Sıla gurbetin kalbinde garip bir mahkûm. Umut ile umutsuzluk arasında ince bir sızı. Puslu dağların ardında görünmez sevgili… Sıla özlemi, af umudu taşıyan tutsak bir yürek. Masum gözlerin yorgunluğunda gizlenmiş bir düş… Sıla hasreti, gecenin karanlığında şehrin üzerine çöken bir karabasan. Bu afakanlar içinde vuslat umudu, sabahın tenhasında sokakları derin uykusundan uyandıran ezanlar. Tan yeri ağarmadan saba makamında göğe yükselen ilahi davet dokunur şehrin kalbine. Her gün yeniden mahzun yüreklerin umudunu yeşerterek…
Sıla bazen delişmen bir sevgili, dillerin çözülmez kekemeliği. Muhayyel sevdalar için yakılmış türkülerdir. Bazen munis duaların kabinde nazenin bir vaveyla. Ona kavuşmak umuduyla, her bayram öncesi milletçe yollara dökülüyoruz. Yeni nesil tatil beldelerine akın ederken orta yaş ve üstü memleketlerinin yollarına düşüyor. Üstelik her gün, salgın dolayısıyla hastalığa yakalananların ve ölenlerin tutulan çetelesine rağmen. Günümüz insanına bakıp “Ne ölene üzülüyor insanoğlu eskisi gibi ne doğana seviniyor.” demiş derviş.
Büyümek, gurbete yolculuktur bir yönüyle. Belki de çocukluktan uzaklaşmak insanoğlunun bitmeyen gurbetidir. Bu yüzden çocukluğumuz memleketimizdir, baba ocağıdır. Dolayısıyla yaş ilerledikçe insanın memleketine olan arzusu da aynı şekilde büyümeye başlıyor. Bayram öncesi, kervanlar misali yollara revan olanlar gece gündüz demeden memleketlerine doğru yol alıyorlar. Yeni nesiller ise memleket özlemi ile yanıp tutuşan ebeveynlerinin duygularından hiç etkilenmişe benzemiyorlar. Onlara eşlik etmek yerine sahil kasabalarına tercih ediyorlar.
Neden sıla hasreti çekmez şehrin çocukları? Onların bu duygusunu yok edenler kim? Bu çocukları nasıl da sıla sevgisinden mahrum büyüttük. Onların akın ettikleri sahil beldelerine biz alıştırmıştık değil mi? Küçücük yüreklerinde yeşerenler, gönüllerine ektiğimiz tohumlarmış meğer. Allah kimseyi yurtsuz, memleketsiz bırakmasın diye dua edenler bu nesli kastetmediler elbette. Lakin bu duayı en çok onlar hak etmiyor mu? Eskiler, “Gurbetin acısını hissetmekte, memleket kokusunu özlemekte gurbet” demiş. Bu acı ve özlem duygusunu taşımak bile kanımca bir ayrıcalıktır. Durup bakıldığında hasretin de gurbetin de tadı kaçmış görünüyor. Ne güzel demiş ozan, gurbet içimde zemheri bir kış, neyleyim soğuk esen yeli…
Hal ehli “Gurbet; insanların seni anlamamasıdır” demiş. Bu açıdan bakıldığında gurbet her zaman sıladan uzak düşmek değilmiş. Çoğu kez sılada bile gurbeti yaşıyor insanoğlu. Kadim görüşe göre “Eşiğin ardı gurbet” lakin öyle zamanlar yaşıyoruz ki eşiğin ardı ne kelime, yanı başındakine hasret yaşayarak göçüp gidiyor insanoğlu bu dünyadan. Dünya değişti artık ne olursa olsun, dünyada sürekli bir gurbet var…
İnsanoğlu gittiği her yerde kendinden bir parça ararmış. Onu bulursa gittiği yer sıla, bulamazsa gurbet... Onun için insanın gurbeti de sılası da içindedir... Onu bulmak ise sanıldığı kadar kolay değil. Bir ömür farkına varamadan bir başka gurbete sürgün! Başlıyor.
Bayram bitti ve yollarda yine akın var. Sılaya gidenler kavuşmadan geri dönüyor. Anlaşılan ufukta bir vuslat da görünmüyor. Şair ne güzel demiş, dünya insana gurbettir, memleket isteyen Allah'a sığınsın. En sağlam limana…
Büyülü yol
Sılanın acısı düşmüş gurbetin kalbine
Bastığım toprak sızlıyor derinden
Gün ağarmadan çıkmışım yola
Düşlerime kırağı düşmeden
Yıldızlar kayıyordu gözlerinde
Dönüp bakmadım hayaletler şehrine
Bir ayrılık düşmüş nasibime
Bir de uzun yol…
Gurbetin enkazını bıraktım geride
Bir de sönmüş ateşin küllerini
Islanmış bulutlar arasında yürürken
Dönüp bakmadım gurbetin şehrine
Yalnızlığın yükü omuzlarımda
Yola düştüm önümde sılanın gölgesi
Bir ayrılığın türküsü var dilimde
Bir de sıla hasreti…
Yolumun geçtiği her dağın eteğinde
Uçurumlar kesiyor adımlarımı
Her sokağın tenhasında seni sordum
Dönüp bakmadım yalnızlığın şehrine
Gözlerim kayıp giden bulutlarda
Sararmış rüzgârlar esiyor saçlarımın arasında
Nefesim bitiyor bu büyülü yollarda
Bir de ben…