Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ümit AKTAŞ


Bulgur ve Adalet

Bilindiği gibi Yunus Emre’nin kendisini dervişliğe doğru götüren macerası da, buğday ile nefes arasındaki tercihteki tereddüde dayanır. Kolay değildir. Bir yandan kendisinden “ekmek” bekleyen ailesi, öte yanda ise henüz anlamına tam olarak mülaki olamadığı “nefes”.


İslam dünyasındaki temel yanlışlıklardan biri, Afganistan’daki emirlik düzeni gibi, bir liderin ömür boyu veya en azından belirsiz bir süre için iktidarda kalışının, ihtilafların ise kanlı bir biçimde bastırılışının İslamî bir siyaset anlayışı olduğuna dair zandır. Oysa Kuran ve sünnet bu konuda belirli bir ilke koymuş değil. Bu zan ise daha çok Peygamber (as) sonrası uygulamalarından, yani gelenekten çıkarılmakta. Üstelik de İslam dünyası bu zannın oldukça trajik acılarını tarihinin başından beri yaşadı ve yaşamaya da devam etmekte.

Kendileri de benzeri bir geleneğe dayanan Batı toplumları, bu tarz bir siyasal anlayışı, yani çeşitli biçimleriyle monarşiyi (krallık, padişahlık…) aşabilmek için seçimli, çok partili, süre kısıtlamaları olan bir sistem geliştirmişlerdir ki bunun adı demokrasidir. Türkiye Cumhuriyeti ve İslam dünyasındaki benzeri cumhuriyetler ise, biçimsel olarak monarşiyi ikame eden cumhuriyetçi yönetim biçimine geçmiş olsalar da, demokrasiyi reddetmişler; hilafet adı altında zihinlerine yerleşerek meşruiyet kazanmış olan yönetime dair bu yegâne temel kültürü (aslında padişahlık/sultanlık sistemini) dinselleştirerek savunmayı sürdürmüşlerdir. Bu sistem ise egemenin ömür boyu iktidarda kaldığı, siyasi hiziplerin olmadığı ve hatta baş gösterirse yok edildiği, egemenin ancak ölümle veya öldürümle baştan indirildiği, sırf bu konudaki problemi çözebilmek için masum çocukların ve kardeşlerin acımasızca katledildiği bir sistemdir. Bu sistemi İslam adına savunmak ise bir hamakattan başka bir şey değildir.

Türkiye, o da küresel mecburiyete uyarlanmak için 1946 yılından itibaren biçimsel olarak demokrasiye geçse de, bu biçimselliği asla aşamadığından ve her aşma çabası darbelerle engellediğinden, günümüzdeki Ak Parti iktidarı da yasalarla oynayarak veya siyasal zemini çeşitli desiselerle örgütleyerek bu “ölümüne iktidarda kalma” zihniyetini fiili olarak sürdürmekte. Kendi kitlesi kadar bazı müttefiklerini de çeşitli yollarla buna ikna ettiğinden, bu kitle de, hem de İslami kaygıları da öne sürerek veya Ahmet Taşgetiren’in “Evdeki Bulgur” başlıklı yazısında zikrettiği gibi,  “evdeki bulgurdan” da olmamak için, bu özünde demokrasi karşıtı, adaletten uzak ve yolsuzluklarla anılan durumu desteklemektedir. Zira demokrasinin temel tutumu, iktidarda kalabilmek için toplumu, yasaları ve teamülleri zorlamak değil, iktidarı yeri ve zamanı geldiğinde muhaliflerle paylaşabilmek veya halkın bu konudaki değişim isteğine rıza gösterebilmektir.

Kısır çekişmelerin ve gündelik siyasal kavgaların bir kenarda tuttuğu Kemalist cumhuriyet zihniyeti ise, benzerleri hemen tüm dünya siyasetinden silindiği halde, kurucu kurtarıcı bir esas addedilen ideolojik egemenliğini hâlâ sürdürebilmekte. Bu durum, kendi ideolojik yetkinliğinden ziyade, “demokratik” güçlerin cumhuriyetin bu biçimsel konumunu sorgulamaya girişmeksizin, demokrasi soslu cumhuriyet biçimine ve bu biçim içerisinde elde ettikleri iktidara rıza göstermelerinden ve hatta bunun avantajlarını kullanma isteklerinden kaynaklanmakta. Zira cumhuriyet ilkeleri olarak vaz edilen ilkeler, temelde CHP’nin, yani demokratik kurgu içerisindeki bir partinin ilkeleridir. Ve bu parti, kurucu ve kurtarıcı olma vasfını, demokratik mücadelenin dışında kalan bir dokunulmazlıkla kendi elinde tutmaktadır. Ve hatta temel çatışma noktalarından birisi olan laiklik ilkesi bile, demokrasiden ziyade cumhuriyetin bir ilkesidir. Zira özünde dışlayıcı olan bu ilke de, sair siyasal oluşumları gayrı meşru olarak addedebilmekte ya da sistem dışı tutabilmektedir.

Ak Parti ise, kuruluş manifestosunda ısrarla vurguladığı “demokrasi”den vazgeçtiğini (cumhuriyetçileştiğini) 2013 yılında fiili olarak açıklamıştı. Bunun işaret fişeği olan Gezi olayları, Gezi Parkı’nın mevcut durumunu sürdürme güvencesiyle bitebileceği halde, bu olay köpürtülerek, ortaya çıkan hengâme içerisinde demokratik siyasetin yönü, cumhuriyetçi sürekli iktidara doğru bükülmüştür. Esasında ise, çokça söylendiği gibi, Gezi olaylarının veya Fetullahçıların bastırılma biçimi ya da Barış Sürecinin sona erdirilmesi, Ak Parti’nin demokratik bir mücadele içerisinde karşılaştığı olayları çözebilmek için icbar edildiği zorunluluklar olmayıp, tam aksine, Ak Parti iktidarının sürekliliğini sağlama almak için başvurduğu yollardı. Oysa Ak Parti, kaybetme ihtimali doğal olarak giderek yükselen iktidarından bir dönem vazgeçebilseydi,  yeniden ve yenilenmiş bir biçimde iktidara dönebilirdi. Üstelik de giderek kendi başlangıç ilkelerinden uzaklaşan, adı yolsuzluklarla, zulümle ve şaibeli güçlerle işbirliğiyle anılan bir parti olmak yerine, demokratik sistemi kurucu ve kurtarıcı bir hareket olarak.

Nasıl olursa olsun iktidarını korumayı esas alan bu 2013 stratejisiyle Ak Parti, demokrasi kadar çoğulculuktan da uzaklaştığını ortaya koymuştur. Oysa demokrasinin en temel iki niteliği, siyasal çoğulculuğu ve iktidar süresinin sınırlılığıdır. Öyle ki birçok ülke bunu iki dönem kuralı olarak yasal bir esasa da dönüştürmüş bulunmakta. Hatta Ak Parti bile, kuruluş manifestosunun uygulanmayan birçok esası gibi bunu, en azından parti içi demokrasisine bir esas kılmış ama bu esas da tasfiye edilmesi gereken muhalifler dışında hemen hiç uygulanmamıştır. Böylece Tunus’taki “anayasal darbe”den sonra, bir Avrupa ülkesi ve müstesna şahsiyet Aliya’nın örnek liderliğiyle çoğulcu demokrasiye geçmiş olan Bosna dışında, İslam dünyasında demokratik bir yönetim biçimi resmi veya fiili olarak uygulanmakta değil.

Çünkü demokrasilerde iktidar, sayısal çoğunluklardan ziyade toplumsal mutabakatlara dayanan, azınlıkların da çoğunluklar kadar temsil edildiği ve siyasal haklardan yararlandığı bir yönetim biçimidir. Ayrıca bu yönetim biçimi içerisinde hiç kimse veya hiçbir ideoloji, ayrıcalıklı ve mümtaz bir yere de sahip değildir. Yaşama biçiminden tutun da iktidarın nimetlerinden yararlanma açısından da iktidarda olmak on(lar)a özel bir ayrıcalık kazandırmaz. Dolayısıyla bu koşullardaki sivil toplum kuruluşları ve cemaatler de “evdeki bulgur”dan (güncel çıkarlarından) olmamak için “pirinç”ten (demokratik ve ahlaki ilkelerinden) vazgeçmeyi asla düşün(e)mezler. Beri yandan bu vazgeçilemezler, çoğu kez toplumsal ve siyasal haklar olduğu kadar hak ve adaletteki gelişmeleri de ifade eder. Türkiye’de ise Taşgetiren’in deyişiyle “bulgur kurtlandığı” halde, sözümona dini cemiyet ve cemaatler, bu “kurtlu bulgur” için bile Hakkın ve adaletin hatırını hiçe sayabilmektedirler.

Bilindiği gibi Yunus Emre’nin kendisini dervişliğe doğru götüren macerası da, buğday ile nefes arasındaki tercihteki tereddüde dayanır. Kolay değildir. Bir yandan kendisinden “ekmek” bekleyen ailesi, öte yanda ise henüz anlamına tam olarak mülaki olamadığı “nefes”. Ama yine de içsel bir iştiyakı olsa gerek ki, buğday yerine nefesi kabullenir. Bu, belki de Âdem (as)’in de sınandığı o imtihan gibi, insanoğlunun hayatının farklı aşamalarındaki temel sınanmalarıyla ilgili bir durumdur. Sınanmakta olduğu bu çelişkiler karşısında bocalayan insan kimileyin yanlış adımlar atsa da, adımlarını düzeltmeli, hatasının farkına varmalıdır. Kuşkusuz ki sorun salt bulgurla pirinç arasındaki bir çelişkiye dayansa imtihan o kadar zorlu olmayacaktır. Hatta buğday ile nefes arasındaki tercihteki çelişki bile, haksızlıklar ve adaletsizlikler karşısında hakikati savunmak ile sessizliğe gömülmek arasındaki çelişki kadar zorlu değildir. Dolayısıyla insanları geldikleri bu noktada bile sorgulama yetkisini kendilerinde görenler, yirmi yıl önce bu iktidarı canla başla savunurken neden şimdi desteklerini geriye çektikleri ve hatta neden bulgurdan bile olmayı göze aldıkları üzerinde düşünmeli değiller mi? Kuşkusuz ki düşünmekteler ve bilmekteler. Ama asıl sorun kaybedilmesinden çekindikleri bulgur ve pirinç değil; ellerindeki nimetlerden vazgeçebilmek ve suç ortağı oldukları haksızlıklarla yüzleşme ihtimalidir.  

                                                           ***

Müslüman toplulukların tarihsel ve toplumsal şartlardan kaynaklanan etkilenmelerle demokrasiye bigâne ve hatta karşı oluşlarını anlamak mümkün olsa da, bunun yerine ikameye çalıştıkları çeşitli siyasal biçimlerin ve hatta cemaatsel yapıların baskıcılığını, ahlaki ilkelere ve başkalarının haklarına karşı duyarsızlığını anlamak ise mümkün değil. Demokrasiye muhalefet ederken, daha en başından toprağa gömdükleri “şura sistemi”ne dair hiçbir araştırma ve endişe içerisinde olmamaları ise daha temel ve vahim bir sorun. O nedenle bu yazı, bir eleştiriden öte, demokrasiyi küçümseyenlere ama “nasıl yapmalı?” üzerinde asla zihinlerini yormayanlara karşı bir “hakikate çağrı”dır. Dahası “Müslümanların” (esasında muhafazakârların) bu konulardaki, yani siyasal temsiliyet, hakkaniyet ve adaletin sağlanması, hak ve adalet arayışlarının sürekliliği, azınlıkların hukukunun gözetilmesi ve çoğunlukların zulümlerinin önlenmesi gibi hususlardaki adımlarının müteredditliğinin, bir adım ileri atıp iki adım geriye çekilmelerindeki cesaretsizliklerinin ve aymazlıklarının da bir eleştirisidir.

Adalet arayışı ise, salt ahlaki çözümlemelerle ve çıkarsal özürlerle savuşturulamadığı gibi, özünde siyasal bir arayıştır. Çünkü bu, ahlakın toplumsala ve hatta insanların bireysel inisiyatiflerine bırakılmış, bir açıdan “keyfi” tutumuna havale edilemeyecek bir önemliliktedir. “Adalet arayışı içindeki politik pratiğin sonu yoktur… Hiçbir şey her durumda adil değildir; adalet tam da onu arayan hareketin kendisindedir. Bu hareket, esas anlamıyla politiktir ve ne düşüncenin ne de onun bütünleşmesi olacak tarihin bir sonu olduğunu gösterir.”[1]

[1] J. F. Lyotard, Hakkıyla, İthaki Y. s. 7, 8

 

Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR