Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Nevzat KAYA


Bilinç Yazıları - 4

Yazarımız Nevzat KAYA'NIN 'YENİ' YAZISI...


Müslümanlarla kafirleri düşünsel olarak birbirinden ayıran en temel meselelerden birisi de şudur :

Müslüman, sahip olduğu herşeyin, ki bunlar kendi benliğinden tutun da sahibi olduğu mal, mülk, makam ve imkanlar ile bunların yanında hayatına etki eden içsel etkenlerden tutun da dışsal etkenlere kadar herşeyin sahibinin, yaratıcısının yalnızca Allah olduğunu, kendisinin ise sadece emanetçi bir konumda olduğunu, emanetçisi olduğu herşeyin zamanı geldiğinde kendisinden alınacağını, hayata ilkin nasıl gelmişse öylece de gideceğini, hayatın bir imtihandan ibaret olduğunu, bu yüzden tüm hayatının ve sahip olduğu imkanların hesabını verecek bir sorumlulukla hareket etmesi gerektiğine inanan ve bunu içselleştiren bir bakış açısına sahiptir.

Kafirler ise, tam tersi sahip olduğu tüm nimet ve imkanların kendi kazanımlarıyla alakalı olduğunu, kendi bedenlerinden tutun da ellerindeki tüm imkanları kullanma veya müdahil olma noktasında bir sorumluluklarının olmadığını, tüm bunlardan dolayı hesap verecekleri bir makam ve zamanın olmadığını, şayet olsa bile bu dünyada nasıl düşünüyorlarsa ahirette de aynen böyle bulacaklarını zannederler.

Kısaca müslümanlar, herşeyin sahibi ve kaynağı olarak yalnızca Allah'ı görürlerken, kafirler bu noktada değişik inançlara sahip olsalar da, ortak görüş açısından kendi hayatlarının sahibi olarak yine kendilerini görürler.

Bu temel ayrım anlaşılmadan 'müslümanım' demenin çok da bir marifeti yoktur. Kendi farkındalığının farkında olmayanın, yapacağı iş ile gideceği yolun bir anlamı olmaz.

Öncelikle bir müslüman neye inandığının, meseleye nasıl bakması gerektiğinin, kendi konumunun, amaç ve gayesinin ne olduğunun idrakinde olması gerekir. Böyle bir bilince sahip olmayanın gözleri kör, bilinci kapalı, basireti de yoktur.

Bu bilgi ve bilinç, yolunu her daim aydınlatan bir ışıktır. Bu adeta insanın elindeki el feneridir. Kendi ışığını eline almadan yürüyenlerin ise karanlıklardan geçip, selamete ermesi zordur.

Müslümanların büyük çoğunluğu, özellikle geçen yüzyıldan beri gitgide artan ve günümüzde de adeta karmakarışık hale gelmiş olan hayat pratiklerini, maalesef bu temel görüşten uzaklaşmışlardır.

Günlük hayatta bile neredeyse her ortamda karşılaşacağımız hadiselerden tutun da, karşı karşıya kaldığımız meselelerde bu temel görüşün ahlaki duruşunu bulmak çok zordur.

Maalesef günümüzdeki gerçeklerimiz, olması gereken teoriklerimizden başka türlü tezahür ediyor. Teorik doğrularla pratik doğrular çoğu yerde aynı denklem üzerinde durmuyor. Soyut içerikler somut uygulamalarda bulunmuyor. İddialarla ispatlar farklı kulvarlarda yüzüyor.

Bu yüzden de sorunlar peşimizi bırakmıyor. Büyük buhranlar geçiriyoruz. Küçük hesaplarda boğulmuş durumdayız. Kendi elindeki feneri söndürmüş adamın hali gibi karanlıklarda yol almaya çalışıyoruz.

Oysa hali hazırda içinde bulunduğumuz gerçekler, yaşamamız gereken gerçekler değildir. Kendimize ait olmayan bir hayat tarzının tecrübelerini deniyoruz.

Fakat asıl üzüntü veren durum, gerçekte bize ait olmayan bir hayat tarzını o kadar kanıksamış durumdayız ki, halihazırda gelen geçen nesiller bu gerçeklere gözlerini açıyorlar ve bunun da olması gereken olağan bir durum olarak görüyorlar. Sonra da bu yanlışlarla dolu yaşantılar, birçoklarına kaçınılmaz gerçekler diye görünebilmektedir.

Tüm bunlardan daha da kötü olanı ise şudur ;

İnandığımız esaslara muhalif bir yaşantının ortaya koyduğu bir komplekstir. Doğrusu bunu tarif etmek, yorumlamaya çalışmak zor bir uğraştır. Elbette bunu söylerken de müslümanın günahsız, hatasız olmak gerektiğini söylemiyoruz. Bunun yeri farklıdır. İnsan hata yapmaya, günah işlemeye ve yanlış yapmaya meyillidir. Önemli olan insanın gerek bir anlık nefsine yenildiği, gerekse de dalgınlığına ve unutkanlığına yenik düştüğü durumlarda, düştüğü yerde kalmamasıdır. Şuuru tekrar geldiğinde, hatasının farkına vardığında, Rabbine karşı edeple itiraf edip, özür ve af yoluna dönebiliyorsa burada bir sıkıntı yok deriz. Zaten olması gereken de aslında budur.

Fakat Ebu Talip misali, doğruların farkında olup, aslında yeğenine inanan, ama gerçekte bazı sebeplerden dolayı (ki bu sebepler her insan için değişebilir) teslim olmayı reddediyorsa, burada büyük bir sıkıntı vardır.

Bugün birçoklarımız adeta bu kompleksin içindedir. Bahsedildiğinde "evet İslam haktır, Peygamber haktır, Allah'ın vaadi haktır" denildiği halde, iş bu düsturun gerektirdiği teslimiyeti ve pratiği yansıtmaya geldiğinde, söylenilenlerin neredeyse esamesi kalmıyor.

O halde iş, sadece salt bilgi ya da bilme noktasına indirgenemez. Şayet böyle olsaydı oryantalist papağanlar, bu bilme işini en iyi yapanlar olarak bizim nazarımızda kıymetli bir yer edinirlerdi. Fakat durum böyle değildir. Bu işin içinde bilgi de, inanmak da, amel ve ahlak da mutlaka olmalıdır. Yoksa Allah muhafaza sadece kendimizi kandırmış oluruz ki, bunun bedeli ödenemez. 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR