Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ali BULAÇ


Deprem kıyamet alameti mi?

Ali Bulaç; Deprem insanın günahı mı?


 

1- Yer, o şiddetli sarsıntısıyla sarsıldığı, 2- Yer, ağırlıklarını dışa atıp-çıkardığı, 3- Ve insan: "Buna ne oluyor?" dediği zaman; 4- O gün (yer), haberlerini anlatacaktır. 5- Çünkü senin Rabbin, ona vahyetmiştir. 6- O gün insanlar, amelleri kendilerine gösterilsin diye, bölük bölük fırlayıp-çıkarlar. 7-Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu görür. 8- Artık kim zerre ağırlığınca bir şer (kötülük) işlerse, onu görür.”  (Zilzal Suresi)

Peygamber Efendimiz (s.a.)’den rivayet edilen bazı hadislerde kıyametin çeşitli alametlerinden bahsedilir. Bir hadise göre kıyamet pek yakındır. (Ebu Davud, Cihad, 37.) Depremler, acılar, sarsıcı büyük olaylar, insanları savurup denize atacak kasırgalar. (Rudani. Cemu'l-fevaid, No: 9896.)

Kıyamet ile belirtileri (alametler) arasında beşeri bağ çeşitli cürümlerle ilişkilendirilmiştir. Mesela "Zina'nın çoğalıp yaygınlaşması" (Cemu'l-fevaid, Nr. 9909.) bunlardan biridir. İki olay arasında nasıl bir illiyet bağı olduğu konusu şaşırtıcıdır.

Başka hadislerde şunlara işaret edilir: Servet Müslümanların içinde küçük bir zümrenin eline geçecek, zekat vermek sevimsiz telakki edilecek, bilgi edinmek sahih amacı dışına çıkacak, erkek karısına itaat edecek, kişi annesine karşı çıkacak, arkadaşlarını babasına tercih edecek, toplumlara fasık kişiler lider seçilecek, insanlar yaptıkları yüksek binalarla böbürlenip bina üzerinden birbirleriyle yarışacak; davaları bir olduğu halde iki büyük İslam topluluğu çatışacak, fitneler artacak, cinayetler çoğalacak. Bu belirtiler ortaya çıktığında doğudan duman yükselecek, güneş batıdan doğacak. (Rudani, Cemu'l-fevaid, Nr: 9893, 9898; farklı bir versiyon için bkz. Tirmizi, Fiten, 39.) 

Bu ve benzeri hadislerde bir sorun var. Şöyle ki Enfal (8) suresi 33. ayette “Sen içlerinde oldukça Allah onlara azab etmeyecek” buyrulur. Allah geçmişte günahları dolayısıyla insanlara deprem, sel, sayha, fırtına, meteor vb. şekilde azab vermiştir. Şimdi ise Hz. Peygamber "içlerinde oldukça" azab vermeyeceğini belirtiyor. Ancak geçmişte mücrimlere azab yine deprem, sel, fırtına, meteor vb. şekillerde gelmişti; bugün de tabii afetler dediğimiz şeyler aynı şekilde vuku bulmaktadır. Aynı surenin 25. ayetinde de "Öyle bir musibetten korkun ki, içinizde yalnız zulmedenlere isabet etmesin" denmektedir.

Ben olayı şöyle anlıyorum: Hz. Peygamber (s.a.) hayatta iken yüce Allah suçlu günahkarlara toplu azab vermeyeceği vaadinde bulunmuştu. Onun irtihalinden sonra bu vaad ortadan kalktı. Ancak bu sefer de insanlar -ki bunlar mü'min veya inkarcı olabilir- kendi felaket ve musibetlerini kendileri hazırlar, kendi iradeleri, karar ve eylemleriyle tabiattaki yasaların kendilerine bir azab (musibet, felaket, afet) olarak dönmesine sebep olurlar. Tabiat olayları sebeplerin bir araya gelmesiyle vuku bulur. Bu, gerekli bir sebeptir, ama yeterli bir sebep değildir. Yeter sebep Allah'ın murad etmesi ve yasasını işletmesidir. Trafik kazaları ve deprem, sebeplerin bir araya gelmesiyle vuku bulur. Şu halde . "Kötülük insandan, iyilik Allah'tan"dır. (4/Nisa, 79.) Binaenaleyh, insanları sınamak, sabırlarını ölçmek için başlarına musibet musallat etmez. Cinayet maktul ve ailesi için bin musibettir, bir cinayet olayında yönetimin hukuku işletmesi, mağdur tarafının kan davasına kalkışmadan hukukun kendisine tanıdığı üç seçenekten birini seçmesi veya aksini tercih etmesi onun sınavıdır. Allah durup dururken kuluna cinayet musibeti vermez ama bir başkasının cürmü dolayısıyla yakınını kaybetmişse, olay karşısında takınacağı tavır onun sınavıdır. Kan davasına kalkışırsa sınavı kaybeder, hukuka göre davranırsa ve "Niçin benim başıma geldi?" diye Allah'a isyan etmeyecek olursa kazanır.

Hz. Ömer'in veba salgını dolayısıyla aldığı karantina kararına birinin "Allah'ı kaderinden mi kaçıyorsun?" diye sorması üzerine "Allah'ın kaderinden Allah'ın kaderine kaçıp sığınıyorum" demesi olayı özetler. Bazan insani tutum ve sosyal davranışlar tabiat olaylarının vukubulmasına yol açar ve tabiat olayları sosyal hayatı dönüştürür. Bu tür musibet ve felaket zamanlarında kişiler ve toplumlar kendi payları üzerinde düşünmek durumundadırlar.

Deprem insanın günahı mı?

Gözlemlenebilir verilere bakıldığında yeryüzünde deprem fırtınaları yaşadığımız söylenebilir. “Zamanın sonu”yla ilgili rivayet edilen Peygamber sözleri (hadisler) arasında buna çeşitli işaretler, telmihler, imalar bulunur. Deprem fırtınalarını gözleyen inananlar –hangi dinden olursa olsunlar- şunu sorarlar: “Depremlerin vukuunda ilahi müdahale var mıdır; bunca felakete rağmen insanlar neden hala inanmıyorlar?”

“İnsan deprem ilişkisi”ni “insan-Kur’an ilişkisi”ne benzetebiliriz. Özünde takva (fıtri arınmışlık ve yüksek ahlaki talep) barındıran insan, nasıl Kur’an’la hidayet buluyorsa, başka bir deyişle esasında Kur’an ancak bu ahlaki arayış ve evsaftaki insanı doğru yola (hidayet) yöneltiyorsa (2/Bakara, 2), deprem ve benzeri tabii afet ve olaylar da öyledir. Kur’an da, deprem de kiminin imanını arttırır, kiminin inkâr ve ilhadını azdırır. Tabiat bilimleri üzerinde çalışan bazı bilim adamları ve akademisyenler üzerinde bunu rahatlıkla müşahade edebiliriz.

Bilim adamlarının bir bölümü inançlı, bir bölümü inkarcıdır. Hakikat-i halde evren ve maddi tabiat yaratılmış kitaptır; Allah’ın ayetlerinin mecmuası, yani ‘alametler’ sergisidir. Varlık ‘alemi’ ve maddi tabiat üzerinde araştırma yapan bilim (‘ilim?’) adamlarının (yani ‘alim’ olması gereken zatların) inanması beklenir, ama öyle olmuyor. Demek ki insanın hidayeti, doğru yolu ve hakikat sevgisini kazanmasının yolunu başka iç dinamiklerde, gelişmiş enfüsi melekelerde aramak gerekir. Tabiat bilimlerinin bizatihi kendi gerçeklikleri dolayısıyla onları araştıran ve öğreten insanları hidayete götürecekleri önermesi boş bir önermedir.

Müslüman alimler 20. yüzyıl boyunca buna çok bel bağladılar, tabiat bilimlerini tebcil ettiler ve fakat asıl bilimlerden önce önemli olanın akide, felsefe ve tefekkür çerçevesi olduğunu unutup pozitivzmin derin etkisini göremediler. Halen de bu efsunkâr teoriden kurtulabilmiş değiller. Oysa öncelikle yapılması gereken, Batı’da üretilen bilimin ruhuna sinmiş olan pozitivizmi ayıklamak olmalıydı. 19. yüzyılda tabiat ve sosyal bilimler formüle edilirken, August Comte’un işaret ettiği üzere dini/ilahiyatı, metafiziği ve felsefeyi bilimlerin dünyasından kovdular, ama aslında fikirsiz hiçbir iş yapılamadığından kovdukları şeylerin yerini “pozitivizm”le doldurdular. Bugün de Müslüman düşünürlerin bir bölümü, farkında olmaksızın pozitivizmin derin etkisindedir; bunun sonucudur ki kolayca eklektik düşüncelere, uygunsuz analojilere, şu veya bu düşünce ekolundan ödünç aldıkları terimleri İslam vahyinin içine yedirme kolaycılığına düşebilmektedirler.

 Batı dünyası ile temasa geçildiği 19. ve 20. yılda Müslüman düşünürler,  Batı karşısında uğradığımız askeri yenilginin gerisinde Batı’nın üstün teknolojik gelişmesi ve ekonomik zenginliğinin yattığının farkındaydılar; teknoloji ve ekonomik zenginliğe ulaşmadan askeri bağımsızlığın mümkün olmadığını düşündüler ve bundan hareketle tabiat bilimlerine duyulan ihtiyaca cevap aramaya giriştiler. O günün kabulüne göre Müslüman düşünürler, tabiat bilimlerinin teknolojiyi, teknolojinin ekonomik zenginliği ve öldürücü silah potansiyelini ürettiğini görüp, bilimleri ithal etmedikçe süren yenilgiye çare bulunamayacağını karar verdiler. Ancak henüz yeterince Protestan-Kalvinist tez İslami tefekküre yedirelemediği için, tabiat bilimlerinin esasında “Allah’ın yaratılmış ayetlerini öğrettikleri” tezini ortaya attılar, Kur’an’ı tabiat bilimlerinin teori ve labratuvar sonuçlarıyla tefsir etme yoluna gittiler. Varsayıma göre tabiat bilimleri öğretilecek olsa, ‘iman’ kurtulacak, “vahyedilmiş kitap (Kur’an)”, “yaratılmış kitap (tabiat ve tabiat bilimleri)” tarafından tefsir edilip hakikat ortaya çıkacaktı. Abdullah Cevdet’in hedefi güç ve servet, Said Nursi’ninki imanın takviyesiydi.

Eğer Kur’an ve risalet, insanın iç dinamiklerinden bağımsız olarak hidayetin teminatı olsaydı, vahyi tebliğ eden Allah’ın Elçisi (s.a.)’ne muhatap olan herkes iman ederdi. Muhatapların bazısı Kur’an’ı bizzat peygamberden dinlediler, buna rağmen iman etmediler. Bilim adamlarının bir bölümü de Allah’ın ayetleri –hayatın mucizeleri- üzerinde sayısız araştırma yaparlar, yine de iman etmezler; ateizmlerine, agnostik tereddütlerine veya deist faraziyelerine devam ederler. "Göklerde ve yerde ne var? Bir bakın." İmân etmeyen bir topluluğa apaçık âyetler ve uyarmalar bir şey sağlamaz (10/Yunus, 101). İnanmayan bir bilim adamı, varlık dünyasına, tabiat olaylarına, canlıların fizyolojik-biyolojik, zooloik yapılarına bakar, hem de en gelişmiş aletlerle, en donanımlı labratuarlarda araştırmalar yapar, ama “görmez”. Baktığımız, başka bir ifadeyle üzerinde gözlem, inceleme ve deney yaptığımız objeler dünyasındaki harikulade mucizeyi, yaratılışın sırlarını ve ilahi kudret, bilgi ve iradeyi görebilmemiz için “aklımızı kullanmamız lazım.” Andığımız ayetten önceki ayette “O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (10/100) buyrulur ki, yaratılışın hikmet ve amacına ulaşma başarısı aklın kullanımına bağlanmıştır. Depremi salt bir tabiat olayı görüp bunun ilahi herhangi bir iradeyle ilişkili olmadığını düşünenlerin durumu da öyledir.

Bugün geldiğimiz noktada, tabiat bilimlerini yüceltenlerin ‘mühendis’ olup toplumsal ve politik hayatı da mühendislik hesaplarıyla determine edebilecekleri vehmine kapıldıklarını gördük. Sosyal bilimlerle uğraşanlar ise entelektüel yeteneklerini kaybettiler, çünkü rahmetli Akif Emre’nin dediği gibi sosyal bilimlerin “hikmet deryası”ndaki derinliği bir karıştan fazla değildir, onlar da tabiat bilimcileri gibi ruhu, insanı ve toplumu açıklayabileceklerini düşünüyorlar. Asıl insana ve topluma ufuk açacak olan kelam, felsefe ve irfanla yoğrulmuş tefekkürdür ki, “hikmet”le beraber unuttuğumuz budur. Sahih dinle düzenlenmemiş ve hikmet temeli olmayan iman aslında inançtı, işe yaramaz

Nasıl Firavun’un yeis haldeki imanı onu hak ettiği azaptan kurtarmaya yetmediyse, toplumlar da, yapıp ettiklerine karşılık kendilerine azap tahakkuk ettikten sonra iman edecek olsalar, imanları onlara  bir fayda sağlamaz.

Bunun tek istisnası Yunus aleyhisselamın kendilerine tebliğde bulunduğu Ninova (Musul) halkıdır (Bkz. 10/Yunus, 98). Hz. Yunus, nüfusları 100 bini aşkın halkına 9 (veya 33) sene uyarıda bulundu, tutturdukları yolun yanlış olduğunu, birbirlerinin hak ve hukuklarını ihlal ettiklerini, sorumsuzca zevk ve sefa içinde yaşadıklarını, şımarıp azdıklarını anlattı durdu. İki kişi hariç (ilim ve hikmet sahibi Rubil ilea bid ve zahid Teruh) onu kimse dinlemedi. Sonunda Hz. Yunus, kızıp şehri terkedeceğini söyledi. Kendisine vahiy ile izin verilinceye kadar görev alanını terketmemeliydi. Bu bir ‘zelle’ idi. Ninova halkı kuşkulanıp şöyle akıl yürüttüler: “Yunus yalan söylemez. Ya söyledikleri doğruysa. Onu gözleyelim. Eğer dediği gibi bu gece şehri terkederse doğru söylüyordur.” Gözlediler, gerçekten Hz. Yunus şehri terketti.

Bunun üzerine hemen hareket geçip tevbe ettiler. İbn Mes’ud der ki: Ninovalılar insan veya hayvan, her canlının yavrusunu annesinden ayırdılar. Kaba elbiseler giydiler, başlarına toz toprak saçtılar. Anne-yavru metaforunun derin bir anlamı var kuşkusuz: Bir insanın en çok sevdiği kimse yavrusudur. Anneleri yavrularından ayırdılar ki, onları dünyaya, mala mülke bağlayan bütün tutkularını yensinler ve bunu Allah’a kanıtlasınlar. Tıpkı Hz. İbrahim’in en sevdiği oğlu İsmail’i Allah’a kurban etmeyi göze alması gibi. Ninovalılar Allah’tan, doğruluktan, adalet ve hakkaniyetten başka hiçbir şeye değer vermediklerini dile getirip af ve bağışlanma dilediler. Kim kimden gayrı meşru mal veya para almışsa geri verdi, öyle ki başkasının taşını kendi evinin duvarına koyan adam, o taşı yerinden söküp sahibine iade etti. Özetle kısa süre içinde samimiyetle ve hızla fiilen tövbe edip hayat tarzlarını değiştirdiler. Merhameti ve bağışlaması bol olan Allah da üzerlerine yazdığı azabı kaldırdı. Azaptan kurtulunca adaleti, hakkaniyeti ve ahlakı değerleri düzenlerinin esası haline getirdiler. Yalanı, zinayı, fuhşu, çıplaklığı, iffetsizliği, içkiyi, kumarı, faizi, rüşveti sahtekârlığı, dolandırcılığı, riyayı, zorbalığı, sömürüyü, gösterişi, haram yiyiciliği, ırza göz dikmeyi hayatlarından söküp attılar. Suç ve günahlarına devam etselerdi, diğerleri gibi helak olup gideceklerdi.

 Bu bize gösteriyor ki, yüce Allah’ın azab indirdiği toplumlar günahkar ve suçlu oldukları kadar, cürüm ve ahlaksızlıklarından hiçbir şekilde vazgeçmeye niyeti olmayan toplumlardır. Hak ettikleri ceza ile karşılaştıklarında Firavun gibi iman ederler, ama iş işten geçmiş olur, imanları onları kurtarmaya yetmez. Zamanında suç ve günahından vazgeçen toplumlara, yüce Allah takdir ettiği azabı kaldırır.

İlahi sünnet, tarihte işleyen yasa şudur: Ahlaki ve hukuki dejenarsyon içinde yaşayan toplumlar çöker, başlarına yıkıcı felaketler gelir. Bu şuna benzer: Fay hattı üzerinde çürük malzeme ile bina kurup yaşamakta beis görmeyen bir şehir halkı tam bir gaflet içindedirler. Allah’ın varlık aleminde vaz’ettiği tabiat yasalarına meydan okurlar. Yöneticiler iktidara, iş dünyası meşru gayrı meşru cebine inecek paraya bakar. İnşa ettikleri binalarda malzemeden çalmaları ahlaka ve hukuka, dolayısıyla ilahi hükümlere isyan etmektir. Günün birinde orta büyüklükte bir deprem olsa binaları yıkılır gider, kendileri de enkazın altında kalır. Deprem sırasında ve enkazın altında iken, “Ah keşke fay hattı üzerinde bina yapmasaydık, sağlam binalar inşa etseydik” demelerinin artık kendilerine bir yararı yoktur. Bu son andaki iman, doğruluğa, ahlaki ve hukuki kurallara teslimiyet onları başlarına gelen felaketten kurtarmaya yetmez.

Yunus kıssasından hisse çıkarmamız gerekirse. Vuku bulan depremlerde bunca insan kaybı ve hasar, belediyelerden hükümete, müteahhitlerden mühendislere, aldırışsız ev sahiplerine kadar suç ve günahımızın bedelidir. 9 milyon binası çürük olan bir ülkede büyük bir depremin yol açacağı felaketi düşünelim. Ceza olarak bedeli ne kadar ağır olur! Pekiyi, daha çok büyüme, daha çok güç ve gösteriş tutkusuna kapılmış bu toplumu bu gaflet narkozundan kim uyandıracak? Yunuslar yavaş yavaş aramızdan çekip giderken bizim bir şeyler yapmamız gerekmez mi?

İslam kelamı açısından depremi üç ayrı düzeyde ele almak mümkün:

1) Kadim zamanlarda Kahhar ve Zü’l intikam olan Allah’ın cürümlerinde ısrar eden kavimlere dünyada verdiği bir ceza türü: “İşte biz, onların her birini kendi günahıyla yakaladık. Böylece onlardan kiminin üstüne taş fırtınası gönderdik, kimini şiddetli bir çığlık sarıverdi, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmedici değildi, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı“ (29/Ankebut, 40). Şu var ki suçsuzlar azabın dışında tutuluyordu (7/A’raf, 164-165; 10/Yunus, 103).

Fakat Gün’ün “ikindi vakti”ne (Vaktu’l asr) girişimizden beri bu tür cezalar verilmeyecektir: “Sen içlerinde oldukça Allah onlara azab etmeyecek” (8/Enfal, 33). Bunu yukarıda anlattık. Beşeriyetin Adem’in yeryüzüne ayak basmasıyla başlayan tarihini “gündönümü”ne benzetecek olursak, biz Hz. Muhammed (s.a.)’in tarih sahnesine çıkışıyla “ikindi vakti”ne girmiş bulunuyoruz. Bu bize “İkindi-akşam (asr-ğurub) arası zaman”da başımıza gelen felaketlerin ilahi ceza değil, yapıp ettiklerimizin karşılığı olduğunu gösterir: “Asr’a andolsun, insan ziyandadır” (103/Asr, 1). Kural şudur: “İyilik (hasene) Allah’tan, kötülük (seyyie) senden”dir (4/Nisa, 79). Başımıza gelenleri mevhum güçlerde, yanlış telakki ettiğimiz kaderde, felekte, şanssızlıkta, tesadüfi tabiat olaylarında değil, kendi yapıp ettiklerimizde, amellerimizde aramamız gerekir. “İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır” (30/Rum, 41) Yaşadığımız felaket ve afetlerde yayıp ettiklerimizin payı büyüktür, bizden önce başlarına bu türden büyük felaketler gelip de yeryüzünden silinen kavimler de işledikleri büyük cürümlerin bedelini ödemişlerdir (30/Rum, 42).

2) Kainat bir ecele bağlıdır. “(Yer) Üzerindeki her şey yok olucudur; Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) baki kalacaktır” (55/Rahman, 26-27). Ömrünün ne kadar olduğunu ve kıyametin ne zaman kopacağını bilemiyoruz. Son ana kadar kozmik ve tabii olaylar sürüp gidecek, mesela güneşte patlamalar olacak, yerin altında faylar kırılıp sarsıntılar olacaktır. Burada yapmamız gereken “tedbirsiz tevekkül” değil, Hz. Ömer’in “yeşil ve kurak iki vadi” örneğinde olduğu gibi  “Allah'ın kaderinden (yine) Allah'ın kaderine kaçıp sığınmak” olmalıdır. Afetlere karşı tedbir almak kadere karşı gelmek değildir. Fay hattının kırılması Allah’ın takdiri (ve kaderi)dir, hattın üstündeki zemin üzerinde bina inşa etmekten kaçınmak; binayı sağlam malzeme ve kurallara göre yapmak da adetullaha riayet etmek, yani takdir (ve kader) içinde hareket etmektir. İki takdir arasında çatışma yoktur. Bittabi hastalanır ve bittabi tedavi oluruz. Çünkü hadiste buyrulduğu üzere “Her hastalığın bir tedavisi vardır.”

3) Suç ve günahlarımızın (cürümlerin) yıkıcı karşılığı olan olaylar: Tabiat olayları sebeplerin bir araya gelmesiyle vuku bulur. Bu, “gerekli sebep”tir, ama “yeterli sebep” değildir. “Yeter sebep” Allah'ın dilemesi ve yaratmasıdır. Ölümcül bir trafik kazası sebeplerin bir araya gelmesiyle vuku bulur. Ama yine de ilahi bir müdahale yok mu? Elbette var. Şu var ki, tabii bir felaketi celbeden ne ilahi ceza ne spontone fay kırılması, bizim yer tabakasının altında ve üstünde –karada, denizde ve havada- yapıp ettiklerimizin yine adetullah içinde bize dönmesidir. Allah, kimseden ölümcül trafik kazası yapmasını istemez, ama kuralların ihlali sonucunda kaza olursa ölüm vuku bulur. Yerin altındaki petrol, doğalgaz, maden, kömür yataklarını boşaltmak, yeryüzü üzerindeki basıncı arttırmak, nükleer denemeler vb. nice etkinliğimiz depremleri ve başka tabii afetleri tetikler. 2008’de Çin’de meydana gelen yıkıcı depremin sebebinin bölgede inşa edilen Zipingpu Barajıyla ilgili olduğunu bilim adamları kabul etmişti. Kim bilir Van, Elazığ depremleri (Ekim-2011/Şubat-2020) hangi ücra köşede bugünlerde veya bir süre önce yapılmış nükleer bir denemenin sonucu olabilir:  “Öyle bir musibetten korkun ki, içinizde yalnız zulmedenlere isabet etmeyecek” (8/Enfal, 25).  Modern zamanlarda yeryüzünün azgınlarının sebep olduğu musibetlerde suçsuzlar büyük zarar görüyorlar.

Alem ve dünya tasavvurumuza göre tabiatta cereyan eden olaylar ve elbette bunların bir türü ve türevi olan tabii afetlere ilişkin algılarımız değişir. Afetler birer tabiat olayı olmaları yanında bize verilmiş ilahi mesajdır da. Bu her iki temel kabul arasında herhangi bir çelişki yoktur. Bir tabiat olayı kendi ölçeğinde diğerlerinden özerk ve sebepsiz olmadığı gibi vuku bulan ve artık zaman zaman fırtınalara dönüşmekte olan afetler de diğer kozmik ve tabii olaylardan bağımsız değildir.

Deneysel olarak biliyoruz ki, tabiat olayları sosyal hayatı, ülkelerin ve kapsamına göre yer küresinin sürüp giden düzenini değiştirir. Mesela yıkıcı bir depremde hava alanları tahrip olmuşsa, otobanlar, köprüler çökmüşse ulaşım olmaz, bu ticari hayatı etkiler. Piyasanın akışında zincirleme aksaklıklar yaşanır. Yer altı kaynaklarının boşaltılması, yerküresinin üstüne uyguladığımız aşırı basınç (toplu devasa konutlar, gökdelenler), tabiatın kendinde mevcut bulunan ilahi harmoniyi bozan müdahaleler (dağların yerinden oynatılması, nehir yataklarının ve akış güzergahlarının değiştirilmesi, dev barajlar, tüneller, nükleer santralar, denemeler, iki bin km. mesafedeki mağaraları içini vuracak şekilde geliştirilen silahlar, füzeler, deniz altı denemeleri vs.) birer iktisadi, ticari ve askeri faaliyetler dizisi olarak düşünülür. Modernleşme, kalkınma, sürekli büyüme ve aksaksız işleyen piyasa ekonomisi, bütün bunları birer zorunluluk olarak empoze eder. İktisat, ticaret, üretim, mübadele, dağıtım, tüketim vb. etkinliklerin tümüm sosyal düzenimizin modern zeminini teşkil ederler. Hepsi değilse bile, bazı insani tutum ve sosyal davranışlarımız –Allah’a ve tabiata karşı süren modern hayat tarzımız- yıkıcı tabiat olaylarının görünmez sebepleri arasında yer alır.

Afetlerin sosyal hayatı dönüştürmesine birer “tabiat olayı” deyip geçemeyiz. Eğer “afetler” sınıfına dahil ettiğimiz yıkıcı tabiat olayları ahlaki tutum ve sosyal düzenimizde dönüştürücü etkiye yol açmıyorsa, bunlar modernleştikçe, büyüme sürdükçe “afet fırtınaları”na dönüşecek ve her “ilerlediğimiz aşama” ve katlanan zenginliğe paralel artarak devam edeceklerdir. Kadimlerin söylediği kural hükmünü icra etmektedir: İnsan bozulunca kainat bozulur. Kendisi bozulmuş –fesada uğramış- insan kainatı bozmaya en yakınından, kucağında yaşadığı tabiattan başlamaktadır.

Neden olup bitenleri bu perspektiften algılamadığımız sorusu önemlidir. Herhangi bir tabii afetle karşılaştığımızda, bununla ilgili verdiğimiz ilk tepki bilimsel, teknolojik ve kamusal gücü arttırıp bir sonrakine hazırlık yapmak üzere daha çok bilimsel bilgi, daha çok teknolojik donanım ve daha etkin  kamusal müdahaledir. Bugüne kadar kamusal idare, toplanma yerlerine büyük alışveriş merkezleri ve gökdelenler dikmekten, deprem için toplanan vergileri başka amaçlarla harcamaktan başka bir şey yapmadı.

İki gerçeği hayatımızdan kovmuş bulunuyoruz:

Tabiatın ve kainatın bir sahibi vardır. O da Maliku’l mülk olan Allah’tır. Modern insan kendini tabiat üzerinde sahip ve efendi görüyor, başka sahip ve malik istemiyor. Bu yüzden yaratıcı, tekvin edici Tanrı fikrinden hoşlanmıyor, bunu ateistler gibi açıktan reddetmese bile ya agnostikler gibi “bilinmezlik” sisi içine gömüyor veya deistler gibi Tanrı’nın bu konuda konuşmadığını iddia ediyor ki, sosyo-politik sistemin kültürel beslenme kaynağı laiklik ve sekülarizmdir. Sistemin maddi boyutları ile kültürel boyutu birbirine bağımlıdırlar. Her ikisi de “dini dışarı” çıkarmayı hedefler. Bu sayede ya Kur’an’ın buyurduğu gibi “Allah’ı unutturmak” veya Nietszche’nin deyimiyle “tanrı’yı öldürmek” ister.Tabiat insanın “babasının çiftliği” değildir. Modern insan zannediyor ki, arz üzerinde ve altında sayısız düşman, yıkıcı olay ve afet varsa bile, insan ilerleyen zaman içinde bilim sayesinde hepsini teker teker etkisiz hale getirecek, çiftliğe hakim olacaktır.

Paradoks şu ki, insanın tabiata hakim olmak üzere geliştirdiği sayısız bilimsel faaliyet –ki içine düştüğü yalancı özgüven ve kibir buradan besleniyor-, kendisine yeni tehdit ve afetler biçimi olarak dönmektedir. Modern insanın kabule yanaşmadığı ikinci hakikat budur, derin bir gaflet içinde kendi sonunu getirecek yeni, devasa ve bir öncekinden daha yıkıcı tehdit ve afetleri celbetmektedir. Böylelikle  “Onlar kendilerine zulmediyorlar” hükmü tecelli etmektedir. İnsan; Allah, varlık/tabiat ve kendi nefsine ilişkin temel bir perspektif değişikliğine gidip bugünkü hayat tarzını kökten değiştirmediği müddetçe, bu fasit (fesad üreten) daire içinde kendi sonunu kendi elleriyle hazırlayıp hızlandıracaktır.

Deprem ve diğer tabii afetler, bize aczimizi-sınırlarımızı bildiren ilahi mesajlardır. Allah, bize hem sınırlarımızı, hem kendisini hatırlatıyor. (alibulac.net/24 Şubat 2020.)

 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR