“TÖVBE”
Kesme taşlarla surları yükselen konak bir kalenin ihtişamına sahipti. Göz kamaştıran konağın duvarları inci gibi dizilmiş taşlarıyla pürüzsüzdü. Demirden büyük bir kapısı vardı. Kapının üzerinde iki tokmak ve iki geniş kulp dışında döküm kabartmalarla süslenmişti. Konağın ziyaretçileri kapıdan içeri girdikten sonra yürüyerek, taşlarla düşenmiş geniş ve uzun koridorun sonunda ikinci bir kapıyla karşılaşıyorlardı. Konağın geniş avlusuna açılan bu iç kapı da oldukça büyüktü. İki katlı konağın bütün pencereleri bu avluya bakıyordu. İkinci kata ulaşmak için yüksek basamaklı ve uzun merdivenleri çıkmak gerekiyordu. Merdivenler bitince konağın genişçe terası görünüyordu. Terasın ön kısmında sokağa bakan her iki köşesinde uzun burçlar dikilmişti.
Zembilfiroş terasın ortasında, sepetlerinin başında bekliyordu. Ğatûn’un her hamlesine göğsünü siper etmişti. Lakin Ğatûn yavaş ve sinsi bir şekilde yanaşıyordu. Kâh konuşarak kâh gülerek ona yaklaşmaya çalışıyordu. Ancak genç adam konağın hanımından uzak durmak için adım adım geriye gidiyordu. Günaha bulaşmaktan korkuyordu. Tek endişesi, Rabb’ine verdiği sözden dolayı mahcup olmaktı. Şeytanın yöntemleri çoktur, biri işe yaramazsa bir diğerini dener, olmadı bir diğerini… Allah şeytanın dilinden onun yöntemlerini şöyle haber veriyor: “Senin doğru yolunun üzerinde pusuya oturacağım. Sonra onların (kullarının) gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım” (A'raf 17)
Ğatûn’da öyle yapmaya başlamıştı, yöntem değiştirmeye ve sağdan yaklaşmaya yönelmişti. Genç adam “Tövbe nedir, nasıl bir duygudur ki seni benden uzak tutuyor?” dedi. Zembilfiroş umutlanmıştı, müşfik bir sesle “yaptığından pişman olmaktır” dedi. Resül-i Ekrem “Pişmanlık tövbedir” demiş. Ğatûn arzuladığını alamamıştı. Yeniden bir hamle ile beni görüyorsun, güzelliğimi, asaletimi ve gücümü… Niçin pişman olacaksın? Zembilfiroş, ben tövbekârım dedi. Tövbekâr, nefsinin arzularına karşı durabilendir, vazgeçebilendir ve hiçbir şeye bağlanmayandır. dedi. Tövbekâr Allah’tan ve hesap gününden korkandır… Haramın sonu pişmanlıktır, dedi Zembilfiroş, edeple ve incitmeden…
Sözün güzelini söylemişti, hikmet ile doğru yolu göstermişti ona… Ama Ğatûn, ne söz dinleyecek durumdaydı ne de nasihatten anlayacak bir hali vardı. Zembilfiroş geldiği gibi dönüp çıkamıyordu konaktan. Züleyha’nın sarayı gibi bütün kapılar kilitlenmişti. Ne zaman böyle bir çıkmaz sokağa girse veya dumandan yürünmeyecek bir yolun başına gelse bilge dervişin rehberliğine ihtiyaç duyuyordu. Kendisi yoktu ama hikmetli sözleriyle rehberlik yapmaya devam ediyordu. “Erdemli erkek, kadın karşısında edepten ayrılmaz evlat. Ayıplama ve güzel söz ile öğüdü elden bırakma.” demişti derviş. Ne yaparsa, hangi söz ile onu durdurabilirdi? Kur’an’ın da “Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alır veya korkar.” (Taha 44) diye yol gösteriyordu.
Ğatûn sözün güzelini taviz olarak görmüştü. Zembilfiroş onun kısa hitabını uzun uzadıya cevaplamıştı. Olmazı anlatmıştı ancak eskilerin dediği gibi “Şehvet nefsi esir almışsa beden zaten köle olmuştur.” Genç adamın naifliğini anlayamamıştı, iyice bilenmişti. Bu kez Ğatûn uzun konuşacak gibi duruyordu. Arada elini ipek elbisesinin etek ucuna atıp çekiştiriyordu konuşurken. Sonra onu bırakıyor diğer eliyle başındaki sarı kefiyesini geriye atıyordu. Kefiyesinin boynuna düşmesiyle ipek saçları dolunay gibi parlayan yüzüne dökülüyordu. Güzelliğini silah gibi kullanan Ğatûn, sözün gücünü de iyi biliyordu. Söze nereden başlayacağını ve nasıl bir yoldan yürüyeceğine karar verdikten sonra güçlü kelimelerini sıraya dizmişti. Namluya mermi sürer gibi, peş peşe... Çare arayan Zembilfiroş’a karşı, yine sözü o almıştı yani avcı...
Xatûn:
Çavên min mîna eynan e
Gözlerim ayna gibidir
Biskê min mîna qeytan e
Kâkulüm (zülüflerim) ipek gibidir
Diranê min mîna mircan in
Dişlerim mercan gibidir
Eniya min mîna ferşan e
Alnım ovaldır (oyulmuş tablo) gibidir
Berê min mîna fîncan e
Simam (yüzümüm) fincan gibidir
Fîncanên mîr û paşan e
Paşa ve beylerin fincanı
Sîngê min mîna zozan e
Gerdanım yayla gibidir
Zozanên haft eşîran e
Yedi aşiret yaylası
Zembîlfiroş, lawikê derwêş
Sepet satıcısı derviş adam
Lê bike kêf û seyran e
Gel keyif ve seyran et
Zembîlfiroş lawikê derwêş e
Sepetsatıcı, deviş adam
Keremke tu were pêşe
Buyur sen gel (şöyle) öne gel
Heqê zembîlên xwe bibêje
Sepetlerinin fiyatını söyle
Lawiko ez evîndar im
Delikanlı ben sevdalıyım
Ğatûn, en büyük silahını çekmiş ve bedeni üzerinden söze girmişti. Benliğini, bedenini dile düşürmüştü. Gözlerim ayna, kâkülüm ipek, dişlerim mercan gibidir. Simam beylerin fincanı, gerdanım yedi aşiretin yaylası gibidir, gel keyfe, diye güzelliğiyle yeni tuzaklar örmüştü. Zembilfiroş çetin bir savaşın ortasında kalmıştı. Yeniden rehberinin sözlerini hatırladı: “Kendini övmek ancak şehvete köle olmuş birinin yöneleceği yoldur demişti derviş. Sonra ilave etmişti “Kadının güzelliği ateşe benzer; aldananı ve yaklaşanı yakar evlat.” demişti. Zembilfiroş, onlarca cümle ile güzelliğini anlatan Ğatûn’a gözlerin zeytin gibidir, dedi. Onun güzelliğini üç kelimeyle itiraf etmişti ama yine de uzak duracağını anlattı. Uzun konuşmanın bir faydası olmayacağını öğrenmişti. Sözü incitmeden anlatmaya başlamıştı…
Zembîlfiroş:
Lê lê lê, lê lê Xatûnê
Ey hanım
Çavên te mîna zeytûnê
Gözlerin zeytin gibidir
Ditirsim ji agirê êtûnê
Korkuyorum ateşe girmekten
Ya Xatûn ez tobedar im
Hanım ben tövbeliyim (tövbedarım) tövbemi beklerim
Tobedarê Xaliqê Cebar im
Cebbar olan (Yaradana tövbedarım) ona sözüm var
J’ser toba xwe ez nayêm xwarê
Ben tövbemden (geri dönmem) geri adım atmam
Heybesindeki kelimeleri tüketen Zembilfiroş, Ğatûn’u nasıl durduracağını bilemiyordu. Konaktan kurtulmanın bir yolunu da bulamamıştı. İşin sonu nereye varacaktı onu da kimse bilmiyordu….
“devam edecek”