Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Faysal Mahmutoğlu


Dağ Çiçeklerim

Yazarımız Faysal mahmutoğlu'nun "yeni" yazısı...


Bir gün Bingöl Valisi Sayın “Şahinbaş” gelmişti. Yatılı son sınıfa girdi. Kızlar saygı ve sevgi bakışlarıyla ayağa kalktılar. Vali bey sordu:

-Kürt kızları bunlar mı?

Çocukların bakışlarındaki sevgi derhal değişti, gittikçe de hainleşti.

-Tunceli’nin Türk kızları efendim.

Vali bey devam ediyordu:

-Babalarınızın, dedelerinizin isyan ederek yaptığı hataları gördünüz, canlarıyla ödediler.

Ben sözünü kesmek isteğiyle,

-Aman efendim, bu çocukların babası değil, bunlar şerefli…

-Nasıl değil? Hepsi Kürt değil mi? Sizler böyle hareket ederseniz…

Sözünü kesmek için bir iki defa karıştıysam da o devam etti:

-Hükümet çok kuvvetlidir. Hepimizi yok eder.

-Beyefendiciğim, öteki sınıflara teşrif etmez misiniz?

……..

Yatılı üçlere gittim. Hepsi ağlıyordu. Gözyaşları arasında şu soruları soruyorlardı:

-Neden bizi bu kadar suçlu görüyorlar?

-Neden “Kürt” diye hep hakaret ediyorlar?

-Neden Kürtleri gariplerden aşağı görüyorlar?

– Hani siz “hepimiz Türk’üz” diyordunuz?

Bu acı dolu soruların sonu gelmiyordu.” (s. 205-206)

Yukarıdaki cümleler erken cumhuriyet döneminin ünlü öğretmeni Sıdıka Avar’ın anı kitabı olan “Dağ Çiçeklerim” kitabından. Kitapta devlet elitlerinin ulus inşa sürecinde “henüz” vatandaş yapılmayan Kürtlerin vatandaş yapılma sürecinde itildikleri pozisyonu gözler önüne seriyor.

İdealist bir cumhuriyet öğretmeni olan Sıdıka Avar tayinini, Dersim harekâtından hemen sonra 1939 yılında, Elazığ Kız Enstitüsü’ne yaptırır. Dağ çiçeklerim, Avar’ın yaklaşık yirmi yıllık anılarını, gözlemlerini anlatır.

Avar, Atatürk’ün emriyle bölgeye gönderilmiş misyoner bir öğretmendir. ‘Türk misyoner öğretmen’ kavramı bizzat kendisinin kullandığı bir sıfattır (s:37). Bu misyonerlik görevini arka arkaya iki katliama maruz kalmış bir bölgede yapıyor olması işini zorlaştırmaktadır. Ancak inatçı ve idealist kişiliği görevini sürdürmesini mümkün kılmaktadır.

Sıdıka Avar kara bir trendedir ve o tren Şeyh Said’in doğum yeri olan Palu’dan geçer.

Gece karanlığında varır Elazığ’a Sıdıka öğretmen. Kentin kenar bir mahallesinde, önceleri bir doğumhane olan, şimdi gündüz ve yatılı kız okuluna dönüştürülen eski bir binada kalır. Yıkık dökük, pis kokan bina, aslında bir “ıslahevi”, bir asimilasyon merkezidir.

‘Bacılar’ dediği Elazığlı hademeler karşılar kapıda… Yeni öğretmen gelmiştir, herkes meraklıdır. Bir kapı aralığı var, beş on kız çocuğu ikide bir usturaya verilmiş kara başlarını uzatıp bakıyorlar. Ürkek, üstleri partal, perperişan. Yaşları 10, 12, 15 olan bu çocukları ‘cendermeler’ Dersim’den zorla getirmiştir.

Sıdıka öğretmen sorar bacılara:

“-Kim bunlar?”

Cevap; yatılılar, dağ ayıları, Kürtler… isyan edenlerin dölleri…

Sıdıka Avar’ın ilk sözü; ‘Aman Allah’ım, ne garip şiveleri var…’ olur.”

Yalnız şiveleri mi? Ona göre isimler de gariptir: “Fincan, Saray, Hatun, Geyik, Xazel, Kadife, Anik, Elif, Beser, Fintos, Sisin.” (s.37)

Kızlar ona emanet edildikten sonra kolları sıvar; kızlar artık hademelerin yapması gereken okulun işlerini ve diğerlerinin hizmetçiliğini yapmayacaklar. Çocukların başlarını artık usturaya vurdurmaz, bitlerini kendi ayıklar, onları kendisi hamama götürür, en iyi elbiseleri, en iyi ayakkabılar alır. Yemek porsiyonlarını büyütür. Dersimli sabilere okulda kimsenin “dağ ayıları”, “Kürt döller” demesine izin vermez. Öyle olursa bunlar Kürtlüklerini unutmazlar düşüncesindedir.

Bu kızlar en fazla öğretmen olabileceklerdir. Onlar; kumaşı iyi biçip diken, iyi yemek pişiren, çok iyi temizlik yapan, en iyi Türk çocukları yetiştiren anneler ve ev hanımı olacaklardır. Doktor, mühendis, hakim vs. olmak yok.

Atatürk, bu dağ köylerinde bütün yoksunlukların Türkçe bilmemekten ileri geldiğini söylemiş, bunu isyan sebeplerinden biri olarak görmüştü. Onun için Türkçenin bu köylere “ana”yla sokulmasını arzu ermişti. Okulda haftada 12 saat Türkçe dersi veriyordu Sıdıka öğretmen. (s.33)

Bu çocukların kendi anadilleriyle çağdaşlaşamayacakları düşüncesi egemen.

Yoksulluk, yalın ayaklık, yırtık elbise giymek Avar’a göre Orta Çağ yaşantısıdır.

Sıdıka Avar bu misyonerlik görevini “kutsal” bir görev aşkıyla yerine getirmektedir. Okula öğrenci yazdırmak amaçlı olarak Bingöl, Elazığ ve Dersim köylerini devlet görevlileri nezaretinde ziyaret etmektedir. Öncelikle köylerde kızların toplanmasına ciddi bir direnç gösterildiğini belirtmek lazım.

Bu ziyaretlerin bazısında halktan gelecek tepkiyi önlemek için jandarmaya sivil kıyafet giydirmektedir. Kimi zaman soğuk hanlarda sabahlamakta, kapılar yüzüne kapanmakta, aç kalmakta ve ailelerden azar işitebilmektedir. Bir keresinde camide dayak yiyecek hale gelir. Köylüler kimi zaman parayla bile ekmek vermezler.

Sıdıka Avar’ın halkın tepkisini, nedenini/niçinini hiç sorgulamaması dikkat çekicidir.

Ailelerin kız çocuklarını Avar’a vermemek için bir haftada onlarcasını evlendirdiklerini görüyoruz. Avar’ın köylere çıktığı duyulur duyulmaz 12 yaşına gelen kızlar hemen evlendiriliyordu.

Avar’ın bölgede en büyük destekçisi, Dersim katliamının sorumlusu Abdullah Alpdoğan’dır. Alpdoğan, adı Koçgiri katliamı ve İzmir yangını ile anılan Sakallı Nurettin Paşa’nın damadıdır. Aynı zamanda 4. Umum Müfettişidir.

Alpdoğan Paşa ki, Büyük Millet Meclisi yetkilerini taşıyordu. Onun bölgede, ipe çekme ve ipe çekecekleri affetme yetkisi vardı. (S.56)   Enstitünün açılmasında bakanlığı o zorlamış, kurumu da adamakıllı desteklemiştir. Paşa, ayda birkaç defa gelerek okulun işleyişiyle bizzat ilgilenirdi. (s.33) Her ne kadar Paşa’yı sevimli biri olarak anlatsa da Elazığ’da herkesin Paşa’dan korktuğunu biliyordu. Aslında Sıdıka da korkuyordu. Zira onun hakkında kötü şeyler işitmişti.

Kitabın bir bölümünde Avar, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün, Kazım Orbay, Mustafa Muğlalı (Van’da 33 masum köylüyü katletmekten idama mahkûm oldu ama cezası infaz edilmeden öldü.), Nihat Erim, valiler ve Elazığ milletvekilleri ile birlikte okula yaptığı bir ziyareti anlatmaktadır:

“İnönü makama geçip oturduktan sonra sordu:

-Köy kızları geldi mi?

-Yalnız bir tanesi Hozat’tan erken geldi efendim.

-Görelim.

Hemen Elmas’ı çağırdık, son derece zeki, kültürü hazmetmiş,

 şivesini düzeltmiş bir kızımızdı. Ama -böyle büyük kişiler içinde bir hata yaparsa- diye ödüm koparak çağırttım.

Odanın ortasında eğilip güzel bir selamla bekledi.

İnönü masasının önüne kadar çağırdı. Nereli olduğunu, ana babasını ve kaçıncı sınıfta olduğunu sordu. Cevaplardan memnun olmuştu.

-Türkçeyi nerede öğrendin? Köyde mi?

-Burada öğrendim efendim. Anamla Hozat Pazarı’na indikçe bir parça Türkçe öğrenmiştim ama konuşamıyordum.

-Okuyor musun?

-Evet efendim.

-Al oku şunu bakayım, diye bir gazete uzattı.

Çıtır-pıtır okudu Elmas.

-En çok hangi dersleri sevdin?

-Türkçe, dikiş, ev idaresi.

-Dikiş de mi dikiyorsun?

-Bu önlüğü ben diktim efendim.

-Gel bakayım.

Masayı dönüp koltuğun yanına gitti. İnönü hem tetkik ediyor, hem “-Aferin!” diyordu.

Elmas cesaretlendi:

-Entarimi de ben diktim, diye önlük eteğini kaldırdı.

-Aferin sana, diyordu İnönü.

Gerçekten o yıl Elmas’ın kendisine hazırladığı elbise birincilik almıştı. Elmas bunu anlatırken yine geri yürüdü, masanın karşısına gelip durdu.

Etraftan mebus beyler,

-Kız elini öpsene!.. diye ihtar ediyorlardı.

Çocuk birdenbire bana baktı. Ben de – olmaz – anlamında kaşlarımı ve başımı kaldırmışken İnönü de bana bakıp o pozisyonumu yakaladı. Çünkü –Büyük elini uzatmadan küçük uzata

maz. Paşa Vali gelse, onlar elini uzatmazsa başımla selamlarım, elimi uzatmam- diye anlatmıştım. İnönü tatlı tatlı gülerek,

-Ben elimi veriyorum, diye uzatınca Elmas koştu, yere diz çöküp iki elinin üstünde o büyük eli hürmetle öptü ve alnına koyup durdu. Herkes duygulanmış, gözleri yaşarmıştı.

İnönü Elmas’ı omuzlarından tutup kaldırdı. Mebusumuza hitaben,

-İşte eser bu KÜRT… dedi.

Bu söz üzerine ayağa fırlayan milletvekili, Elmas’ın sağ bileğinden yakalayıp havada sallayarak:

-Bu el silah tutmaz, bu el kılıç tutmaz, bu el dost eli, bu yürek dost yüreğidir! Kalem tutar, iğne tutar… diye bir nutuk çekti. (s.128-130)

Enstitü’de eğitim gören kızlar açısından bakıldığında, Avar’ın çabalarının boşa gitmediği anlaşılıyor. Zaman içinde eğitim gören öğrencilerin Kürtçe bilmekten utandıkları gözlemlenmiştir. En vahim olanı da kızlardan üçünün (Avar onları kahraman olarak anıyor) okuldaki şekillenmeleriyle kendi çevreleri arasında uyumsuzluğa katlanamadığı için intihar etmeleridir. Avar, bu intiharları medeniyetin ilk kurbanları olarak görmektedir. (s.395)

Avar’ın anıları “Kuyruklu Kürt’ten”, “Dağ ayısından” Dağ Çiçekleri yaratma sürecidir.

Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR