Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Musab Aydın


Bizim Topraklar da Bir Yusuf Hikayesi

Musab Aydın; ZEMBİLFROŞ


 

                                                        "Arayış"


Evlat, hele sen bir yola düş. Yola düşünce, kaygıyı da bırak, tasayı da. Gerisi umuttur, umut da Allah'a giden yoldur. Bu yolda niyetini kavî tut evlat, tövbeni de unutma dedi derviş. Seni istediğin yola götürecek bu iki önemli rehberinden asla vazgeçme. Çetin bir imtihan seni bekliyor olacak, unutma. Sakın rızık korkusuna düşme. Allah kendisine güvenip yola düşeni yalnız bırakmaz, mahcup da etmez.

Sen düş yola evlat, Allah'ın arzı da geniştir, rızkı da. Bu yolda ne endişeye yer var ne de korkuya. Zevk-u sefayı da yaşadın sen, ölümü de. "Ölümü bilenin korkusu olmaz" demiş eskiler. Allah'a inanmış olana korku ve endişe yakışmaz dedi derviş. Git evlat, sabırla devam et yolculuğuna, günlerce, gecelerce yürüyeceksin. Bu uzun yolculuğun, yüksek dağların ortasında ucu bucağı olmayan bir derya görünce son bulacaktır. O deryanın kıyısında da ki Tuşba'ya, güneşin şehrine (Van'a) git. Şehrin girişinde bir kulübe göreceksin. Söğüt ağaçlarının gölgesinde zembil (sepet) yapıp satan bir   dostum var, onu bul. Evet yol uzun, hayat kısa, sen düş yola evlat.

İkindi sonrasıydı, "güneşin şehri" Tuşba, geceye teslim olmak üzereydi. Güneşin kızıllığı göle değiyordu. Şehir ve güneş, bu iki uslanmaz sevgili vedalaşırken, birbirine kur yapıyorlardı. Cilveleşmeleri uzadıkça bütün dikkatleri üzerlerine toplanıyordu. Su ile oynaşan güneş, Akdamar Adası’nın tam karşısında bütün ihtişamıyla yükselen Artos Dağı'na yansıması ile büyülüyordu. Artos, kelebek kanadında naif bir dağdır. Kelebeklerin sığınağı olan koca bir vadinin yaslandığı Artos Dağı, aynı zamanda Tuşba'ya da kol kanat geriyordu. Van'ı her türlü tehlikeye karşı bir kalenin surları gibi koruyordu, yorgun düşmeden. Van Kalesi şehrin en ihtişamlı tarafıdır. Şehir adına, karşılama görevini üstlenmiş gibiydi.

İlkbaharın canlılığı tabiatı coşturmuş, toprağa can gelmişti. Baharın neşesi yaylalara, ovalara yayılmıştı.“İnsanın ruhunu esir alıyor bahar coşkusu” diye mırıldandı sessizce. Norduz yaylasının tepelerinden aşağı doğru akan Hoşap suyunun sesi yankılanıyordu vadilerde. Abağa Düzüne ve Norduz yaylalarına doğru yayla göçüne başlamıştı köylüler. Yola revan olmuş hayvanların seslerine, çocuk sesleri karışıyordu. Bir kervan düzenini andırıyordu uzaktan. Öbek öbek insanlar yaylalara doğru ilerliyorlardı. Manda Dağının yamaçlarından ovaya doğru akan sular otlaklara can vermişti. Yemyeşil ve geniş yaylaların yamaçlarından kıvrıla kıvrıla akıp giden Memedik Çayı, kendisini seyre dalan bir yolcuyu, yolundan alıkoyabilecek kadar etkileyiciydi.

Kulübeyi bulması zor olmadı, kapı eşiğinde yaşlı bir derviş sepet yapıyordu. Başını kaldırdı, “Gelin evlatlarım!” dedi, oturmaları için yer gösterdi. “Adım Muhyeddin,” dedi, “Çölemerik’teki dostundan selam getirdim.” Kulübeye yerleşmelerini söyledi. Sabah gün ağarmadan kaldırdı derviş. Yorgundu, yabancılık da çekiyordu. Ama en çok acemiliği başına dert olmuştu. Bugüne kadar hiçbir iş tutmamıştı. Önce söğüt dalını kesmeyi, sonra düzeltip tutmayı öğrendi. Sepet yapmayı öğrenmesi de kolay olmamıştı. Ama en zoru sepetleri omuzuna alıp sokak sokak dolaşarak satmaya çalışmasıydı. Hiçbir iş yapmamış bir bey oğlu için izzeti nefis meselesiydi. Aklına bin türlü vesvese geliyordu. Kaç kez babasının sarayına dönmesi için şeytanla savaştı bilinmez. Yenilgi tuzak olmuş, her köşe başında onu bekliyordu. Ne zaman vazgeçmeye bir adım kalsa aklına ölüm geliyordu. Ve unutamadığı o ceset... Cesedin alnında boncuk boncuk birikmiş, kurumayan o ter... En önemlisi dervişin öğütleri "Niyetini kavî tut evlat, tövbeni de unutma!" demişti. Hakkâri Bey'inin oğlu Muhyeddin değildi o artık, bir Zenbikfroş'tu. Kararlıydı, bir sepet ustasıydı ve sepet satıcısı olarak yola düşmüştü. Tuşba'ya, (Van'a) sığmamış, yangın yeri olan yüreğiyle köy kasaba demeden dolaşmıştı. Sonrasında Tatvan’a revan olmuş ve sokakların da Zenbikfroş’un sesi yankılanmaya başlamıştı.

Çadırını gölün kıyısına kurmuştu. Yorgun dönüyordu her akşam. Böyle bir günün ardından çadırına geçmiş, uykuya daldığı sırada rüyasında Bitlis’te adı hiç duyulmamış iki veli görmüştü. Şeyh Şahabeddin ile Seyyid Ali idi. Sabah çadırını topladı. Dervişi hatırladı tebessüm ederek. “Düş yola evlat!” diye mırıldandı. Hanımı, çocukları sürükleniyorlardı peşinden. Saray hayatından sonra çekilir bir hayat değildi onlar için. Bir umut ile bekliyordu hanımı, daha fazla dayanamaz, vazgeçmesi için dua ediyordu.

Bu kez yolun diğer ucunda onu Bitlis bekliyordu. Bet-Liz diyende olmuş, Bit-Liz diyende. Bitlis, Rahva ovası da olmasa çevrede düzlük bir yer görmek mümkün olmayacak dağlık bir alana kurulmuştu. Şehrin geniş caddesinde ilerliyor, arada durup insanlara Şeyh Şahabeddin ve Seyyid Ali’yi soruyordu. Ama kimse bu isimlerden haberdar değildi. Şehri bir baştan diğer başa kadar yürüdü, lâkin hiçbir şey öğrenememişti. Bunalmış, nefes alacak bir yer arıyordu ki Veysel Karani’nin türbesine doğru gitti. Türbedar derviş ile uzun bir hasbihalden sonra derviş “Kim bilir evlat bu kişilerin ne zaman yaşadığını, belki de bir gün bu topraklara geleceklerdir bu insanlar. Sen yola düş, seni bekleyen bir yol var.” dedi.

                                                                                                                  devam edecek

               

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR