Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Necip CENGİL


BİR ŞEHİR İNŞA ETMEK

Yazarımız Necip Cengil'in "yeni" yazısı...


Aylarca, azık çıkınını yanına alıp, yalnızlığın sükûnetinde tefekkür etmek için Nur dağına giden ve orada “ne olacak bu şehrin hali” diye tefekkür eden insanın ufkunda belki de her yönüyle inşasını arzuladığı bir şehir vardı. Zira o günlerde yaşadığı şehir, boğuyordu onu… O şehir, o haliyle devam etmemeliydi. İnsanları köleleştiren, kazancına sorgusuzca el koyan, ticarette tekelleşen, Kâbe için bağışlanan parayı uhdesine geçirenlerin önde olduğu, kadını bütünüyle bir cinsel obje haline getiren insanların şehri olmaktan çıkmalıydı. Şehir, sırt sırta vermiş binalarda yaşayan kalabalıkların kirlettiği bir mekân olmaktan çıkmalıydı. Üstünler yarışına sahne olarak, kocaman bir ezilenler zümresi bırakan bir şehir olarak anılmaktan kurtulmalıydı.

Şehirde bir uyum olmalıydı. Ebeveyn-evlat-toplum arasında bir uyum olmalıydı. Makam, mal ve sermaye sahipleri denkleminde, hırçınlaşmayan, ötekileştirmeyen, insanları aşağılamayan, hak edene hakkını veren, muhtaca yardım eden bir anlayış yerleşmeliydi. Birilerine yardım yaptığını ileri sürüp mesela bu yolda kendimi tükettim dememeliydi o şehrin insanları. Tükendim denecek kadar bir mücadelede yoktu ortada… Tükenen bir şey vardı, evet, insanlık tükeniyordu. Tükenen insanlık, şehri şehir olmaktan çıkarıyordu. Bu nedenle önce insanlığın kurtuluşu öne alınmalıydı. Şehir böyle şekillenmeliydi; sade, kıymet bilir, ötekileştirmeyen, eşit ve adil paylaşımın belirgin olduğu bir şehir

Bir şehir ki, yeri geldiğinde “o şehre andolsun ki” denebilmeliydi. Orada nesiller arasında bir uyumun varlığı göze çarpmalıydı. Uyumsuz neslin inşa edeceği şehir, mimari anarşiyi doğururdu. Sosyal anarşiyi, kültürel anarşiyi getirirdi. Uyum elbette tekdüzelik değildi. Aynileşen insanlar demek değildi. Uyum, farklılıklar içinde, insanlığa hizmeti besleyebilmekti, haksızlığa karşı durmaktı, benim adamımsa tamam dememek, emaneti ehline vermekti. Çıkar kulelerinde, halka tepeden bakmamak, kamuya ait maldan, kendi özel mekânını inşa etmemekti. Oysa o gün her şey tam tersiydi. Ve insan, kendisini yaratanın, onu görmediğini sanacak şekilde, şehri kirletip duruyordu. Şehir kirlendikçe insan daha çok kirleniyordu zira kiri biriktiren, şehri kirleten insanın kendisiydi ve kir bulaşıcıydı.

Tefekkürden yoksundu insanlar. Yaratılışlarındaki hikmeti göremeyecek kadar, görme duyusundan mahrumdu. Zulmü, adaletsizliği, eşitlikten uzak ilişkiler ağını göremeyecek kadar zavallıydı. Dildeki hikmeti yakalamadan konuşuyor, konuştukları her kelime ayrı bir zulüm üretiyordu. Serseri bir aklın sesi olmuştu kelimeler. Yaratılış hikmetini tefekkür etmekten uzaklaşıyordu akıl. Oysa akıl ve kalp şehrin inşa edici, belirleyici gücü olmalıydı. Akıl, kalp ve dil inşa erdeminden uzaklaşırken, şehir hergün biraz daha zifiri karanlığa esir oluyordu. Kibrin, kabalığın, ayak oyunlarının, ötekileştirmenin inşası ile kurulacak şehir, huzur iklimi doğurmazdı. İnadına kibir inşası yaygınlaşıyordu. İnadına, yardımlaşmaktan, merhametten uzaklaşıyordu şehir. Kâbe’nin gölgesinde kibir büyütülüyordu. Kâbe’nin gölgesinde insanlık öldürülüyordu. Ticaret kervanları, bir deve yükünün bir paçası kadar değerleri yoktu hiç bir vatandaşın.

Peygamber, adı öteden beri hayırla anılan şehri, yeniden asli hüviyetine rücu ettirmenin tefekküründeydi. Buradan yola çıkarak, bizler yaşadığımız asırda ve yarınki nesiller kendi asırlarında, yaşadıkları şehri “adı anılacak şehir” konumuna getirmenin tefekküründe olmalı. O şehirde, orada yaşayanlar, birbirlerini ötekileştirmez, köleleştirmez, köle muamelesine tabi tutmazlar. O şehirde, ikiyüzlü, mürai kişiler şehre renk vermez…  Belki birileri çıkar “bilseniz bu şehir için, insanlar için ne harcamalar yaptım” der ama Allah “fazla ileri gitmeyin, sizin bu şehir ve insan için ne yaptığınızı biliyoruz” diye cevap verir. Yaptıklarını, o şehir için “ o kadar uğraştık ki, helak olduk” diyenleri Allah uyarır. Şehir ve insan için yapılacak her şey yapılıp bitmemiştir ve yaptıklarınızı abartarak, kendinizi kenara çekemezsiniz. Veya aslında yapmadıklarını yapmış gibi abartarak kendilerine paye biçmeye çalışanlar şehrin inşasını sürekli erteleyenlerdir.

Sabırla, inşa süreci, imar süreci devam etmelidir. İnşa ve imarda, sağlıklı bir hal için uğraşmalısınız. O şehre; sabır, insana değer verme, merhamet rengini vermelidir. O şehirde, insanın ve tabiatın yaratılışındaki nizam, estetik kendisini hissettirmelidir. Şehrin ulaşımı, şehrin temizliği, binaların ve yolların uyumu, sağlıklı bir insanın yapısındaki uyumu yansıtmalıdır. Şehrin yöneticileri, vücuda musallat olmak isteyen, bozucu virüslere müsaade etmeyecek bir hassasiyetle idarecilik yapmalıdır. Şehirde yaşayanlar, kendilerinde neşet eden virüslerin, şehrin imar ve inşasına olumsuz etki yapmaması için, kendilerinde var olan her şeyi, kendilerinin, insanın ve şehrin hayrına görmemelidir. Şehre sirayet eden virüsler insandan yani yöneten ve yönetilenden geçer. Şehir bu virüsleri kundaklar, büyütür ve nesillere taşır ve bu virüsler şehri bozar. Buna fırsat vermemek, şehrin sakinleri ve yöneticilerinin, ayrıca bir ekleme yapılacak olursa, sermaye sahiplerinin elindedir. Zira maddi inşa sermaye ve emek birlikteliğiyle gerçekleşir ve eğer bunları yönlendiren sağlıklı bir zihin yoksa şehir “iyilikte adı anılacak” bir şehir olamaz.

Üzerinde durulan bir şehir olarak Mekke Peygamberi ziyadesiyle üzmektedir. Orada kirli bir sermaye, rüşvet, iltimas, kamu hakkını uhdesine geçirmek, emanet edilen yetkiyi kötüye kullanmak, kirli zihinler, fuhşa batmış dimağlar şehri abluka altına almıştır. Kimi para sahipleri, garibana verdikleri borç parayı, süresi geçip de geri alamayınca, o garibanların kızlarına veya kadınlarına el koyup, onları birer “sermaye” olarak aşağılamaktadır. Bu nedenle, gariban ailelerin kiminde, kız çocukları doğunca, onların kirli sermaye sahipleri tarafından aşağılanmaması için diri diri toprağa gömme geleneği oluşmuştur. Yine Mekke’de, o dönemde kimi zenginlerin sermayesi, kamu malının çalınmasıyla oluşmuştur. Rivayet odur ki, Ebu Leheb, Kabe’ye hediye edilen ziynet eşyalarını çalıp götürenlerden biridir. Mal varlığı onunla oluşmuştur. Allah ve Ahiret inancı konusunda kendisine yapılan çağrının, bu kirli yöntemi onaylamayacağını bilmekte, bu nedenle, kendisi ve karısı Peygambere eziyet edenler arasında yerini almaktadır. Eğer Peygamber, Allah’a iman edin, şu ibadetleri yerine getirin ve eskiden nasıl para kazanıyorsanız, öylece kazanın deseydi. Eğer Peygamber, “imanla birlikte insanları aşağılamanızda, ötekileştirmenizde, köleleştirmenizde bir beis yok, alıştığınız gibi devam edin” deseydi, belki de hiçbiri peygambere eziyet etmeyecek, “dinini istediğin gibi yay” diye yardımcı olacaklardı. Oysa Peygamber, adı anılacak şehri anlatan Beled suresini okuduğunda, onlar köleleştirmenin, aşağılamanın, yetimi itip kakmanın, yetimin, garibanın (yolda kalmışın) hakkına musallat olmanın yasak olduğunu anlıyorlardı. Kamu malına musallat olmak aslında tüm bu sayılanların hakkına tecavüzdür, bunu biliyor, Peygamberin inşa edeceği anlayışa, şehre müsaade etmeyeceklerini deklere ediyorlardı.

O şehirde sermaye temiz olmalı ve temiz kalmalıydı. İnsan onurluydu ve onurlu kalmalıydı, insanın onuru korunmalıydı. Eşitlik ve adalet çizgisi, merhamet eşliğinde özenle sürdürülmeliydi. İnsanlarda bir hesap duygusu gelişmeliydi. Hiç kimse kafasına göre, canının istediği şekilde, ötekinin hayat yollarını tıkayarak yaşayamaz ve şehir böyle inşa edilemezdi.

Şimdi geriye dönüp okuduklarımızı, bugünkü şehirlerimize yansıtarak düşünürsek, aslında bir şehrin inşasında alınacak yolun neyle besleneceği bellidir. Bugün için söylenecek olan, dün için söylenenin aynısıdır; adı anılacak şehirlerin inşa kriterleri değişmez. Hiçbir adı anılacak şehir; kamu malının yöneticilerin uhdesine geçmesi, talan edilmesi, falan projeyi yaptım ve ihale ettim beni görmen lazım diyen sömürü kafalı kişilere emanet edilmesiyle inşa edilemez. Talan anlayışı talan edilmiş bir şehir doğurur! Talanın, haramı taşımanın, şehrin zenginliğinin kişilerin elinde sermaye olmasının “bizdeni” ve “sizdeni” olmaz. Şehirlere musallat olan kirli zihniyet yuvalanacağı yerler bulabilir ama insanlıktan çıkan kim olursa olsun “bizden” değildir, olamaz! Bir şehri inşa etmek sıradan bir iş değildir, şehir her isteyene teslim edilmez. Buna layık olmadıkları halde şehre talip olan da ona “gel” diyende mesuldür ve hep birlikte şehrin yıkıntılarının altında kalır, hep birlikte kirlenirler! Ve kirletilen hiçbir şehir, birileri O’nun adını orada ne kadar ansa da “Tanrının Şehri” olmaz.

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR