Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Hasan POSTACI


Devlet Algısındaki Travmalar

Yazarımız Hasan Postacı'nın "yeni" yazısı...


Toplumsal yaşam serüveni, insanın yaşamsal ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılama arayışları üzerinden köklü değişimler göstererek günümüze kadar gelmiştir. En üst örgütlenme modeli olarak ulaşılan modern devlet yapılanmaları, bilim ve teknolojide ortaya çıkan yenilikler ve gelişmeler, felsefe, din, hukuk, edebiyat ve sanat gibi alanlarda yaşanan derinlikli değişimler, büyük savaşlar, göçler, devrimler günümüz devlet yapılanmalarını şekillendiren dinamikler olmuşlardır.

Devlet, insanın toplum halinde yaşamasını sağlamak için doğmuştur. Bu misyonunu yerine getirmek için en iyi şekilde tasarlanması gerekmektedir. Bu tasarım süreci hem teorik hem de reel dünyada hala devam etmektedir.

Özelde kendi medeniyet iklimimizin deneyimleri de insanı yaşatma merkezli bir yönetim kültürüne dönük önemli birikimlere sahiptir. Sağlıklı bir toplumsal örgütlenme ve yönetim modelinin temeli can, mal, akıl, nesil ve inanç emniyetine dayandırıldığı bir yönetim felsefesi geleneğinden beslenmektedir. Medeniyet coğrafyamız devletin yönetim ile ilgili amaçlarının merkezinde din, can, akıl, nesil ve mallarını koruması olduğu/olması gerektiği görülür. Bu beş temelin korunmasını içeren her şey maslahattır, bunların ihlâline yol açan her şey mefsedet olduğu gibi bu ihlâllerin ortadan kaldırılması da maslahattır.

Bu maslahat sadece Müslümanlarla sınırlı değildir. Sorumluluğu altındaki tüm insanlar içindir. Bu yönüyle çoğulcu bir yönetim odaklanması vardır. Bunun ilk formal örneği olan Medine sözleşmesinin içeriğinde de görmek mümkündür.  

Özellikle temelini Kuran ve peygamberin yaşamsallaştırılmış ilkelerinin, İslam’ı seçen diğer kültürlerle de etkileşimleri ile beraber zenginleşen toplumsal yaşam modelleri ve devlet gelenekleri, günümüzdeki toplumsal davranış şekillerini genetik olarak beslemiş ve etkilemiştir.

Sosyolojik bağlamda yukarıdan aşağıya toplumsal değişimin en güçlü dinamiği olan devlet örgütlenmesi bu yönüyle değer üretme misyonuna da sahip olduğu görülür. Ancak bu bağlamda değişimin fıtri bir iklimde olmasının imkansızlığa yakın yapısını da özellikle bireyin özgür iradesi bağlamında vurgulamak gerekir.

Bu yönüyle çağdaş Türkiye Cumhuriyetinin yukarıdan aşağıya bir toplumsal değişim programı uyguladığını ortak bir anlayış olarak belirtmek gerekir. Bu değişim programının devletin iktidar gücüyle topluma dayatıldığını ve karşılaşılan dirençlerin en sert biçimde etkisiz kılındığı görülmektedir. Devlet gücü ile uygulanan değişimin toplumsal boyutta devlet algısı ve devlet ile ilşkileri şekillendiren değerler bağlamında önemli travmalar ürettiğini ve bunun günümüze kadar derin etkilerinin hala devam ettiğini gözlemlemek mümkün.

Yeni devletin ilk yapısal oluşumu olarak karşımıza TBMM çıkar. 23 nisan 1920 de kurulan 1. Meclis, tüzel bir kimlik olarak Osmanlı İmparatorluğunun yeni devlet alternatifi olarak kendini küresel etkin güçlere kabul ettirmeye çalışmıştır. Son Meclis-i Mebusanın,  Mısak-ı Milli olarak belirlediği yeni devletin sınırlarını işgalden koruma ve resmileştirmek hedefleri ile hareket eden yapı, çok geçmeden küresel güçlerinde pazarlık masasında muhatap alınmaya başlar.

Bu ilişki sürecindeki pazarlıklarda resmi söylemle çelişen çok farklı taahhütlerin, uzlaşmaların olduğu birçok tarihçi ve araştırmacının çalışmalarında rastlamak mümkün. Özellikle Lozan’ın bir şartı olarak saltanat ve halifeliğin kaldırılması gibi yapısal değişimler bu bağlamda kısa sürede gerçekleşti. Osmanlı İmparatorluk coğrafyasının küresel sömürüye elverişli hale getirilmesi bağlamında oldukça önemli kırılmalar yaratan bu yapısal değişimler aynı zamanda İslam medeniyet ikliminde de tarihsel bir çöküntüye yol açtığını belirtmek gerekir.

29 Ekim 1923 Cumhuriyetin ilanı bu yapısal değişimin en güçlü son halkasını oluşturuyordu. Sözüm ona medeniyetin öncü devletleri olan Avrupa ve batıda tüm kurumsal yapıları ile varlığını sürdüren krallıklar ve kilise geri kalmanın bir göstergesi sayılmıyordu ama yeni Türkiye’nin muasır medeniyetin bir parçası olması için radikal bir yaklaşımla kendi medeniyet köklerinin en önemli kurumlarından olan saltanat ve halifelikten kurtulması gerekiyordu. Bu öyle bir hınç ve nefretle uygulandı ki hanedanın 36. Son padişahı temsilcileri ve 115. son halife onursuzca, zelil bir şekilde ülkeden bir İngiliz zırhlısı gemi ile sürgün ediliyordu. Ne acıdır ki sığındığı yer ise bir Avrupa’da İngiliz himayesinde Malta adası oluyordu. İngiltere’ye gelmesine bile müsaade edilmiyordu.

Yeni devletin, kanlı devrimler üzerine muhkemleştirmeye çalıştığı devlet sitemi uzun bir dönem toplumun iradesini, taleplerini yok sayan elitisit tek partili bir sitem üzerinden yürütmeye çalıştı. Çok partili döneme geçişten günümüze kadar devletin ideolojik yapısı ile toplumsal siyasetin iradesi ve öncelikleri arasında hep derin bir uçurum var olageldi. Bu travmatik ilişki bu coğrafyanın geleceğine vurulmuş bir pranga gibi hala sürmektedir.

Devletin/statükonun çelikten gölgesi adeta kutsallaştırılmış bir dizi ritüeller üzerinden toplumsal yaşamın her alanında kendini hissettirmektedir. İdeolojik milliyetçilik ve sekülerizim üzerine inşa edilmiş statükonun bu kutsal ritüelleri kendini toplumun sinir uçları gibi tanımlayarak hem aba altından sopa gösteriyor hem de kendini meşrulaştırmanın zeminini üretiyordu.

Milli bayramların bir kutsal ayin gibi ritüellerin Anıtkabirden başlatmak, her yerleşim biriminin merkezini heykellerle donatmak, tüm resmi kurum ve kuruluşların makam odalarının büst, flama, fotoğraflarla, resmi Atatürk köşeleri ile donatmak kişiyi kutsallaştıran bilim ve akıl dışı bir ideolojik saplantı değil midir? Toplumun ve ülkenin önüne rol model olarak konulan batı ülkelerinin hangisinde bu düzeyde kişilerin kutsallaştırılması var?

Anayasanın kutsanmış kişi merkezli değiştirilemez maddelerinden, seçilen bir milletvekilinin yapması yasal zorunluluk olan yemin metninden, devlet memurluğunda statükonun kutsallığını tescilleten mesleki yemin metinlerine kadar hayatın her alanına devleti bireye ve topluma karşı kutsallaştıran travmatik yaklaşımın, hak ve özgürlük merkezli çoğulcu bir karakter taşıması mümkün olabilir mi?

Devlet kutsal bir varlık değildir. Devlet insan ve topluma hizmet eden, hak ve özgürlükleri güvence altına alan teknik bir organizasyon olarak tanımlanmalıdır.  Aksi durum devlet aygıtının halkını sömürgeleştiren, yoksullaştıran, temel hak ve önceliklerini bu sömürü düzenine kurban eden bir düzenin oluşmasından başka bir şey ifade etmeyeceğini tüm insanlık tecrübesi göstermiştir.

 Seçilmiş bir cumhurbaşkanının adeta kutsal bir mekanda statükonun ibadeti haline dönüştürülmüş çelenk koyma, sonrasında saygı duruşu ve adeta kutsal deftere “Aziz.. “ ile başlayan bir sunum ve sunakta buluma ritüelleri ile statükonun/devletin toplumu kendine teslim alması, kul ve köle edinmesinin sembollerini her yıl birkaç kez tekrarlama üzerine oturmuş bu travmatik devlet anlayışının evrensel hak ve özgürlükler merkezli yeniden rehabilete edilmesine ihtiyaç olduğunun altını çizmek gerekir. 

 

Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR