Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Batıcı uygulamalar karşısında siyasetten topluma nasıl bir davranış ve tutum?

Yazarımız Sait Alioğlu'nun "yeni" yazısı...


Cumhuriyet, ilk yirmi yedi yıllık tek partili siyasi ortamında, bu ortamın oluşturduğu bunalım beraberinde içten içe kaynayan toplumsal hareketliliği, kaosu ve krizi getirmişti.

Bir iktidar değişikliği lazım olup zamanının geldiği düşünülmüştü.

Bu iktidar değişiminin önderliği anlamında, var olan ideolojik kulvarlarda, özellikle de Müslüman camiada, baskı sonucu oluşan havaya binaen yeterli olmayıp güdük kalırdı.

Böyle bir önderliğinde, gerek sistem ve gerekse de Batı dünyası tarafından kabulü pek mümkün değildi. Zira “yeni” devlet yüzünü niye batıya çevirmiş, kendini batıcı parametreler üzerinden kurgulayıp oluşturmuştu?

Tabii ki, böyle bir duruma hem müsaade etmeyecekler ve hem de, var olan duruma bağlı olarak “iç ve dış sebepler”den dolayı mümkün olmayacaktı.

Batı dünyası, bu ülkenin esas halkı olan Müslümanları, takdir edersiniz ki sevdiğinden dolayı değil, bilakis birçok İslami talebinden vazgeçmesi adına, kurulan sistemin ayakta kalması ve Batıya yönelmesi adına devlet yapısına müdahale etti.

Bu müdahale ediş, dönemin adlandırmasıyla söylersek “hür dünya” ile “sosyalist Demirperde” arasında var olan ontolojik farkı öne çıkararak Türkiye’nin batı bloğuna yanaşması ve orada karar  kılınmasına yönelikti ve öyle de oldu.

Onlarca yıl sonrasına geldiğimizde, bu kez, o da yine Batı bloğunda “tekrardan kalma” adına, ülkeyi sağ-sol ayrımına tabi tutup darbe yaptırmaya yönelik çabaların sergilendiği de bilinmektedir.

12 Eylül darbesi sonrasında, dünya eskisi gibi kalmadığı gibi Türkiye’de, hiçbir konuda ve alanda eskisi gibi kalmayacaktı.

Başa geçen darbe yönetimi, ülkeyi görünürde askeri, ama geri planda liberal düşünce ve politikalarla tam olarak batıya yaklaştırıyordu.

Askere yardımcı olan politikaların başında da darbe arefesinde “danışman” olarak görev yapan, akabinde parti(ANAP)(1) kurucu lideri ve sırasıyla Başbakanlık ile Cumhurbaşkanlığı görevlerinde bulunan “liberal muhafazakâr” Turgut Özal, liberal politikaları peyderpey uyguluyordu.

Tabii ki, kendileri de salt batıcı olan, ama batının sürece bağlı olarak; katı otoriterlikten(ör. Hitler, Mussolini dönemleri) oldukça liberal sisteme geçmesi karşısında katı pozitivist ve jakoben politikalara tekrardan geçiş için sistemi zorlayan Kemalist cenah, adım adım ülkeyi “tekrardan” karanlık günlere götürmeye çalışıyordu.

Bu arada İslam dünyası ile çoğu da tercümeler yoluyla başlayan ilişkiler sonucunda, eskinin üzerine konulan yeni bilgi birikimi sonucunda, farklı tonlarda ve formlarda olsa da yeniden Müslümanlaşma süreci başlamıştı.

Yeniden Müslümanlaşan kitleyi, yerli yerine oturtulmak ve eski keyfiyetine kavuşturulmak istenen öznel durum açısından değerlendirdiğimizde salt İrancı, mealci, selefi hatta dönemin şartlarına uygun olarak “Afgancı” vb. şeklinde görülen insanların, ortaya koymaya çalıştıkları çabanın salt Allah rızası ile Müslümanlaşan topluma ve o minvalde arzulanan İslam devleti düşüncesine karşı, bu kitlenin gücünün kırılması gerekiyordu!

Devleti tekrardan, eski rayına oturtmak isteyen Kemalist cenahın yapmak istediği şeylerden birisi, o da sol, sosyalist cenahın hep arzuladığı “devrim” adına, devrim yapacakları düşünülen Müslüman cenah ile kurmaya çalıştığı ilişkileri zedelemek, ortadan kaldırmaktı.

Seksenlerin ortalarında başlayan “devrim hatırına” olan ilişkilerin, doksanların başında, dönemin askeriyesi tarafından, sol’a verildiğini düşündüğümüz ültimatom sonucu, ilişkiler bıçakla kesilircesine yok edilmiş ve tabiri caizse, ülkenin iki devrimci gücü sayılan sol ve İslamcı cenah arasında, o da geleceğe yönelik ilişkilerin tümden kesilmesi istenmişti,

Gerçi, bu iki cenah arasında var olan ilişki, kitlesel olarak değil de bazı gruplar ve bireyler arası ilişki şeklinde –bugünde olduğu üzere- devam etmişti… Araya giren Suriye hadisesine ve solun önemli bir kısmının, devrimin yerine kabul gören liberal düşünce ve eylem biçimlerine denk düşen yeni birtakım ilgi alanlarının varlığına rağmen, kör topal devam etmektedir. Haddizatında sürmesi de gerekir.

Önderliği Müslüman halk tarafından oluşturulan, ama onların üzerinde büyük etki bırakan, çoğu da İttihadçı gelenekten gelen Kemalist kadronun gözetiminde işgalci batılı devletlere karşı verilen ve adına kurtuluş mücadelesi denilen safhayı bir tarafa bıraktığımızda; halkın topyekûn bu batılı cendereden kurtuluşu pek de mümkün olmamıştı.

Topyekûn kurtuluş için, gelenekten gelen, onunla birlikte tekrara düşmeden, ilahi mesajın rehberliğinde günün şartlarını da işin içerisine katan İslami bir çizgiye, harekete ihtiyaç vardı.

Bununla birlikte zevahiri kurtarmaya yönelik, ama işin temelinde bir miskinliği beraberinde getiren tarikat temelli gelenekçi yapılar dışında oluştuğu gözlemlenen hareketlerden biri olan Nur hareketi; gelenekle birlikte, Said-i Nursi üzerinden İslamcı dünya görüşü istikametinde hatırı sayılır bir tabana sahip olmuştu.

Ama bu hareket bünyesinde var olan bazı eksikliklere rağmen umut olacakken, önderinin vefatı sonrasında, bazı sebepler ve işin içerisine daha sonradan dâhil olan zevat tarafından sağcılığa ve kısmen de “İslami damarı düpedüz kullanarak Türk milliyetçiliğine kaymış/kaydırılmış oldu.

Bunun yanında,  bu hareket, ona bağlı Kürt cenah içerisinde bulunan bazı şahısların fert bazında Nurculukla Kürtçülüğü mezcetmeye ve onları bir arada götürmeye çalışması söz konusu olmuştu.

İslamcı bir âlim ve düşünürün oluşturdu hareket, onun vefatı sonrasında, bir yandan bazı müdahaleler sonucunda hem Türk sağcılığına, milliyetçiliğine hizmet ettirildiği gibi, beri yanda da Kürt sağcılığına ve buna bağlı olarak Kürt milliyetçiliğine hizmet ettirilmişti.

Başta bu İslamcı harekete yönelik ilgi zamanla; onu ya sağcı ve milliyetçi kalıplara girdirilerek kabul edilmiş, ya da hem bu sağcılığa, milliyetçiliğe ve bazı sebeplerden dolayı bulanıklaştırılan bu harekete yönelik İslami/İslamcı eleştirilerde kendini göstermişti.

Bunun böyle gitmeyeceğinin anlaşılması üzerine bu harekete getirilen eleştiriler ışığında yeni düşünceler, formlar ve yapılar oluşmuştu.

Bu yapıların kahir ekseriyeti, her ne kadar batıcı cenah tarafından ve İslamcılığın mahiyetini pek bilmeyen birçok Müslüman açısından İslamcı olarak görülmüştü.

Batıcı cenahın İslamcılık yaftası onu salt gericiliğe tekabül ettiği halde, gelenekçi cenahın yaftası ise, İslamcılığın modernist bir hareket olduğuna işaret ediyordu.

Halbuki her iki yafta da iyi niyetli olmayıp temelli yanlışlıklar içeriyordu.

İlki, gericilik saikiyle İslam’ı boğmak, diğeri ise, yüzlerce yıldır süregelen yanlışlığı “doğru, en doğru” diye değerlendirme yoluyla İslam’ın hakiki anlamına yeniden değer kazandırmaya yönelik çabaları karalamaya yönelikti.

İşin siyaset ve siyasi partiler yönü…

Türkiye’de baştan beri sol görünüp ulusalcı reflekslere sahip partiler(2) ile birlikte, sağcı, milliyetçi, kısmen liberal düşüncelere sahip ve salt sol/sosyalist partilerde siyaset sahnesinde yer almıştı.

Sadece “şeriatçı” partiler yoktu. Bu istek, Müslümanca bir hayatı İslam’a uygun hale getirmeyi düşünen, ama parti olayının batıcı retoriğe bağlı olduğu esprisini kavrayamamış saf niyetli Müslümanların düşüncesi idi sonuçta…

O düşünceyi az çok aşmış bulunan Müslümanların ise parti derken, partiden İslamcı bir partiyi anladıklarını, ama bununda hem yürürlükteki kanunlar ve hem de İslam’ın var olan sorunlara yönelik öngördüğü çözün önerilerinin tutması için var olan ve zihinlerde yer tutan anlayışın tümden İslamcılaşmasını kavrayamadıkları gerçeğini görmek gerekiyordu.

Müslüman, var olan engeli aşma azminde olduğu halde, o engeli çeşitli mücbir sebeplerden dolayı aşamadığı takdirde batıcı sistemi tamamen terk etmesi gerekmediği gibi, İslam’dan hareketle oluşturulacak düşünce paralelinde batıcı sistemin faydasına olacak çözüm yollarını da meşrulaştıramazdı.

Aksine azimet baki kalmak şartıyla ruhsatı tercih ederdi.

İşte her ne kadar kurucuları tarafından İslamcı olarak nitelendirilmeyen bazı partiler için uygun görülen İslamcı etiketine bakıldığında Erbakan hoca ve kadrosu tarafından kurulan partilerin hemen hepsine maslahat açısından “İslamcı parti” denilebilirdi.

Gerek o partileri İslamcı olarak görmek isteyen Müslüman kitle ve gerekse de ona karşı çıkan askeri/sivil zevatın yaklaşımı, işin içerisine eylem ve söylem olarak o partiler girince 28 Şubat benzeri darbeler, darbe girişimleri ve muhtıralar sökün etmişti.

Bundan önce, o partilere yakın duran ve işin içerisinde bulunan partili Müslümanların büyük bölümü, gerek kurucu üye, parti teşkilatlarında üye ve yetkili vb. makamları işgal ettikleri gibi, her alanda iyi hizmet alma adına parti kitlesi içerisinde bulundular.

Bunların bir kısmı salt İslamcılık düşüncesi üzerinden politikalar geliştirmek, bir kısmı da, yıllar sonra gelen ve sistem karşısında elde edilen/edilecek olan başarılardan hem şahısları ve hem de toplum ve ülke adına yararlanma düşüncesine sahiptiler.

Hatta, gerek salt İslamcılık adına ve gerekse de “başarı” adına parti dolayımında bulunan insanların büyük bölümü AK Parti iktidarının, yakından başlamak üzere ve çözülmesi gereken konulardan dolayı ümmet adına bir şeyler yapılmasını da arzuluyordu.

Öteden beri dillendirilen ve Erbakan hoca tarafından dile getirilen, ama sistemli müdahalelerden dolayı bir türlü gerçekleşmeyen hadiselerin(Filistin vb.) iyi bir şekilde sonuçlanması arzulanıyordu.

Az ya da çok birçok konu, AK Parti döneminde dış politikanın enstrümanı haline gelmişti.

Sadece, bu konularda zaman içerisinde, o da bazı şeylere güç yettirilememekten kaynaklanan zorluklar, geri durmalar/kalmalar söz konusu oluyordu.

Bir de, riske falan girmeme düşüncesi ile ulusal çıkarlar adına geri adım atmalarda vaki idi. Gerçi, bu tür  geri adımları, daralma söz konusu olduğunda atmayan bir iktidar yoktu. Bu durum sadece AK Parti’ye vs. özgü değildi. Hatta muhalefet bile hasbelkader Batı’ya karşı çıkıldığında Türkiye’nin yerinin Batı kampı olduğu üzerine basa, basa vurgulanır ve iktidarın batıya karşı çıkışların Donkişotluk olarak değerlendirildiği de oluyordu.

Birçok batıcı uygulamanın yüzü AK Parti’ye dönük olsun olmasın Müslüman kitlenin büyük bölümü tarafından kabul edilmediği, istenmediği bilinmektedir.

Buna en iyi örnek AK Partili vekillerinin büyük bölümünün imzaladığı, ama daha sonra Erdoğan tarafından kaldırılan ve yine birçok Müslüman grup ve bazı muhafazakâr partinin(3) kaldırılmasından, iptal edilmesinden rahatsız olduğu İstanbul Sözleşmesi olduğunu düşünüyoruz.

Önce kabul edip imzalama, AB’ne girme arefesinde özgürlükçü bir tavır olarak okunurken, bu kez de yapılacak olan seçimde, “gidebilecek oyları tekrardan alabilme adına bu sözleşme gözden düşürülüyordu.

Bu sözleşme döneminde iktidarda önemli pozisyonda bulunduğu halde daha sonraki süreçte partiden ayrılan zevatın sözleşmeyi sahiplenmesi de kendi bağlamında tutarlık(!) olarak okunabilirdi.

Kısacası,  batı dışı dünyanın umursamazlığı, boş vermişliği  sonucunda “köpeklerin salınıp taşların hareketine izin verilmediği bir vasatta dünyayı ele geçirmiş bulunan batıcı paradigma çerçevesinde olaylara ve olgulara baktığımızda biri biriden farklı tutumlar ve davranışlar görebilirdik.

En başta İslam dünyasında; salt gelenekçi kesim, modernist kesim ile İslam’ı “asrın idrak söyletme” kaygısı taşıyan İslamcı yapıların farklı davranış ve tutumları, bugünde birçok soysal yapıda olduğu üzere siyasal yapıda da varlığını sürdürmektedir.

Sözde Müslümanların maslahatına yönelik üç ayrı tutum ve davranış ile ne kadar yol alabiliriz?

Yok mu, bunun bir vasat noktası?

 

Dipnotlar:

(1)ANAP; Anavatan partisi

(2)Ör. CHP

(3)DEVA ve Gelecek Partisi

 

Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR