“Üç derdim var birbirinden seçilmez. Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm” demiş Karacaoğlan. Bazen yokluk bazen yoksulluk bırakmaz yakamızı, en çok da ayrılık… Hayat, tekdüze bir çizgide gitmiyor her zaman. Sevinçler, hüzünler ve ayrılıklar bizimle yaşamaya devam ediyor. Ancak ayrılık hayatımızın en can acıtan yanıdır. Yaşamımızın doğal akışını hep bir ayrılığın uçurumu kesmiştir. Her mutluluğu bekleyen bir ayrılık olmasa da bir yolunu bulup onu karşılamayı ihmal etmiyor. Bu sebeple hayat gibi her mutluluk da yarım kalır bu garip dünyada.
Aslında her hayat önce bir ayrılıkla başlar. İlk ayrılık serüvenimiz toprağın bağrından kopmamızdır. Toprağın acısına aldırmadan yaşam yolunda ilerliyoruz. Belki de toprağın yarasına aldırmadığımız için ayrılıkların ardı arkası kesilmez oluyor hayatımızda. İkinci firkati anne yüreğinden ayrı düşmekle yaşıyoruz. Lakin anne kalbini de acısını da hissetmeden, hep kendi ayrılığımızın ağıtını yakıyoruz. Ayrılıkların yaşamımızın en büyük kısmını teşkil ettiğini anlamadan bir hengameye girmiş oluyoruz. Dahası birçok ayrılık acısıyla baş etmeye çabalarken, yaşamın son perdesini kapatan yine bir ayrılık oluyor. İnsanoğlunun yaşadığı kısacık bir hayata kaç ayrılık sığdırabildiğini kim bilebilir? Bunu öğrenmenin bir yolu var mıdır bilemiyorum. Bildiğim, her acının bir izini yüreğimizde taşımış olsak da bir diğeri alnımızda ince bir çizgi olarak kalmaya devam ediyor.
Nasıl her insanın ayrılık hikayeleri farklıysa, mevsimlerin de öyle. İlkbaharda ayrılık vuslata açılan bir kapı olur çoğu kez. Oysa yaz mevsiminde ayrılık, buz tutar yüreklerde. Hiçbir güneşin eritemediği, yumuşatamadığı bir buz kütlesidir. Hicran sonbahar hüznüyle düşer toprağın bağrına. Hüzün, bu mevsimde yüzünü göstermeye başlar tabiatın her yerinde. Sararan yapraklar son zikre durmuşken hafif bir meltem ile düşer ayrılığın kalbine. Ayrılığı en yalın haliyle ancak bir günbatımında görebilirsin veya karanlık bir kış gecesinde. Öyle uzun bir gece ki sabahı var mıdır bilenmez. Tan yeri ağarsın diye geceyi kanatırsın tırnaklarınla, yara bere içinde bırakırsın geceyi. Bir yürek yangını sarmışken bedenini, davudi bir ses duyarsın ölü şehrin dehlizlerinde.
“Ayrılık bize zülüm getirir.”
Ayrılık, her zaman zülüm değil elbette, çoğu kez bir kavuşmanın, bir vuslatın yolunu açmıştır. Birçok hasreti dindiren ve hicranı bitiren de yine bir firak olmuştur. Zorunlu bir hicret veya göçün büyük bir vuslatın başlangıcı olduğunu da görüyoruz. Bir gece yarısı Mekke’nin sokaklarından Sevr dağına doğru yol alan iki yolcunun yüreğini de ayrılık acısı sarmıştı. Lakin Medine için en büyük vuslat bu zorunlu yolculukla doğmuştu.
Yine de ayrılık zihnimizde iyi bir yer edinememiştir. Çünkü her acının, kaybetmenin ve terkedilişin müsebbibi bir ayrılık olmuştur. Nice ağıtlar yakılmış bu acılara, türküler söylenmiş, şiirler yazılmış… Öylesine derin bir duygu ile dile gelmiş ki bu sözler, her dinleyene yeniden yaşatıyor bu acıları, bize ait olmasa bile. Acısıyla yüzleşmek öyle kolay olmasa da ayrılığı yakalamak ise imkânsız. Zaman zaman hangimizin dilinden şu cümle düşmemiştir, “Ayrılığa ulaşabilseydik, ona kendi acısını tattırırdık.” diye.
“Aşan bilir karlı dağın başını, çeken bilir ayrılığın derdini” demiş ozan. Bir kez ayrılık uğramışsa yamacına, hayat ağırlaşır, düşünceler esir alır zihnini. Artık kırık dökük bir yürek taşıyacak bedenini. Firak yaşamın sırtında bir kamburdur bu zamanlarda. Hayatın gölgesine sığındığın vakit ayrılık bir kamçı gibi sallanıp durur. Her fırsatta bir gidenin ardına düşer. Ayrılığa yakalanmak bazen kavuşmaktır, belki de beklenen vuslat bir ayrılığa boyun eğmektir. Derviş ne güzel demiş, “Bu dünyadan gider olduk, kalanlara selam olsun” Her ayrılığın ardında bir esenlik dileyebilmek. Belki de her ayrılık acısına iyi gelecek tek ilaç giderken “Kalanlara selam olsun” diyebilmektir.