüzyıllarda yaşadıklarının sonuçları olan bir dönemde üretilmiş kavramların mana muhtevaları, daha henüz geçmiş yaşantıları edinmemiş olan insanların hayatlarına uygulanamaz.”(2)

Modern düşüncenin en temel değeri “özgürlük” en nefret ettiği kavramsa “kulluktur”. Burada İslam düşüncesiyle Batı düşüncesi arasında temelli bir fark ortaya çıkıyor. Batı düşüncesine göre tek gerçeklik bireydir, birey Tanrı dahil bütün otoritelere karşı kendi otonomisini savunur. Oysa İslam düşüncesinin temel değeri kulluk bilincidir. Bu bilinç insanı dünyada eğilim gösterebileceği, bağlanabileceği bütün otoriteleri reddedip Allah’a bağlanmakla özgürlüğün gerçekleşebileceğine inanır. Yani birinin kölelik dediğine öteki özgürlük adını veriyor. Başka düşünce havzalarının ürettikleri ve belli bir felsefi alt yapısı olan kavramları İslam’a taşıdığımızda bazı sorunların çıkması kaçınılmazdır. Soru: İnsan Allah’a isyan ederek mi özgürleşir, yoksa ona kul olarak mı? İslam düşüncesinin bu soruya cevabı açık ve nettir. İnsanın Allah’tan bağımsız bir hayat tasavvuru sahici bir tasavvur olmadığından, insan ancak Allah’a kul olarak özgürleşebilir. Allah ile insan arasındaki ilişki çok yakın bir ilişki türüdür. Şaban Ali Düzgün’ün ifadesiyle “Bir enstrüman ve melodi arasındaki yakınlık ya da uzaklık kadardır insanın Allah’a yakınlık ya da uzaklığı “(3)

Batı dışı modernleşme süreçleri bir yandan Batı felsefesinin ürünü kavramları Batı dışı toplumlara taşırken, diğer yandan modernleşme ve İslam ilişkisinin nasıl olacağı konusunu da gündeme taşımıştır. Batı aydınlanma düşüncesinin siyasal örgütlenmesi olan “ulus devlet “ modelinin Batı dışı toplumlarda, özellikle İslam toplumlarında uygulanma süreci köklü sorunları beraberinde getirmiştir. Ulus devlet örgütlenmesi ve ulusal değerler etrafında yaratılan kültür (Ulusal Marş, dil, kültür), Müslümanların çoğunun zihinsel parametrelerini etkilemiştir.  Ulusal devletlerin ulusal kültür yaratma politikalarıyla İslam’ın iç içe geçmesi, dini, ulusal kültürün bir destekçisi ya da onunla yan yana yürüyen bir alan olarak konumlandırdı. Bu durum, ulus formuna uygun olmayan dini kavramlara semantik bir müdahale yaparak yeniden tanımlanması sonucunu doğurdu.

Kuşkusuz sosyolojik olarak dini farklı bölgelerde farklı yorumlanması normaldir. Anormal olan bir toplumun veya devletin İslam’ın en doğru yorumunun kendileri tarafından yapıldığı inancına kapılmasıdır. Ulusal kültür ile dinin bu kadar iç içe geçtiği durumlarda neyin dini, neyin kültürel bir form olduğunu belirlemek de zordur.  İşin bir diğer zorluğu da kültürel bir değerin dini bir değer olarak algılanmasıdır.

Elbette din ile Arap kültür öğeleri aynı şey değildir. Ama bu bütün etnik gruplar için geçerlidir. İslam’ın ilk yayılış yeri Arap kültür evreni olduğu için elbette tartışmanın Araplar üzerinden yürümesi anlaşılabilir. Ancak dini olanla Arap kültürünün ürünü olan uygulamaların karıştırılması köklü sorunlara yol açmaktadır.

Modernleşme süreçlerinin bir diğer yönü de, Doğu-İslam toplumlarının analizini Batı sosyolojisi üzerinden anlamlandırmaya çalışmaktır. Batılı sosyolojik kavramlarla İslam toplumlarının dinamiklerini anlamlandırmak mümkün olmadığı gibi, buna bağlı olarak  cemaatlerin sivil toplum örgütü olup olmadığı konusu da tartışılamaz. Durkhehim ve Comte ‘cü sosyolojik bakışa göre dinle ilgili olan bütün ilişkiler, sahih bir bilgi üzerinden gitmez. Din birey olamamış insanların sığındığı bir inanış biçimidir. Dinin kökeni bireysel korkuların toplumsallaşarak toplumun üzerine çıkması ve ona baskı uygulamasına dayanır. Yani Dinin kaynağı vahiy değil toplumun bizzat kendisidir. Dinin kökenini korkuya dayandıran böyle bir anlayışa göre dindar zaten birey olamadığı için sivil değildir. Çünkü birey, kendi aklıyla hareket eden, Tanrı karşısında özerkleşmiş, aklının dışında hiçbir bilgi kaynağı kabul etmeyen bir öznedir.  Kendi gerçekliğine Batının tanımladığı çerçeveden bakan bir zihin bu toplumun dinamiklerini anlayabilir mi? Bu yaklaşım doğru bilgi üretmediği gibi, kendi toplumuna oryantalist gözlükle bakan Batıcı bir aydın tabakası yaratmıştır.

Cumhuriyetin kurucu elitlerinin laiklik politikası altında yapılan, devleti tamamen, toplumu olabildiğince dini uygulamaların uzağında tutma uygulamaları, dini tamamen cahil din adamlarının ve tasavvuf adı altında aslından uzaklaşmış ve birer menfaat ocağı haline getiren kurumların kucağına itmiştir. Milliyetçi ve laik olan kurucu elitlerin din politikası samimi değildi; onlar geleneği eleştirerek dini asıl kaynaklarına döndürmeye çalışan bir zihniyetin izleyicisi değillerdi. Tam tersine dini resmi alanlarda okullarda tamamen yasaklayarak cahil kitlenin eline terk ettiler. Çünkü bu din kimseye cazip gelmeyecek bir dindi. Böylece dinle yürüttükleri mücadeleyi meşrulaştıracaklardı. Bu anlayış aslında din dışı seküler bir ahlak arayışı olarak da adlandırılabilir.  Bu yüzden “Said Nursi ve dönemin diğer İslamcıları, batı sistemine boyun eğen yönetimin neredeyse faşizan militarizmine ve despotizmine karşı halkı aydınlatmayı ve kazanmayı amaçlayan sivil bir mücadeleye girişeceklerdir. Zaten Anadolu halkı, Osmanlı seçkinleri tarafından ancak Kurtuluş Savaşı sırasında fark edilmiş ve Milli Mücadele tarafından mobilize edilmiştir. Şimdi yapılması gereken ise, bu askeri Milli Mücadele’nin yarım bıraktığı manevi kurtuluş hareketinin, ya da Said Nursi’nin deyimiyle iman kurtarma mücadelesinin verilmeye başlanmasıdır; yani küçük cihattan büyük cihada yönelmek, biçimsel(maddi) kurtuluşu bilinçsel(manevi)kurtuluşla kemaline erdirmek.” (4)

Geleneksel din anlayışına karşı, seküler bir toplum arayışında olan  Kemalistler ve İslami uyanışı savunanlar modernistler reddedici bir tavra girmişlerdi. Ama bu reddedişin amacı konusunda ayrılıyorlardı. Kemalistler, geleneksel dini bahane ederek, dini devlet hayatından tamamen ve özel hayattan büyük ölçüde uzaklaştırmayı amaçlıyordu. İslami yenileşmeciler ise Kur’an ve Sünnete dönerek sahih bir dini anlayışın peşindeydiler. Ancak yüzyıllardır kökleşmiş geleneksel dini anlayışla mücadele etmek ve onu dönüştürmek hiç kolay değildir. Tek Parti pratiği, büyük ölçüde, yasaklayarak sorunun üstesinden gelmeye çalıştı. Aldıkları pozitivist formasyonun etkisiyle bilim geliştikçe zaten din gerileyip etkisini kaybedeceğine inanıyorlardı. Ancak tarih bu anlayışın doğru olmadığını kanıtladı. Şimdiki tartışmaların özünde dinin yeniden kamusal hayata dönüşünün yarattığı gerilim bulunmaktadır.

Ahlak ve din arasındaki ilişki kuşkusuz zorunlu bir ilişkidir. Ahlakı dine önceleyen görüşler eğer, “ahlak dinden öncedir” diyorlarsa, o zaman ahlakın kaynağı nedir? sorusuna cevap vermeleri gerekir. Kaldı ki, Kur’an’da ahlak ilkeleri önemli bir yer tutar. Ahlak dine öncelikli ise din neden ahlak kuralları içermektedir? Daha da önemlisi din neden toplumsal ahlak kurallarının önemli bir bölümüne muhalefet etmektedir? Şu söylenmek isteniyorsa kuşkusuz doğrudur: Kur’an ahlak ilkelerini ibadetin önüne koyar. Ahlaktan içerikten, anlamdan uzaklaşan ibadetin bir değeri yoktur.  Ancak dinden önce ise dinin anlamı nedir? Ya da din ahlak ile ilgisiz bir alan mıdır, din ahlak ilkeleri içermez mi? Ahlakın dinden önce geldiğini iddia etmek için din ile ahlakın alanlarını ayırmak anlamına gelmez mi? Kuşkusuz din ile ahlak arasındaki ilişkiyi yeniden anlamlandırmak gerekir.

Şimdi sorun şu: Dinle modernite uzlaşma mı, yoksa mücadele mi etmeli? Bir başka soru: Modern dindar olur mu? Kuşkusuz bu sorular derinlemesine incelenmesi gereken başka ahlaki soruları çağrıştırmaktadır:

1-İbadet ile ahlak birbiriyle ilgisiz kavramlar mıdır?

2- İbadet olmadan güzel ahlak olabilir mi?

3-Güzel ahlak dediğimiz şey zaten bir ibadet türü değil mi?

4- Ateist ama ahlaklı klişesi doğru ise, dindar olmadan ahlaklı olmak neden mümkün olmasın?

5- Dinin özü güzel ahlaktır. Dindar olmadan da ahlaklı olunabilir anlayışı doğru ise dine neden ihtiyaç vardır?

6-Ahlaksız bir dindarlık sapma mıdır?

7-Dinle ahlak arasında bağlantı kurmamak aslında ahlak için din gerekli değildir ifadesi ile sonuçlanmaz mı?

8- Din ve dinin temeli olan ibadetler olmaksızın insan ahlaklı olabilir anlayışı , aslında dinin gereksiz olduğunu söylemiyor mu?

 9-Dinin temeli olan namaz, oruç gibi ibadetler ile ahlak arasında ilgisizlik dünyevilik değil midir?

10- Hz. Peygamber’in “Nice insanlar vardır ki, tuttukları oruçtan onlara kalan sadece açlıktır” ifadesi, ibadet – ahlak ilişkisi açısından nasıl değerlendirilir?

11- Münafıkların ayırıcı vasfı ibadet mi, yoksa ahlak mıdır?

12- İbadet ve ahlak arasında kaçınılmaz olması gereken denge ortadan kaldırılabilir mi?

Kuşkusuz insanın vicdanında iyi dönük bir yön bulunduğunu kabul etmek gerekir. Ancak bu durum ahlakın kaynağının mutlak anlamda vicdan olacağını göstermez. Ahlakın hakiki kaynağı vahiydir. “İnsanın aklı ve vicdanı ahlak için bir kaynak olarak kabul edilecekse vahiy ahlaki anlamda ne ifade eder?” sorusu üzerinde düşünülmelidir. 

Kuşkusuz vahiy dışında ahlak anlayışlarından söz edilebilir. Ancak vahiy ahlak üzerine ahlaktır. Nitekim Hz. Peygamber: “ Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim ( Ahmet b. Hanbel 2: 381)  buyurmuştur. Bu ifade toplumsal anlamda belirli bir ahlakın yaşandığını ancak onun tamamlanması gerektiğini bildirmektedir. Vahiy toplumda yaşanan güzel ahlakı tamamlayıcı bir unsur olarak kabul edilmelidir.

Aslında din ile ahlak arasında zorunlu bir ilişki vardır. Dindar kimliği ile öne çıkan insanların ahlaki zaafları, din ile ahlak arasındaki ilişkinin tartışılmasına neden olmaktadır. İnsanların dini pratikleri yerine getirmeleri zorunlu olarak ahlaklı olduklarına işaret etmemektedir. Nitekim formel ibadetleri itina ile yerine getiren münafıklar ve dini başka amaçlar için araçsallaştıranlar ahlak zaafı olan insanlardır.

İbadet ile ahlak arasındaki denge bozulduğunda, Allah’a samimiyetle bağlılık bilincinin yerini başka bağlılıklar almaya başlar. Bu durum sorunlu bir dindarlık anlayışının ortaya çıkmasına sebep olur. Böyle bir dindarlık anlayışı sadece bu anlayışa sahip kimseye zarar vermez, toplumdaki din algısını da önemli ölçüde zedeler. FETÖ örgütünün toplumda yarattığı travma da tamamıyla bununla ilgilidir.

  1. Abbas Pirimoğlu,  Özgürlük ve Secde, Yetkin Düşünce Dergisi,
  2. Muhammet Özdemir, Özgürlüğün Bugün İmkan(sızlık)ları (Yetkin Düşünce Dergisi)
  3. Şaban Ali Düzgün,  Dini Anlama Kılavuzu, Otto yayınları.
  4.  Ümit Aktaş, Bir Kriz Sürecinde Strateji Arayışları, Okur Kitaplığı.

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR