Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Cüneyt TORAMAN


Baro-Ayasofya-Yassıada

Yazarımız Av. Cüneyt Toraman'ın, Özgün İrade Dergisi 2020 Temmuz (195.) Sayısında yayımlanan yazısı...


Yazının başlığına bakanlar, Baro, Ayasofya, Yassıada arasında bağlantı kurmaya çalışacak diye tahmin ediyorum. Başlıktaki üç konunun birbirinden bağımsız konular olduğunu ve aralarında bir bağlantı bulunmadığını peşinen söyleyeyim. Birbirinden farklı bu üç konuyu bir arada zikretmemin nedeni, bu konuların “aynı zaman diliminde” Türkiye’nin gündemine gelmesi, tartışma konusu olması. Bunlardan birini tercih etmek yerine, (önemine binaen) üçüne de değinmeyi tercih ettim. Bu konulardan birincisi, Barolarda değişiklik yapılmasını, ikincisi, Ayasofya’nın (tekrar) camiye çevrilmesini, üçüncüsü de 1960 darbe mağdurlarının mağduriyetlerinin giderilmesini kapsıyor. Bu konuların, tarihi, siyasi, askeri, sosyal, birçok yönü olmakla birlikte, bizi, bu konuların “hukuki boyutu” ilgilendiriyor. Sırasıyla bu konuları kısaca değerlendirmeye çalışayım.

Barolar

Henüz meclise sunulan bir kanun teklifi olmasa da, hükümetin, Baroların yapısı ve seçim sisteminde değişiklik yapılması tartışılıyor. Ak Parti’nin üst düzey yetkililerinin (kParti grup başkan vekili Cahit Özkan ve Bülent Turan’ın) muhalefet partilerini ziyaret etmesi, TBB delege seçimi ve aynı ilde birden fazla baronun kurulması konusunda görüşlerini sorması, değişiklik konusunun ciddi olduğunu gösteriyor. Muhalefet partileri, beklendiği gibi, (kanun teklifini dahi görmeye gerek duymadan) değişiklik yapılmasına “karşı olduklarını” açıkladılar. AK Parti, bu konudaki kanun teklifini, önümüzdeki hafta meclise sunacağını açıkladı. Önce, bu konunun nasıl gündeme geldiğini hatırlayalım. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Ramazan ayının ilk cuma günü (24 Nisan), (corona virüsü nedeniyle çok az sayıda cemaatle) Hacı Bayram camiinde kılınan cuma namazında, hutbe okuyor. Hutbede, İslamın zinayı ve eşcinselliği haram kıldığını söylüyor. Ankara Barosu, Diyanet İşleri Başkanının hutbedeki sözlerinden hareketle bildiri yayınlıyor, Ali Erbaş hakkında Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunuyor. Ankara Barosunun bildirisi ve suç duyurusu, toplumda büyük infiale neden oldu. Ankara Başsavcılığı, (halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri aşağılama iddiasıyla) Ankara Barosu hakkında soruşturma başlatıyor. Bazı barolar ve 22 kuruluş, Ankara Barosuna destek açıklaması yapıyor, Ankara Barosuna tepki gösteren çok sayıda STK karşı bildiri yayınlıyor. Bu gelişmeler üzerine hükümet, 2010 yılında rafa kaldırılan değişiklik teklifini yeniden gündemine alıyor. Baroların yapısında ve seçim sisteminde değişiklik konusunun gündeme gelmesini, Diyanet İşleri Başkanının hutbesi tetiklemiş olsa da, bu konu yeni olmayıp, uzun bir geçmişe dayanıyor.

Barolar, sadece avukatların kayıt olduğu meslek kuruluşlarıdır. Yasal dayanağı 1969 yılında yürürlüğe giren Avukatlık Kanunudur. Söz konusu kanun, her ilde bir baro kurulması, bu baroların seçtiği delegelerin, Türkiye Barolar Birliğini oluşturmasını öngörüyor. Anayasal dayanağını da, anayasanın 135. maddesinde düzenlenen, “kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları” oluşturuyor. Türk Tabipler Birliği, Mimarlar Mühendisler Odası, bu nitelikte meslek kuruluşlarındandır. Bu kuruluşlar, ne kamu (devlet) kurumudur, ne de özel (STK) bir kuruluştur. Bunlar, 1961 ve 1982 anayasası vesayet sisteminin bir parçasıdır. Bu anayasalarda, devletin bütün kurumlarına (AYM, MGK, HSYK, YÖK, RTÜK, vs.) vasiler tayin edilmiş, meslek mensupları da, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarıyla zaptu rapt altına alınmıştır. Vesayet sisteminin ağır darbe aldığı 2010 anayasa değişikliği sırasında, “kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları” da gündeme gelmiş, (Anayasa Mahkemesi ve HSYK’da yapılacak değişiklikleri riske etmemek amacıyla) paketten çıkarılıp, ileri bir tarihe ertelenmiştir. Anayasanın 135. maddesi sadece avukatları değil, bütün meslek kuruluşlarını kapsıyor. Ankara Barosunun bildirisiyle, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarından sadece barolar gündeme alınıyor.

Avukatlık Kanununda (mevcut sistemde), Barolarda, çeşitli gruplar seçimlere katılıyor, en fazla oyu alan grup, yönetim, denetim ve disiplin kurulundaki bütün üyelikleri elde ediyor, TBB’nde bu ili temsil edecek bütün delegeleri gönderiyor. Seçim sonuçlarına bakıldığında, bazı barolarda, avukatların %20 sinin oyunu alan grubun, yönetim kurulu, denetim kurulu, disiplin kurulu üyelerinin (o baronun göndereceği TBB delegelerinin) tamamını kazandığı, görülüyor. (Halen) TBB’nin 561 delegesinden 138’ini İstanbul, 57’sini Ankara, 30’unu İzmir Barosu gönderiyor. (2020 verilerine göre, Türkiye’de 130.000 avukat olup, yarısından fazlası üç ilde avukatlık yapmaktadır.) Bu üç baro istedikleri kararı alabiliyor. Barolarda, (seçimi kazanamayan) muhalefetin söz hakkı olmadığı gibi, TBB’nde de söz hakkı bulunmuyor. Bu sistem, Türkiye’de 1946 ve 1950 seçimlerinde uygulanan “çoğunluk” sistemine benziyor, seçimlerde bir oy fazla alan, bütün üyelikleri/delegeleri kazanıyor. Barolardaki seçim sisteminin ve (üç ilin hakim olduğu) TBB yönetim yapısının adil olmadığı açıktır. Halen 48 bin avukatın kayıtlı olduğu İstanbul Barosu’nu 11 kişi (Yönetim kurulu) yönetmeye çalışıyor. On bir kişi, bu kadar avukatın sorunuyla ilgilenmiyor/ilgilenemiyor. Avukatların disiplin soruşturmaları yıllarca uzuyor, sonraki baro disiplin kurullarına devrediliyor. Büyük şehirlerdeki baroların devasa bütçelerine rağmen, “hizmet kalitesi” yerlerde sürünüyor. Aidat zengini İstanbul Barosu, (aidatları azaltmak, hizmet kalitesini artırmak, avukatlara yeni hizmetler sunmak yerine) İstanbul Boğazında sosyal tesis (kafe, restoran) satın alıyor.

TBB ve Barolar, muhalif grupların “adalet” çığlıklarını duymamış, duymazdan gelmiş, bu haksızlığın düzeltilmesi için hiçbir çaba göstermemişlerdir. Büyük bir adaletsizlik ve haksızlık söz konusu olduğu halde, avukatlık yasasında (Baro seçim sisteminde) değişiklik taleplerine de şiddetle karşı çıkmışlardır. AK Parti, (üç ilin ezici hakimiyeti nedeniyle) 65 Baronun oylarını geçersiz hale getiren, sistemin dışına atan delege seçim sisteminin değişmesini, her baronun TBB’ne 3 delege göndermesini, avukat sayısı binden fazla olan Baroların, bin avukat için 1 delege göndermesini, böylece TBB’nin çoğulcu bir yapıya kavuşmasını, Avukat sayısı 5 binden fazla olan illerde, 2 bin avukatın ayrı baro kurmasını, öngörüyor. Barolar, sahip oldukları bu hakimiyeti kaybetmek istemediği için yasada değişiklik yapılmasına karşı çıkıyor. Bu konuyla ilgili davete görüşmeye dahi gitmiyor.

Türkiye’deki kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının yapısı, evrensel hukukun değerleriyle bağdaşmıyor. Herhangi bir meslek mensubu, bir meslek kuruluşuna üye olmaya zorlanamaz. Aksi durum, örgütlenme özgürlüğünün ihlali niteliğindedir. Siyasal Haklar ve Uluslararası Sözleşme’nin 22.maddesi, avukatlık mesleğine ilişkin (Havana Kuralları) “İfade ve Örgütlenme Özgürlüğü’nün 24.maddesi, örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılmasını öngörüyor. Yasa değişikliğine karşı çıkanlar, “aynı ilde birden fazla baro kurulmasının” anayasanın 135.maddesine aykırı olduğun öne sürüyor. Bu konu, (6326 sayılı Turist Rehberliği Meslek Kanununun 8.maddesinin 1.fıkrasındaki “birden fazla meslek birliği kurulabilir” hükmünün iptali istemiyle) Anayasa Mahkemesine intikal etmiş, AYM, 10.01.2013 tarih ve 2012/95 E. sayılı kararıyla, bu talebin reddine karar vermiştir. Anayasa Mahkemesinin böyle bir karar veremeyeceğini bildikleri için bu defa, “birden fazla baronun kaos ve karışıklık yaratacağını” öne sürüyor. 1969 yılından bugüne kadar geçen yarım asırlık tecrübe, bu ülkede kaosu ve karışıklığı kendilerinin yarattığını gösteriyor. 28 Şubat darbe sürecinde başörtü yasağına destek veren, başörtülü avukatlar hakkında disiplin cezaları veren, kendileridir. AİHM’nde devam eden (başörtü yasağı mağduru) Leyla Şahin davasına katılma talebinde bulunan kendileridir. Baroların yayınladığı bildiriler incelendiğinde, bazı baroların, terör eylemlerine destek verdiği görülecektir.

Türkiye’de barolar, hak ve özgürlüklerin yanında değil, statükonun, yasakların yanında yer almışlardır. Bu kanun teklifinin gündeme gelmesine sebebiyet veren de Ankara Barosu ve bu baroya destek veren barolardır. Yapılacak düzenlemenin nasıl sonuçlar vereceğini şimdiden bilmek mümkün olmasa da, TBB ve Baroların sicili, bundan daha kötüsünün olamayacağını göstermektedir. Aynı ilde birden fazla baro faaliyete geçtiğinde, barolar arasında rekabet başlayacak bu da avukatların mesleki yaşam kalitesini artıracaktır. Baroların yapısında ve seçim sisteminde değişiklik yapılması önemli olmakla birlikte, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları sadece barolardan ibaret değil. Baroların dışında, çok sayıda meslek kuruluşu bulunuyor, bunların tamamını kapsayan bir değişiklik yapılması gerekiyor. Hiç kuşkusuz, sorunu kökünden çözmenin yolu, (bu vesayet kuruluşlarının anayasal dayanağını teşkil eden) anayasanın 135.maddesini kaldırmaktan geçiyor.

Ayasofya

Gündemdeki konulardan biri de, 1934 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla müzeye çevrilen Ayasofya’nın müze olmaktan çıkarılıp yeniden camiye çevrilmesi. Tarihçilerimiz, Ayasofya’yı müze haline getiren 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararındaki Cumhurbaşkanı’na ait imzanın sahte olduğunu söylüyor. Buna gerekçe olarak, (bu karardan 2 gün önceki) 22 Kasım 1934 tarihli bakanlar kurulunda imzanın “gazi mustafa kemal” olarak atıldığını, 2 günde imzanın değişmeyeceğini söylüyor. Buna ilaveten, kararın alındığı bakanlar kurulunun toplantı tarihinde, soyadı kanununun yürürlüğe girmediğini, (İsviçre’den alınarak düzenlenen, her Türk vatandaşına soyadı taşıma yükümlülüğü getiren 2525 sayılı Soyadı Kanununun, 21 Haziran 1934 tarihinde kabul edildiğini, 2 Temmuz 1934 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanıp, 2 Ocak 1935′te yürürlüğe girdiğini), Mustafa Kemal Paşa’nın, soyadı kanunu yürürlüğe girmeden önce Atatürk soyadını kullanmasının imkansız olduğunu söylüyor. Ayasofya’nın camiye çevrilmesinin (salt) hukuki bir konudan ibaret olmadığını, uluslararası ve siyasi boyutunun hukuki boyutunun çok önünde olduğunu belirtmem gerekiyor. Batının baskısı olmasaydı, bu konu, bugüne kadar çoktan çözülmüş olurdu.

Konunun, tarihi boyutunu, uluslararası boyutunu, siyasi boyutunu uzmanlarına bırakarak, hukuki durumunu değerlendirelim. Ayasofya’nın camiye çevrilmesi konusunda, iki konu üzerinde durulması gerekiyor. Bunlardan birincisi, 22 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının değiştirilip değiştirilemeyeceği, daha açık bir deyimle bu kararın kaldırılıp kaldırılamayacağıdır. Hukukta temel bir kural vardır. Herhangi bir konuda yetkili olan kurum, değişiklik yapmaya da yetkilidir. Hiç kimse, 1934 yılında, Ayasofya camiini müzeye çeviren Bakanlar Kurulunun yetkisini tartışmıyor. Bu Bakanlar Kurulu, camiyi müzeye çevirmeye yetkili ise, başka bir bakanlar kurulu da, müzeyi camiye çevirebilir demektir. Bu açıdan bakıldığında, Bakanlar Kurulu toplanır, Ayasofya müzesinin camiye (aslına) döndürülmesine karar verir, (bakanlar kurulu kararıyla, eski bakanlar kurulu kararı iptal olur) olay biter. Doğru olan ve yapılması gereken de budur. Ayasofya’nın camiye çevrilmesi, bireylerin hak ve özgürlüklerini, kamu düzenini, ilgilendirmediğinden, Bakanlar Kurulunun alacağı bu karar herhangi bir kişinin mağduriyetine de sebebiyet vermeyeceğinden, bu konu ne Anayasa Mahkemesini, ne de Danıştay’ı ilgilendirir. Hükümetin, Bakanlar Kurulu kararındaki imzanın sıhhatine yönelik bir yargılamanın sonucunu beklemesi anlamsızdır.

Üzerinde durulması gereken ikinci konu, Ayasofya’nın mülkiyetine ve yönetimine ilişkin durumudur. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiğinde, (fethin nişanesi olarak) Ayasofya kilisesini camiye çevirmiştir. (Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’daki diğer kilise ve havraları camiye çevirmemiş, farklı dine mensup olanların ibadetlerine yasaklama getirmemiştir. Ayasofya, fethin sembolü olarak camiye çevrilmiştir.) Fatih Sultan Mehmed, Ayasofya’yı camiye çevirmekle yetinmemiş, bu cami için vakıf kurmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı devletindeki vakıf kurumunu inkar etmemiş, (Osmanlı devletinden intikal eden 41.550 vakfın tümün) sahip çıkmıştır. Osmanlı döneminde, Şer’iyye ve Evkaf Nezarete (Bakanlığı) olarak faaliyet gösteren bu kurum, Cumhuriyet döneminde, Vakıflar Genel Müdürlüğü olarak faaliyet göstermektedir. Vakıflar Genel Müdürlüğünün görevi, vakıfları, vakfiyedeki (vakıf senedindeki) amaçlarına uygun olarak faaliyette bulunmasını temin etmektir.

Osmanlı devletinden intikal eden vakıfların içinde, Fatih Sultan Mehmed’in kurduğu Ayasofya vakfı da bulunmaktadır. Derin Tarih Dergisi (2015, Ağustos sayısı) Ayasofya camiinin tapusunu yayınlamış olup, tapuda, sahibi: “Ebul Feth Fatih Sultan Mehmed Vakfı” yazmaktadır. Ayasofya, vakfa ait ise, vakıf senedindeki amaçlara uygun olarak yönetilmesi gerekmektedir. Fatih Sultan Mehmed Vakfiyede, “Allah’ın yarattıklarından Allah’a ve O’nun rüyetine iman eden, ahirete ve onun heybetine inanan hiçbir kimse için, sultan olsun melik olsun, vezir olsun bey olsun, şevket ve kudret sahibi biri olsun hâkim veya mütegallib (zâlim ve diktatör) olsun, özellikle zâlim ve diktatör idareciler tarafından tayin olunan, fâsid bir tahakküm ve bâtıl bir nezâret ile vakıflara nâzır ve mütevelli olanlar olsun ve kısaca insanlardan hiçbir kimse için, bu vakıfları eksiltmek, bozmak, değiştirmek, tağyir ve tebdil eylemek, vakfı ihmal edip kendi haline bırakmak ve fonksiyonlarını ortadan kaldırmak asla helal değildir!” diyor. Vakfiyenin sonunda, “bozana, değiştirene, tağyir ve tebdil edene” beddua ediyor. Bu vakfın yönetimi, sevk ve idaresi, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait iken, Ayasofya’yı müze haline getiren Bakanlar Kurulu kararının iptali için bir derneğin bu konuda mücadele etmesi, Danıştay’da dava açması ilginç bir durumdur. Cumhurbaşkanımız, (1934 tarihli bakanlar kurulu kararını yürürlükten kaldıran) “yeni bir Bakanlar Kurulu kararı” yerine, “Danıştay’daki davanın sonucunu bekleyeceğini” açıkladı. 2 Temmuz 2020’de görülecek davada, Danıştay’ın karar vermesi bekleniyor. Şöyle veya böyle, İstanbul’u fetheden büyük komutanın kemiklerini sızlatan 80 yıllık uygulama yakında sona erecek gibi görünüyor. Danıştay’ın (muhtemel bir) iptal kararı, sadece Ayasofya’nın camiye çevrilmesini değil, çok daha derin anlamlar ifade edecek.

Yassıada:

Gündemdeki konulardan biri de, 1960 darbe mağdurlarının mağduriyetlerinin giderilmesine yönelik kanun teklifidir. TBMM Başkanı ve Tekirdağ Milletvekili Mustafa Şentop ile AK Parti ve MHP milletvekilleri, 10 Haziran 2020 tarihinde meclise, “1924 Tarih ve 491 Sayılı Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun Bazı Hükümlerinin Kaldırılması ve Bazı Hükümlerinin Değiştirilmesi Hakkında Geçici Kanunun Bazı Maddelerinin Yürürlükten Kaldırılması ve Neden Olunan Mağduriyetlerin Giderilmesi Hakkında Kanun Teklifi” sundu. Kanun teklifi, kısa sürede meclis komisyonlarından geçerek genel kurula intikal etti, 23 Haziran 2020 tarihli genel kurulda oybirliğiyle kabul edilerek (7248 kanun numarasıyla) yasalaştı.

Bazı hukukçular, “1960 darbesini gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi’nin (kendisini yasama organı yerine koymak suretiyle) çıkardığı bu kanunun, 1924 anayasasının yürürlükten kaldırılmasıyla hükümsüz hale geldiğini” (Kemal Gözler, web sitesi) öne sürse de, kanunlar yasama organı tarafından (usulüne uygun olarak) kaldırılmadığı sürece yürürlükte kalmaya devam eder. 1960 darbesini gerçekleştiren cuntanın kurduğu, Yüksek Adalet Divanının “geçici bir mahkeme” olması, darbe yargılamasından sonra görevinin sona ermesi, bu kanunun iptal edildiği anlamına gelmiyor. Türkiye’de, u kanun gibi, belli bir dönemi kapsayan (geçici), (pişmanlık yasaları, bedelli askerlik yasaları, ceza indirimi ve af yasaları gibi) böyle pek çok kanun var. Bu kanunlara ilişkin uygulamaların sona ermesi, bu kanunları kendiliğinden yürürlükten kaldırmıyor. (491 Kanun numaralı) 1924 Anayasası da, (334 Kanun numaralı) 1961 Anayasası da, (hukuki anlamda) kanundur. 1924 Anayasasının yürürlükten kaldırılması, sadece yürürlükten kaldırılan 1924 anayasasını kapsar. 1 Sayılı kanun, sadece anayasa değişikliğini değil, yeni düzenlemeler de içeriyor. Bu (anlamsız) tartışmayı bir kenara bırakarak, bu kanunun bugün ne anlam ifade ettiğine bakalım.

Türkiye, darbelerden en çok mağdur olan ülkelerden biridir. Küresel güçlerin ve bu güçlerin ülke içindeki taşeronları eliyle, defalarca darbelere maruz kalmış, yer altı ve yer üstü zenginlikleri yağmalanmış, üretim yapması engellenerek onlarca yıl yoksulluğa mahkum edilmiştir. Türkiye’nin, bağımsızlığının ve yoksulluğunun önündeki en büyük engel olan darbelerle hesaplaşması son derece önemlidir. 1960 darbesini gerçekleştiren cuntanın (çetenin) kurduğu mahkemenin meşruiyetinin ortadan kaldıran, bu darbenin mağduriyetlerini gidermeye çalışan kanun, Türkiye’nin bu tür müdahalelere izin vermeyeceğini gösteriyor. 1960, 1980, 28 Şubat darbeleri, milyonlarca kişiyi mağdur etse de, zaman aralığı en uzun (1995-2002), mağduru en fazla (24 milyon kişi) olan darbe, 28 Şubat darbesidir. Yaraları en taze ve kanamaya devam eden bir darbedir. Esasen, hükümetin 1960 darbe mağdurlarının mağduriyetlerini gidermek için çıkardığı bu kanun, (hukuk devletinin eşitlik ilkesine göre) 12 Eylül ve 28 Şubat darbe mağdurları için de taahhüt niteliğindedir. Bu darbelerin mağdurları, kendileri için de böyle bir kanun çıkarılmasını bekliyor.

TBMM tarafından “oybirliğiyle” kabul edilen, resmi gazetede yayınlanmasını takiben yürürlüğe girecek olan 7248 sayılı Kanun, 3 maddeden ve 1 geçici maddeden oluşuyor. Birinci madde, 1960 darbesini gerçekleştiren cuntanın (Milli Birlik Komitesi’nin) 1924 Anayasasının bazı maddelerinde değişiklik yapılmasını öngören, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar ile milletvekillerini yargılamak üzere kurulan Yüksek Adalet Divanının dayanağı olan, 12/06/1960 tarih ve 1 sayılı kanunun 6.maddesini (27 Mayıs 1960 tarihi itibariyle, “geçmişe yürürlü olarak”/ex tunc) yürürlükten kaldırıyor. Kanunun 2.maddesi, kanunun 1.maddesinin 27 Mayıs 1960 tarihinde, diğer maddelerinin yayımı tarihinde yürürlüğe gireceği, üçüncü maddesi, Bu kanun hükümlerini Cumhurbaşkanı tarafından yürütüleceği” şeklindedir. Kanunun geçici maddesi, darbe mağdurlarının, zararlarının tazmini için, komisyon kurulmasını, kanunun resmi gazetede yayınlandığı tarihten itibaren 3 ay içinde kurulacak komisyona başvurmasını düzenliyor.

1960 darbe mağdurlarının mağduriyetlerini gidermeye yönelik bu kanun, devletin, darbeyi gerçekleştiren güçleri karşısına alması, darbe mağdurlarına sahip çıkması açısından önem taşıyor. Devlet, darbeler arasında bir ayrım yapamayacağına göre, bu darbeyi takip eden diğer darbe mağdurları için de “benzeri kanun/kanunlar” çıkarılacak demektir. Bu düzenlemeyi çok olumlu bulmakla birlikte, kanun teklifinin hazırlanma aşamasında bazı hataların yapıldığını belirtmem gerekiyor.

Birinci eksiklik, değişiklik yapılmak istenen metnin hukuki nitelemeden kaynaklanıyor. Kanun teklifi; “1961 Anayasasının geçici 4.maddesinde, “27 Mayıs 1960 tarihinden, 6 Ocak 1961 tarihine kadar çıkarılan kanunlar, Türkiye Cumhuriyetinin diğer kanunlarının değiştirilmesi ve kaldırılmasında uygulanan kurallara göre değiştirilebilir veya kaldırılabilir” hükmüne istinaden, 1 sayılı kanunun yürürlükte olduğu ön kabulüne dayanıyor. Böyle bir kabul, hukukun evrensel değerleriyle bağdaşmıyor. Cuntanın, 1961 Anayasasına eklettikleri bu hüküm (geçici 4.madde), bu dönemde yayınlattıkları metinleri “kanun” haline getirmez. Bir kanunun meşruiyeti, (siyasi ve hukuki açıdan) meşru bir organ tarafından hazırlanmasına bağlıdır. MBK’nin, ne siyasi ne hukuki hiçbir meşruiyeti yoktur. Bu durum, kanun teklifindeki gerekçelerde de ifade edilmektedir. Bir metnin meşruiyeti tartışma konusuysa, önce bu metnin hukuki niteliğini tayin etmek gerekir. Tartışılması gereken husus, “butlan” ile “yokluk”tur. İki kavram arasında, esaslı bir nicelik farkı vardır. Butlan, bir işlemin (iptali istenmediği ve iptal edilinceye kadar) geçerli olduğunu, yokluk ise, bir işlemin, başından itibaren hükümsüz olduğunu, hiçbir zaman geçerlilik kazanamayacağını ifade eder. Bu açıdan bakıldığında, cuntanın yayınladığı metinler (adı kanun da olsa) “yoklukla” maluldur, başından itibaren geçersizdir. Mahkeme katiplerinin imzaladığı bir mahkeme kararı, diplomasının sahte olduğu ortaya çıkan bir kamu görevlisinin yaptığı işlemler, “yokluk” durumuna örnektir. Bu işlemler, başından itibaren geçersizdir, (ex tunc) yok hükmündedir. Bu açıdan bakıldığında, 12/06/1960 tarihinde resmi gazetede yayınlanan 1 sayılı kanun (daha sonra bu kanunda yapılan değişiklikler) “yok” hükmündedir. Yok hükmünde olan bir metni geçersiz hale getirmenin yolu, yasa değişikliği prosedürünü uygulamak değil, yasama organının (TBMM) toplayıp, “bu metnin yok hükmünde olduğunu” açıklamak, karar altına almaktan ibarettir.

İkinci eksiklik, kanun değişikliğinin, “1 sayılı kanunun 6.maddesi” ile sınırlı olmasıdır. Kanun teklifinde, 1960 darbesini gerçekleştiren cuntanın, siyasi ve hukuki hiçbir meşruiyetinin olmadığı kabul edilirken, bu cuntanın, 27 Mayıs 1960 tarihinden 1961 anayasasının yürürlüğe girdiği tarihe kadar yayınladığı metinleri geçerli kabul etmesi önemli bir çelişkidir. Eğer, 1960 darbesini gerçekleştiren cunta, yargılama kisvesi altında cinayet işlemişler ise; sadece 1 sayılı kanunun 6.maddesini değil, bunların, -yönetime el koyduğu tarihten seçimlerin yapıldığı tarihe kadar- yayınladıkları bütün kanunları, bütün işlemlerin, geçersiz sayılması gerekirdi. Tamamı dış destekli (taşeron) darbeci çetelerin mevzuatımıza sokmuş olduğu bütün düzenlemeler, mevzuatımızdan ayıklanmalı bundan sonra darbe yapmayı planlayanlar, darbe sürecinde yapacakları işlemlerin yoklukla malul olacağını, hiçbir geçerliliğinin olamayacağını, yapacakları hukuksuzlukların hesabının sorulacağını bilmeliler.

Üçüncü eksiklik, darbelerin açtığı yaraların sarılmasına, en eski tarihli olandan (ilk darbeden) başlanmasıdır. Ak Parti ve MHP milletvekillerinin Meclise sunduğu kanun teklifini son derece değerli ve son derece önemli buluyorum. Ancak, kanun teklifinin, 1960 darbesini gerçekleştiren cuntanın Resmi Gazetede yayınlattığı metnin bir maddesiyle, 1960 darbesinin mağdurlarıyla sınırlı tutulmasını eksik buluyorum. Türkiye, darbelerden en çok mağdur olan ülkelerden biridir. 1960, 1980, 28 Şubat darbeleri, 15 Temmuz darbe teşebbüsü, milyonlarca kişiyi mağdur etmiştir. Sadece 28 Şubat darbesi, (1995’ten 2002 yılına kadar) 24 milyon kişi mağdur üretmiştir. Darbelerin yaraları sarılacaksa, buna, faillerin ve mağdurların büyük çoğunluğunun hayatta olmadığı “ilk darbeden” değil, faillerin ve mağdurların hayatta olduğu, acıların taze olduğu en son tarihli darbeden başlatılması gerekir. Bununla birlikte, diğer darbe mağdurlarına yönelik kapsamlı bir düzenlemeyle bu eksiklik giderilebilir. Toplumun beklentisi de bu yöndedir.

Sonuç:

Yazımın başında, (yazının başlığındaki) üç konu arasında bağlantı olmadığını, bu konuların “aynı zaman diliminde” gündeme gelmesi, tartışma konusu olması nedeniyle böyle bir başlık kullandığımı belirtmiştim. Bu açıklamaya bir ilave yapmam gerekiyor. Başlıktaki üç konu birbirinden bağımsız olsa da, bize “eski Türkiye’nin” hediyesidir. Biri (Ayasofya) tek parti döneminin, diğer ikisi (Yassıada yargılamaları, Barolar) demokrasiye geçtikten sonraki dönemin eseridir. Yassıada yargılamaları, 1960 darbesini gerçekleştiren cuntanın (çetenin) (MBK’nin) kendisini yasama organı yerine koyarak kaleme aldığı ve resmi gazetede yayınlattığı paçavralardan oluşuyor. Diğeri, 1961 Anayasasının vesayet sistemini tahkim amacıyla çıkardığı, meslek kuruluşları vesayetinden kaynaklanıyor. Bu üç konunun hallolduğunda sorunlarımız çözülmüş olacak mı? Tabii ki çözülmüş olmayacak. 1960 darbe mağdurlarının 2020 yılında gündeme geldiği dikkate alındığında, yolumuzun çok uzun olduğunu söyleyebiliriz. Geçmişte yaşanan mağduriyetlerin giderilmesi, bu yönde adımlar atılması, eski Türkiye’nin izlerinin silinmesi, halkı memnun ediyor, umudunu yeşertiyor. Bu girişimleri takdir etmekle birlikte, geçmişte yaşanan bu mağduriyetlerin ileride tekrar yaşanmaması için kalıcı çözümler üretilmesinin, tedbirler alınmasının, daha da önemli olduğuna bir kez daha dikkat çekiyorum.

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR