Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ali BULAÇ


DEPREM ÜZERİNE

Ali Bulaç; herkesin aynı anda "-Allah'ım bizi koru" deyip çaresizce yalvarması!


 

Aklınızın ucundan geçmediği bir anda yer sallanıyor, ev beşik gibi bir sağa bir sola gidip geliyor, duvarlardan toz bulutları çıkıyor. İnsanın evrendeki sığınağı olan evinin önce alttan bir darbe ile yukarı doğru sıçraması, arkasından bir sağa bir sola gidip gelmesi, saniyeler geçtikçe sarsıntının artması, hem de bu sarsıntının 45 saniye sürmesi dehşet verici bir şey.

Enkaz altında kalanlar, can havliyle kendilerini balkonlardan aşağı atanlar, çığlık çığlığa yakınlarını arayanlar, bir o yana bir bu yana koşup duranlar. İnsiyaki olan tek şey, herkesin aynı anda "-Allah'ım bizi koru" deyip çaresizce yalvarması!.. Düşen uçakta ateist kalmadığı gibi deprem anında da kimse Allah'tan başka bir güce sığınabileceğini aklına getiremez.

Deprem, insan bilgisinin ve gücünün tükendiği an. Sel felaketi, tsunami, yangın, göçük, toprak kayması, çığ düşmesi, tayfun, kasırga ve deprem. Her biri kendi ölçüsünde korkunç. Herkes yaşadığı felaketin acısını iyi bilir; bir kaç kez fiilen tecrübesini yaşadığımdan olacak, deprem bana en korkuncu geliyor.

Bilimsel açıdan depremi izah etmek artık nispeten kolay. Son yüz sene içinde bu konudaki bilgilerimiz hayli ilerledi. Merkez üssü, fay hattı, bu hat üzerinde meydana gelen kırılmalar, kırılan bir parçanın diğerlerini tetiklemesi, biriken enerji, stres, enerjinin açığa çıkması, depremin şiddeti, aletsel büyüklüğü, yayıldığı alan ve ilk büyük şoktan sonra gelen artçı (müteakkib) sallantılar ile zeminin durumu ve yapıların sarsıntılara karşı dayanıklığı, depreme dayanıklı bina, hepsi hakkında iyi kötü bilgilere sahip bulunuyoruz. Birkaç kez depremi yaşadım, ama en şiddetli ve yıkıcı olanı merkez üssü İzmit/Gölcük olan 17 Ağustos 1999 depremiydi. Gece saat 03'ü 02 geçe başlayan ve tam 45 saniye süren depremin aletsel büyüklüğü 7,4'tü. Zaman kavramımızda bir alev dilimi kadar kısa, ama bizim için upuzun bir süre. 45 saniye içinde binalar yerle bir oldu; bir deprem yaşadığımızı anladım, sanki kıyamet kopmuştu:

Önce hayatımda hiç duymadığım tuhaf bir gürültü; yerin altından, ama her yandan sanki binlerce komprüsör harekete geçmiş veya onbinlerce öküz bir anda böğürmeye başlamıştı. Yer böğürerek kusuyordu. Ve hemen arkasından oturduğum yerin altından kuvvetli bir darbe. Tavan, duvarlar, eşyalar ve avizeler bir sağa bir sola gitmeye başladı. İlk 15 saniye böyle geçti ve sanki hafifler gibi oldu, ama arkasından ilk sarsıntının bilmem kaç katı çok daha büyük ve şiddetli bir sarsıntı geldi. Bir anda kapının önünde buldum kendimi, duvarlardan toz duman çıkıyor, adeta genzimi keskin kükürt kokusu yakıyor kirişler abanmış kapının üzerindeki anahtar dönmüyor. O 45 saniye nasıl geçti bilmiyorum. Durur gibi olur olmaz sokağa fırlıyoruz. Çoluk çocuk hepimiz ve herkes dışarıda.

Sonradan merkez üssünün İzmit (Gölcük) olduğunu, sarsıntının 180 km.lik bir hat ve 400 km.lik bir alanda meydana geldiğini, yerin 17 km. altında birkaç metrelik bir kırılma olduğunu öğreniyoruz. Resmi rakamlara göre 17 bin ölü, gerçekte ise 35 bin civarında insan hayatını kaybetmiş. Ertesi günden itibaren birbirini tutmayan modelleriyle televizyon ekranlarında boy gösteren jeologlar, jeo-fizikçiler, sismologlar ve diğer bilim adamları. Bu depremle birlikte ve tabii ki çok sayıda özel televizyon sayesinde deprem hakkında geniş bilgilere sahip olduk. Bu bilgilerin hepsi bilimsel bir çerçevede sunuluyor. Çoğu insan pek anlamasa da can kulağıyla saatlerce dinliyor. Herkesin merak ettiği mesele, bu depremi 876 ölü ile atlatan 12 milyonluk İstanbul'da bir depremin beklenip beklenmediği sorusuna bilim adamlarının verdiği karmaşık cevaplar. Bilim adamları durmadan farklı hipotez ve modellerden hareketle bilgiler vermeye çalışıyor. Bilim adamları için deprem normal bir tabiat olayı ve bunu ancak konuyla ilgili bilim disiplinlerinin çerçevesinden hareketle açıklamak mümkün. 

Peki, bir deprem olayı salt bu bilgilerden mi ibaret? Yani olayın jeo-fizik yanını izah ettiğimizde deprem olayının bütününü de izah etmiş oluyor muyuz? Bugünün bakış açısından neredeyse her şey "bilimsel bilginin yardımı"yla yapılabilen açıklamalardan ibaret. Depreme yol açan sebeplerin birkaçı artık biliniyor. İlk akla gelen mevcut bir fay hattında meydana gelen kırılma, yani zaman içinde birikmiş muazzam bir enerjinin ortaya çıkması. Ama başka sebepler de var. Mesela uzak bir yıldızda veya güneşin yüzünde meydana gelen bir patlama bu sebeplerden biri. Son zamanlarda sanayileşmiş/ ülkelerin yaptığı nükleer denemelerin de dünyanın çeşitli bölgelerinde depremlere yol açtığını biliyoruz. Her ne kadar 4 şiddetini geçen denemelerin yasaklandığı söyleniyorsa da Fransa'nın buna riayet etmediğini, bu rakamın çok üstünde sarsıntılara sebep veren nükleer denemeler yaptığını herkes biliyor. Zayıf bir ihtimal gibi görünse de, güneş tutulmaları da depremlere sebep olabiliyor. 17 Ağustos depreminden 6 gün önce, 11 Ağustos 1999 günü güneş tutulması oldu ve bu Türkiye'den rahatlıkla izlenebildi. 1894 İstanbul depreminden iki gün önce de yine bu türden bir güneş tutulması vuku bulmuştu.

Bütün bu faktörler önemli. Ama modern bilimsel bilginin ilgi alanına girmeyen başka faktörler de olamaz mı? Eğer bütün kainatta, kainatın varlık mertebeleri ve objeleri arasında birbiriyle bağlantılı hassas bir düzen varsa, hatta -bize çok abartılı gelse bile- eskilerin dediği gibi, incecik bir dalın üzerine konmuş narin bir kelebeğin kanat çırpmasıyla bir büyük gezegenin kendi yörüngesinde süren hareketi arasında görünmez ve akılla kavranamaz bir ilişki varsa, deprem denen büyük felaketin gerisinde başka faktörlerin etkisini aramak gerekir. İnsan küçük bir kainat, kainat büyük bir insandır ve eğer insan bozulursa kainat da bozulur.

Apartman çöktü

Marmara'yı derinden vuran depremle ilgili dış dünyanın ilk yaptığı yorum şuydu: "Kalitesiz inşaat, denetimsiz yapılaşma ve nerdeyse her konuda yetersiz kalan devlet." Dünya, son yüzyılda 60 deprem geçirmiş bulunan bir ülkede nasıl oluyor da gerekli tedbirler alınmıyor, buna şaşırıyor. The Guardian gazetesi haklı olarak "Bu evlerde yaşayanların fazla şansları yoktu" diyor. 25 Ocak 2020 depreminden sonra Elazığ'da acilen 3.200 binanın yıkılması gerektiği açıklandı. Aslında deprem bölgesinde yaşayan milyonlarca insanın ne kadar şansı var, bu sorulmaya değer bir sual.

Elbette bazı tabii felaketler karşısında insanın ve kurumların güçsüz ve çaresiz kaldığı durumlar var. Her deprem sonrasında müteahhitleri hedef tahtası haline getirip bütün suçu onlara yüklemek adet olmuş. Bu, insana geçici bir rahatlık sağlıyor, ama her defasında meydana gelen yıkımların gerçek sebepleri hakkında bize nihai bir fikir vermiyor. Aynı mühendislik hesapları ile yapılmış ve aynı inşaat malzemesi kullanılmış iki bloktan biri yerle bir olurken, hemen yanındaki blok, ufak tefek duvar çatlamalarıyla depremi atlatıyor. Bu açıdan "deprem öldürmez, bina öldürür" sözü genelde doğru olmakla beraber, her zaman ve her durumda doğru değil.

Türkiye deprem kuşağı üzerinde bulunan bir ülke. Bütün yerleşim birimlerimiz depremle yaşamaya alışmak zorunda. Osmanlılar, depreme karşı ahşap evleri teşvik edip mümkün tedbirleri alıyorlardı. Merkezi karar ve emirlerle başlatılan modernleşme hareketinden sonra ahşap evler bir bir kasıtlı yangınlarla yakılıp yerline beton binalar dikildi. Türk modernleşmesinde apartman hayatı çağdaş batı uygarlığına katılmış olmanın, modern hayat tarzının simgesidir. Halbuki Avrupa'da apartmanlar İkinci Dünya Savaşından sonra nüfus fazlasıyla ortaya çıkan evsizlerin, göçmenlerin ve en son işçiler ile sığınmacıların yaşadığı birer sosyal mesken hükmünde düşünülüp inşa edilmişlerdir. Devlet yanlış politikalar izleyerek ülkenin önemli bir bölümünü Marmara bölgesine ve birkaç büyük kente taşıdı. Bu muazzam yığılma sonunda meydana gelen rant ekonomisi aslında devletin işine geldi, çünkü devlet bu sayede bir taşla birkaç kuş vurma imkanını vurabiliyor. Deprem bu politikayı enkaz haline getirdi. 7,2 büyüklüğündeki 12 Kasım 1999 depremiyle yerle bir olan Düzce'de hasar gören binalar yerleşim biriminin yüzde 95'ni teşkil ediyor. Bir yetkilinin dediği gibi, eğer bu binalar yıkılacak olursa -ki yıkılmaları gerekir- daha üç ay önce Türkiye'nin 81. ili olmaya hazırlanan Düzce dümdüz bir tarla olarak kalacak.

Çok daha geniş bir perspektiften bakıldığında, asıl çöken şeyin, modern kenti inşa eden paradigmanın bizzat kendisinin olmasıdır. Sadece apartman çökmekle kalmadı, modernleşme politikaları gereği genel yerleşim düzeni ve modern kentin felsefi temel varsayımları da çöktü.

Deprem ve kader

1999 Gölcük depreminde zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel "Allah'a asi olamayız. Bu takdir-i ilahidir" demişti. 2 Temmuz 1990’da Hac’da meydana gelen tünel faciasında 1426 insan hayatını kaybederken Suud Kralı da "Bu takdir-i ilahidir" demişti. İlahi takdir dahilinde cereyan etmeyen hiçbir şey yok. Ama "takdir Allah'tan, tedbir kuldandır". Peygamber Efendimiz, devesini başı boş bırakan bedeviye "-Önce deveni bağla, sonra Allah'a tevekkül et" buyurmuştu.  Burada sorulacak sual şudur: Devlet ve halk olarak devemizi bağladık mı, tedbirimizi aldık mı? Yani "Allah'ın kaderinden Allah'ın kaderine kaçtık mı? "Bu sual boşlukta değil. Cevap ortada.

*      

Gölcük depreminde onbinlerce insan canını verip, onbinlercesi de enkaz altında kalmışken, Akdeniz ve Ege sahil şeridinde eğlence hayatı hiç durmadı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı da 24 Ocak 2020’de Elazığ ve Malatya'da meydana gelen depremde enkaz altından insanlar çıkarılmayı beklerken, Erzurum'da çoluk çocuğuyla tatile çıktı, soranlara da "Bu benim tarzım" dedi. Televizyon kanalları hiçbir şey olmamış gibi yine eğlence programlarına devam ettiler.

Enfal (8), 25 ayeti üzerinde düşünmemiz lazım: "Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayan bir fitne (musibet)den sakının." Yüce Allah, çok musibet görüp de hiç nasihat almayan bir toplumun gafletinin nelere ve kimlere yıkım getireceğini haber veriyor.

Hikmet ehli der ki "Gökten geleni yer kabul eder." Sudur yerin altından veya yerin üstünden olsa dahi rahmetin de, afetin de menşei göktür. Çünkü yerin hareketi ve düzeni göğün kanunlarına bağlıdır:

 

“Güneş ve ay (belli) bir hesap iledir. Bitki ve ağaç (O’na) secde etmektedirler. Gökyüzü, onu da yükseltti ve mizanı koydu. Sakın mizanı bozmayın.’ (55/Rahman, 5-8.)

 Bu kanunları vaz'eden de en Yüce İrade, en Yüce Kudret, yani Vacibu'l-Vücud Allah'tır. Biz Allah'a, Allah'ın takdir ve kaderine iman eden insanlar, bütün kaniatın olduğu gibi hayatımızın da "Allah'ın kudret eli" altında olduğunun bilincindeyiz. O halde fizik planda tabiatın çeşitli hadiselerine karşı tedbirler alırken, hakikatte ve nihayetinde bizimle at başı giden kadere karşı bir tutum ve tavır içinde değiliz; sadece Hz. Ömer'in bir veba salgınında niçin karantina tedbirini alanlara dediği gibi "Allah'ın bir kaderinden Allah'ın bir (başka) kaderine kaçıp sığınma"ya çalışıyoruz.

Varlık dünyasında vuku bulan her olaya hikmet gözüyle baktığımızda, sadece "sebepler"i bulup çıkarmak ve sebeplerin yol açtığı sonuçları bulmakla yetinmenin mümkün olmadığını anlıyoruz. Elbette her şey, belli bir sebep dairesi içinde cereyan eder ve cereyanda hükümferma olan bir düzen ve yasalar bütünü (Sünen-i İlahi) vardır. Düzen ve yasaları bilmek önemli bir başarıdır. Ancak bu zihni ve ilmi ameliye bize sadece fizik ve sosyal olayların "nasıl" vuku buldukları konusunda fikir verebilir. Modern bilim de, dini ve felsefeyi sahadan kovduğu günden beri olayların "nasıl"lığı üzerinde durmakla yetinmekte ve böylelikle varlığı açıklayabildiği zannına kapılmaktadır. Eşyada tezahür zahirle ilgilidir; sadece her şeyin zahiriyle yetinmek hamakati bir zihni tutum haline getirmek olur. Şeylerin ve hadiselerin aşkın, bâtın ve öte boyutları vardır ki, zahir bu boyutların açığa çıkmış formudur. Tezahürde saklı olanı araştırıp öğrenmedikçe nasıl sahiden ilim (ve bilgi) sahibi olunabilir!

O halde sebepler dünyasına ilişkin "nasıl" sorusu yanında asıl sorulması gereken "niçin?" sorusu olmalıdır. "Niçin" sorusunun cevabı irfan ve hikmetin konusudur. Ve bu saha, hiçbir zaman kainatın tekvinini ve tedbirini elinde bulunduran Allah'ın niyet ve maksatlarını araştırıp bulmakla ilgili değildir. Fıkhi hükümlerin hikmet ve maksatlarını araştırmak görevimizdir, ama tekvinde ve müteal olanda maksatlar sır içinde sırdır ve bunların bir kısmına muttali olanların sayısı çok azdır. "Niçin" sorusunu araştırmak tamamen bizimle, bizim niyet ve maksatlarımızla ilgili olup amellerimizin mahiyeti, meşruluğu ve İlahi hükümlere olan muvafakatı üzerinde tefekkür ve muhasebeyi gerektirir. Çünkü yerin düzeninde ve kargaşasında söz konusu olan Allah’tan bize reva görülen kötülük değil, bizim kast ve kusurumuz, eşyayı ve yeryüzünü yanlış kullanmamızdır (su-i isti’mal)..

Afetler bizim amellerimizin karşılığıdır. Yeryüzünü ihtimam göstererek imar etmekle yükümlü kılınan bizler, eğer İlahi yasalara bile bile bir meydan okuma içindeysek (deprem kuşağında kaçak ve dayanıksız yapılar inşa ediyorsak), yerin üstü altına geçer. Bu da adetullah'ın gereğidir. Zalimlerin ayakları mazlumların tepesi üzerindedir. Gelir bölüşümündeki dengesizlik; rüşvet, iltimas, usulsüzlük; yoksulların yeri göğü inleten feryatları; sokakları kimsesiz çocukların doldurması; siyasi baskılar; inanca ve en temel haklara karşı saygısızlığın kurumsallaşması; ana arterlerde müşteri toplayan travestiler; evliler arasında yaygınlaşan zina; kürtaj; fuhşun medyada bulduğu revaç; namus satıcılık; alkol ve uyuşturucu tüketimindeki artış; haram yiyicilik ve daha nice cürüm irtikabı... Ne değerler çerçevesi kaldı, ne neyin bize referans olacağı hakkında bir fikrimiz. Derin bir boşluk içindeyiz. Fikir dünyamız gibi ahlaki hayatımız da giderek çölleşmekte. Ancak bazı softaların iddia ettiği gibi İstanbul’da işlenen ahlaki bir cürümün cezasını Elazığın Sivrice sakinleri çekmez, ayrıca kural şudur: El cezau min cinsi’l amel!

Bedenin şehvet ve iştihanı odaklanan insanlar ne dinlerini, ne kendilerini ciddiye alıyorlar. Farkında değiller ama aslında kendi kendilerine zulmediyorlar. Bazı insan topluluklarına tedricen mühlet verilir, bazılarına ise zamanında ikaz yapılır. Eğer depreme irfan ve hikmet gözüyle bakabilirsek, belki de göğün bizim üzerinde yaşadığımız yeri ikazla salladığını düşünebilir ve gerekli sonuçları çıkarabiliriz. 

Müslüman olarak Allah’a ve ahirete iman ederiz ve hayatın geçici olduğunu herkes gibi biliriz. Ancak hayat ile ölüm arasındaki çizginin ipince bir şey olduğunu anlamak için deprem bölgesini gezmek, bir enkazın başında durup uzun uzun düşünmek lazım.

Öylesine doğru bilgilerimiz var ki, bunlar imana dönüşmediği için hayatımızda derin ve kalıcı etkilere sahip değildirler. Halbuki, bir bilgi, “bilgi” seviyesinde kalıp imana dönüşmediği ve insan davranışlarını yönlendirmediği zaman, sadece bir “malumat, bir kültür”dür. Nice kültürlü insan var ki, her gün ve belki de her an vuku bulan sayısız hadiseden ders çıkarmazlar. Böyle olunca deprem, modern bilimin fay hatları doğrultusunda izlediği fiziki ve sismik seyirden ibaret kalır. Bu muazzam yeraltı sarsıntısının yerin üstündeki insanların amelleriyle, bugüne kadar tutturdukları istikametle ve bundan sonra hayatlarında ne türden köklü ve yeni değişiklikler yapmaları gerektiği konusuyla hiç ilgisi ve ilişkisi yokmuş gibi davranıyoruz.

Ben her büyük afette ilahi bir ikaz olduğunu düşünürüm. Belki de Allah’tan aldığı vahy ile “Evha leha” (99/Zilzal, 5)  tabiat -çok daha başka sebep ve hikmetlere mebni olarak- bir kısmımızı tonlarca ağırlıktaki kolonlar altında ezer, geri kalanlarımızın hem fiziki hem manevi yönden kendilerini ve hayatlarını gözden geçirmeleri için bir ikazda bulunur. Akletmesek ve akıllanmasak “sadece zulmedenlerin değil, zulme uğrayanların da maruz kalacağı çok daha büyük” felaketlere uğramamız mukadderdir ve bu da ilahi yasalara uygun cereyan eder.

Biz sormaya devam edelim: Deprem nedir? "Niçin" vuku buluyor? Salt kör bir tabiat olayı mı, yoksa gerisinde ilahi bir etki mi var? Tanrı bizi uyarıyor mu, yoksa cezalandırıyor mu? Neyin, hangi tutum ve eylemlerimizin bedelini ödüyoruz?  (alibulac.net/4 Şubat 2020.)

 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR