Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Şakir KURTULMUŞ


Ayhan Öz: Benliğe tutunmayan hiçbir inanç, değer ya da bilgi gerçek mülkiyet doğurmuyor

Yazar ve şair Şakir Kurtulmuş, Ayhan Öz ile kitabı ‘Din Eğitimi ve Birey Oluşun İmkanı’ çerçevesinde günümüzdeki din eğitiminin sorunları üzerine dikkatle okunması gereken önemli bir söyleşi gerçekleştirdi.


Hocam akademik bir çalışma olarak ortaya koyduğunuz bu önemli eserin hazırlık dönemini konuşalım önce. Nasıl çıktı bu konu üzerinde çalışma düşüncesi?

Ben, on yılı Milli Eğitim Bakanlığında Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenliği ve idarecilik, yedi yılı da akademide öğretim üyeliği olmak üzere on yedi yıldır eğitimin içindeyim. İşin hem pratiğini hem de teorisini görme imkanım oldu. Özellikle öğretmenlik hayatım boyunca yaşadığım zorluklar akademide neyin üzerine eğilmem gerektiği noktasında bana yol gösterdi. Nihayetinde geldiğim nokta itibariyle özellikle din eğitimi süreçlerinde muhatabı tam olarak tanıyamamanın hem bu işi profesyonelce yapan eğitimcilerin hem de çocukların ilk ve tabii mürebbisi olan ebeveynlerin temel sorunu, ana açmazı olduğunu fark ettim. Örneğin çocuğa dini öğretmeye çalışıyoruz ama çocukluk döneminin gelişim özelliklerini ve çocuğun gelişim görevlerini tam olarak bilmiyoruz. Hakeza ergenle muhatap oluyoruz, onlara mükellef olmanın gereklerini öğretmeye ve dinî bilinç kazandırmaya çalışıyoruz ama ergeni tam olarak çözümleyemediğimiz, onun hassasiyetlerini bilmediğimiz ya da dikkate almadığımız için tabiri caizse bir sürü çam deviriyoruz.

Dolayısıyla yapacağım akademik çalışmada tespit ettiğim bu temel sorunun üzerine gitmeye karar verdim. Öncelikle “çocukluk dönemi ve din eğitimi” daha sonra “ergenlik dönemi ve din eğitimi” en son ise “yetişkinlik dönemi ve din eğitimi” başlıklarını taşıyan ve tüm gelişim dönemlerini kapsayan üç kitaplık bir set hazırlamaya karar verdim ve kaynak toplayarak okumalarımı yapmaya başladım. Epey bir kitap karıştırdıktan sonra meseleyi tam anlamıyla sağlam bir zemine oturtamadığımı fark ettim. Bunun sebebinin ne olduğunu düşünürken karşımızdakini tanımanın ötesinde, daha derinlerde, gelişim dönemleri üzerinden yapmayı planladığım çalışmayı da temellendirecek daha temel bir meselenin karşımızda durmakta olduğunu gördüm.

Bu mesele karşımızdakinden çok kendimizle ilgiliydi ve karşımızdakini tanımadan önce kendimizi tanımamız, kendimizi bilmemiz gerekiyordu. Benlik bilincini kuşanan bir eğitimci olarak öğrencilerin karşısına çıkmak ve onlara da kendilerini tanımalarının ve bilmelerinin önemini fark ettirmek gerekiyordu. Onlara karşı vazifemizi “had bildirmek” değil “had buldurmak” şeklinde ifade edebiliriz. Bizim; kendini, değerini, imkanlarını aynı zamanda da sınırlarını bilen bir nesle ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim. Zira beni bilen beni kullanabilir, aldatabilir; ancak ben kendimi bilirsem onun beni aldatması zorlaşır. Tabii en ideali benim kendimi, beni bilenin de kendisini bilmesidir ki bu durumda ne aldatmadan ne de aldanmadan bahsedilebilir. Neticede kendini bilmenin muhatabı bilmeyi öncelemesi gereken bir mesel olduğunu ve bunun dinî, ahlaki ve toplumsal birçok soruna kaynaklık ettiğini fark edişim beni böyle bir çalışmaya sevk etti.

Birey oluş ve bireyci oluş arasında nasıl bir fark var?

Genel kanıya bakıldığından “birey” bizde olumsuzlanan bir kavram olarak karşımıza çıkıyor aslında. Fakat bireyi kaybettiğimizde bunun bize ne tür bedeller ödeteceğini, hatta ödettiğini iyi hesaba katmak gerekiyor. Toplumsal yaşamın dinamizminin merkezinde yer alan birey kavramının özellikle Doğu toplumlarında olumsuzlanması, kolektif tutum ve davranışların çoğu yerde sorgusuz sualsiz kabulü bu toplumlarda Topçu’nun deyimiyle “uysallık” doğurmuştur. Birey olmak ve kendini bilmekte gösterilen zafiyet, bizi bizden daha iyi tanıyanlar tarafından insafsızca ve fütursuzca kullanılmıştır/kullanılmaktadır.

Meseleye “birey oluşu”, ona olumsuz anlam yüklemesi yapmamıza sebep olan “bireyci oluş” kavramından ayırt etmekle başlayabiliriz. Bireyci olmak hazcı, hedonist, pragmatist, hodbin, kösnüllüğe meyilli, toplumla ve toplumsal olanla problemli bir insan tipolojisini çağrıştıran bir kavramsallaştırmadır. Batılıların hepsi böyle olmamakla birlikte bu tiplemenin ağırlıklı olarak Batı düşüncesinin ürünü olduğu söylenebilir. Batı bireyin önemini fark etmiş ama aynı zamanda onu bireyciliğin sınırlarına da mahkum etmiştir. Bireyci oluş maddi olana, bedeni zevk ve dürtülere ağırlık verme, kendini metafizik alanın kayıtlarında tamamen ya da büyük ölçüde soyutlama anlamını da içermektedir.

Halbuki birey oluş, insan olmanın sorumluluğunu üstlenen, onu insan yapan temel fıtrî yetilerini kullanmaktan ve onları kemale doğru taşımaktan ödün vermeyen, toplumsal yaşamı ve uyumu önemseyen ancak toplumdan ya da çevreden kendine gelen talep ve uyaranları insan olma onuru ve fıtrî özellikleri üzerinden değerlendirme gereği duyan ve bu yönüyle de topluma hareket ve dinamizm kazandıran bir insan modeline göndermede bulunur. Birey oluş, bireyciliğin ve toplumculuğun dar kalıplarından bizi kurtaracak orta yolun adıdır.

Meseleyi şöyle resmetmek mümkün: Katı toplumcular gelenek üzerine oturur ve onun konforunu yaşar; bireyciler toplumu düşman olarak görür ve toplumsal uyum süreçlerini zora sokar; birey ise geleneği omuzlar ve hem kendini hem de toplumu kemale doğru taşır. Birey olmayı başaran kişi, hem bedeni zevkler hem toplumun talepleri hem de maddenin vakumu tarafından yutulmaktan kendini korumayı başaran insan olarak tanımlanabilir.

Niye şahsiyeti değil de birey oluş kavramını tercih ettiniz. Şahsiyeti kullansaydınız bu olumsuz algının önüne geçmek daha kolay olmaz mıydı?

Aslında bu konuda ben de gelgitler yaşadım. Şahsiyet daha bize ait ve meramı ifade etmede daha kullanışlı bir kavram gibi duruyor aslında. Ancak daha sonra şunu fark ettim ki “şahıs” kelimesinden türetilen ve aslında birey oluşa güçlü bir referans taşıyan bu kavramın anlamını toplumsal kabul gören tutum ve davranışlara indirgemişiz. Açıkçası çalışmayı “Müslüman şahsiyet sahibidir” türünden bir retoriğe kurban etmekten korktum. Çünkü bu tür bir söyleme karşı toplum artık duyarsız. Öylesine söylenen bir ifadeye dönüşmüş gibi görünüyor. Ben aklı boşandırma kabiliyeti daha yüksek olduğunu düşündüğüm için “birey oluş” kavramını tercih ettim. Bu kavramla konuya dair toplumsal farkındalığı arttırmanın daha mümkün olduğunu düşünüyorum.

Kendi olmayı başaramayan, kendi eylem sorumluluğunu üstlenemeyen kişinin, aşkın olana erişmesi, birey oluşun imkanına kavuşabilmesi için nasıl davranması, ne yapması gerekir?

Nebevi öğretide bunun cevabı var aslında: Kendini bilen Rabbini de bilir. Bütün süreçler kendine dair farkındalıkla başlıyor. Önce kendimizi fark edeceğiz sonra da onu şuur düzeyine çıkarmaya çalışacağız.  Önce varlık içinde ben neyim, nerede duruyorum sorusunu sormakla işe başlanabilir. Önce kendimizi metodik olarak varlıktan ayrıştırmalı, bizdeki beni bulmalıyız. Beni bulup onun derinlerine 

doğru indikçe, onu şuurumuzla buluşturdukça da bendeki bizi, bizi insan yapan asli kabiliyetleri bulmak mümkün hale gelecek. Birey olmak kendini bütünlemek anlamına geliyor aslında. Asli yetilerini harekete geçirmeden kendini bütünleme imkanına da sahip değiliz. Bu yetilerin içinde ne merkezi olanlardan biri de inanabilme kabiliyeti, insanın ruhi ihtiyaçları. Jung bunu bilinçdışı kavramıyla ifade ediyor. Biz ise ona fıtrat diyoruz. Batılılar benliği ağırlıklı olarak rasyonel akla konu kıldılar ve akıl temelli bu benliğin bilgisine “benlik bilinci” adını verdiler. O sebeple Descartes “Düşüyorum o halde varım” diyerek benliğinin ontolojik bilgisini rasyonel düşünce üzerine oturttu.

Halbuki benlik ve onunla ilişkili fıtrî yetiler bilinci gerektiren ancak onun sınırlarını aşan bir muhtevaya sahip. Aklın ve gönlün birlikteliğini gerekli kılan bu durumu biz kanaatimce en güzel “benlik şuuru” kavramıyla karşılayabiliriz. Benlik şuurunu kuşanan kişi beni bulduğunda onun ötesine geçme yani benliği aşma ihtiyacı duyar ki bu onu “Mutlak Ben” ya da “En Yetkin Ben” diye ifade edebileceğimiz Aşkın Varlık’a ulaştırır. Jung Tanrı’yı bilinçdışı alanın en önemli arketiplerinden biri olarak kabul eder. Maslow kendini gerçekleştiren insanların kendini aşma ihtiyacı duyacağını söyler ve bu kişilerin dini tecrübeleri de içeren doruk deneyimler yaşadıklarından bahseder. Velhasıl benliğin bilgisi bizi, en kestirme ve en sağlam yoldan aşkın alana taşır. Benlik şuurunu sahip bir bireyin inancında daha samimi, bilgisinin ve inancının eyleme dönüşme kabiliyetinin daha yüksek olacağını söyleyebiliriz.

Kitapta önemle vurguladığınız gibi, İslam geleneğinde kendine yönelmek müslümanın temel görevleri arasında kabul edilir. Buradan yola çıkarak,  birey olmak, nefsi bilmek, kendine dönmek, kendini bilmek konusunda nasıl bir sorumluluk yüklenmiş bize?

Kur’an’da Rum suresi 30. ayette açıkça fıtrata dönüşü emrediliyor. Ben onu fıtrî benliğe dönüş olarak alıyorum. Fıtri benliği de bendeki biz, benliğin en merkezinde yer alan benlik katmanı olarak görüyorum. Fıtratı da insan olmanın eşiği olarak tanımlıyorum. İnsanlık ne zaman insan olma eşiğini aşsa, yolunu ve yönünü kaybetse gönderilen peygamberler aracılığıyla fıtrata dönüş emrine muhatap kılınmıştır. Bu yönüyle fıtrat, insanın değişmez kıblesidir. İnsan namazda kıbleyi bilmiyorsa farklı yönlere dönebilir ama hiçbir zaman kendine dönme sorumluluğundan kurtulamaz. Çünkü kendi olmadan, niyet ortaya koymadan, samimiyet rengine bürünmeden kılacağı namazın, yapacağı ibadetin bir hayrı olmaz. Ben Müslümanlar olarak kendimizden uzaklaştığımızı düşünüyorum.

Bu aslında sadece Müslümanların değil tüm insanlığın sorunu. Tarihin hiçbir döneminde insanın bugünkü kadar kendinden uzaklaştığına şahit olunmadığı hem Doğulu hem de Batılı entelektüeller tarafından ifade ediliyor. Ancak Batılılar benliğin belli yönlerini çok iyi çalıştılar ve düşünen, üreten bir insan tipi ürettiler. Modern dönemin meydan okumalarından en çok etkilenenlerden biri birey olma, kendini bilme noktasında tam anlamıyla gaflet içinde bulunan Müslüman toplumlar oldu maalesef. Kendini bilen bir Müslüman kendi değerini, imkanlarını ve aynı zamanda da sınırlarını bilen bir Müslüman demek. Kendini bilen bir Müslüman eyleme sorumluluğunu üstlenebilen, varoluşsal sorunlarla yüzleşme, aslî fıtrî yetilerini körelten uyaranlara karşı “hayır” diyebilme, Topçu’nun deyimiyle “isyan” edebilme cesaretini gösteren bir Müslüman demek.

Kendimizi bilmedikçe; akletme, irade, ahlakilik, özgürlük, eylemlilik, inanabilme, anlam ve kemal arayışı gibi aslî fıtri yetilerimizi kemale doğru taşıyıp bunlar üzerinden varlık alanına açılmadıkça Batıyla rekabet edebilen bir medeniyet üretme imkanımız yok diye düşünüyorum. 

Hz. Peygamberin hayatını, birey oluş sürecinde çok önemli bulduğunuzu söylüyorsunuz. Biraz açalım isterseniz, nasıl okumalıyız bunu?

Birey oluş kendini bilmekle başlayan bir süreç. Kendini bulup orada tespit edilen temel ilkeler üzerinden varlığa açılmak, varlıkla ilişkide yutulup dağılmaktan kendini korumak adına çok önemli. Ben Hz. Peygamber’in hayatının bu açıdan yeterince ele alınmadığı kanaatindeyim. Hz. Muhammed’in (sas) peygamberliğe giden süreci aslında kendine dönmeyle başlıyor. İlk vahiy gelmeden önce yıllar süren Hira Mağarası tecrübesi bana kalırsa Hz. Peygamberin tüm imkan ve yetileriyle kendine dönüşünü, kendini arayışını anlatıyor. Kendini geçici olarak toplumdan ve varlıktan yalıtarak kendine dönmek ve oradan aşkın alana açılmak. Daha önce ifade ettiğim gibi kendine dönmek aşkın alana açılan bir kapıyı aralama imkanı sunuyor. Hz. Musa’nın Tur Dağındaki, Hz. Yunus’un balığın karnındaki, Hz. Yusuf’un kuyu ve zindanda geçirdiği süreç de bence aynı arayışın farklı pratikleri.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta kendini bulan, vahiy temelli ilke ve hakikatle donanan peygamberlerin kendilik zırhıyla topluma karışması, risalet görevini omuzlamasıdır. Sürekli uzlet ve münzevi bir yaşantı yok peygamberlerin pratiklerinde. Çünkü asıl olan kendilik şuurunu kuşanmış bir birey olarak topluma karışmak, orada Allah’ın elçisi ve halifesi olarak sorumluluk üstlenmektir. Bu sebeple bugünün Müslümanı için de inziva kendini bulmak adına metodik bir yol olabilir ama sürekli inziva hali varoluş, yaratılış sorumluluğunda kaçmak demektir. İtikafın Ramazan ayının son on günüyle sınırlandırılmış olması da bununla ilişkili olsa gerek.

Hz. Peygamberin hayatı bir bütün olarak ele alındığında onun birey oluş mücadelesi verdiği söylenebilir. Şayet kendini bilen ve belli ilkeler üzerinden hareket etmeyi başaran, toplum adına sorumluluk almaktan çekinmeyen bir birey olmasaydı çoğunluk gibi Cahiliye toplumun adet ve uygulamalarına tabi olurdu. Bu aslında konfor üreten bir tercih de olurdu kendi adına. Ama o tek başına cesurca bir hareket başlattı, toplumu karşısına aldı, cahiliye adetlerine karşı isyan bayrağını açtı, insan olmanın onur ve izzetini koruma, insanı yeninden fıtrî eşiğine döndürme mücadelesi verdi.

Hz. Peygamber deyince sürekli “itaat” kavramını öne çıkartan bir anlayışın Hz. Peygamberin hayatını bir bütün olarak görmekte, onun ön alan ve yeri geldiğinde “hayır” diyen, körü körüne taklidi hiçbir şekilde kabul etmeyen tavrını ve tarzını modellemekte başarısız olduğunu söyleyebilirim. Bugün gelenekte ve topumda yerleşmiş, kanıksanmış hatalı görüş ve uygulamalara Hak ve hakikat adına hayır diyebilecek bir Müslüman birey yetiştirebilmek için Hz. Peygamberi bu yönüyle de iyi tahlil etmek gerektiğini düşünüyorum.

Din eğitimi konusu çok geniş, uzun uzun koşulabilecek bir konu. Kitabın özünde siz değerlendirmenizi din eğitimi ve birey oluşun imkanı etrafında çoğaltmışsınız. Kısaca din eğitiminin birey oluşla ilgisini nasıl anlamalıyız?

Eğer birey olmayı başarmış bir nesil yetiştirmek istiyorsak hiç şüphesiz bunun yolu eğitimden geçiyor. Aslında mesele daha genel anlamda eğitimin meselesi olsa da ben alanım itibariyle konuyu din eğitimi açıdan ele almaya çalıştım. Tabii bu çerçevede söyleneceklerin anlamlı ve iş görür olabilmesi için meselenin genel eğitim sistemimiz ve insan yetiştirme tarzımız itibariyle de sorgulanması gerekiyor. Din eğitimi açısından baktığımızda gerek samimi bir dindarlık gerekse eyleme dönüşme kabiliyeti yüksek bir ahlak anlayışı noktasında ciddi bir problemle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Bunun çözümü için farklı yollar ve arayışlar olabilir.

Benim tespitim bu iki temel meselenin hallinin birey oluşla çok yakından ilişkili olduğu yönünde. Zira kendine dönmeden, kendini bilmeden samimi bir dinî yaşantı mümkün değil. Davranışlarımız iç ihtiyaç ve temayüllerle belirlenmedikçe samimiyet rengine bürünemiyor ve istikrara kavuşamıyor. Kendimizden uzaklaştığımız ölçüde neyi niye yaptığımızı yitiriyor, şekilci ve formel bir dindarlık tarzıyla karşılaşıyoruz. Nitekim bugün Müslüman toplumların dini yaşayış tarzlarına baktığımızda şekli unsurların çok baskın olduğunu, biz din eğitimcilerin “ilmihal usulü” diye tabir ettiği kuralların ezberletilmesi üzerine oturan bir öğretim tarzının öncelendiğini görüyoruz. Şekli kurallar üzerinden had bildirir tarzda buyurgan bir dille dini öğretmeye çalışıyoruz çoğu zaman. Karşımızdakini -özellikle de çocukları- bir birey olarak görmekte zorlanıyor, onun kendini tanıması, özgüven, özsaygı ve özdenetim kazanması, sağlıklı bir ayrışma süreci yaşaması noktasında yeterince kılavuzlayamıyoruz. İnançlarını ve daha genel anlamda değerlerini benliğine mal etme imkanı sunmuyoruz.

Halbuki benliğe tutunmayan hiçbir inanç, değer ya da bilgi bana kalırsa gerçek mülkiyet doğurmuyor. Sürekli ne yapması, özellikle de ne yapmaması gerektiği dışarıdan komutlarla kendisine hatırlatılan, davranış ortaya koymak için sürekli dış uyaran ya da otoriteye ihtiyaç duyan bir kişinin inancını sahiplenmesi ve samimi bir itikat ve süreklilik gösteren dinî bir pratik üretmesi çok zor. İnanç esaslarını, dinî kuralları ezberletmek ve dışarıdan sürekli komut vermek yerine onlar üzerine düşündürmek ve kendince deneyimlemesini sağlamak bireyin, dini samimi bir tarzda yaşamasına daha fazla imkan sunuyor. Din eğitimi süreçlerinde birey, değerli olduğunu, kendisinin ve fikirlerinin değer gördüğünü hissedebilmeli. İnsanı küçülterek din gibi koca bir değeri onun üzerine yükleyemezsiniz. İnsan gerçek değerine kavuştuğu oranda dinden hissedar olur. Kendini, kendi değerini, kendine saygısını yitirmiş bir insana Allah’ı buldurmak zorlaşır.

Bence ahlak alanında eylem ve söylemimiz arasındaki uçurum da bununla ilişkili. Aliya’nın ifadesiyle “ahlak konuşmaları”nı iyi yapıyoruz ama bir türlü “ahlakilik” çizgisine gelemiyoruz. Çünkü ahlakilik benlikle ilişkilidir ve daha çok kişinin kendine dönük talepleri ihtiva eder. Ahlak konuşmaları ise daha çok başkalarına dair taleplerin dile getirildiği çoğu zaman da riyakar bir mecradır. Ahlak alanında da kendini bilmek başlangıç noktamız olmalı. Benlik ve birey oluş, değer kümemiz içinde ana taşıyıcı değer olarak görülmeli. Zira bireyi ya da benliği yok saydığımızda değerler tutunacak bir zeminden de mahrum kalmış olurlar. Ben ahlak ve değer alanında özellikle “saygı” değerinin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu saygı başkalarına saygıdan önce kendine saygıyı ifade eden bir kavram olarak görülmeli. Çünkü kendi değerini küçültüp sürekli başkasına değer ve saygı atfeden bir insanın varlık düzleminde hakiki yerini bulması çok zor. Başkasına saygı abartıldığında kendi saygımızı aşındırıyoruz. Aşırı saygı aşırı idealize edilen örnekler üzerinden inşa edilen bir ahlakî öğretiyi besliyor. Örnekler menkıbevi tarzda anlatılarla idealize edildiğinde pratik anlamda örnekliği imkansız hale geliyor. Benliğimizi ideale göre ayarlamak istiyoruz ama gerçek benliğimizin bundan çok uzakta olduğunu görüp kendimize saygımızı, güvenimizi yitiriyoruz.

Bilimsel araştırmalar ideal benlik ile gerçek benlik arasındaki makas açıldıkça bireyin özgüveninin, özsaygısının azaldığını gösteriyor. Bu nedenle saygı öncelikle bireyin kendine saygı ile başlamalı. Tabii bu saygının fıtrî eşiğe uygun olması, benlik kabarması, ego şişmesi türünden bir noktaya varmaması önemli. Kendine yönelik ölçülü bir saygı başkasına yönelik ölçülü saygının da imkanını içinde barındırıyor. Birey olarak, insan olarak kendini değerli gören bireyin aynı saygıyı karşısındaki bireye karşı da göstermesi çok daha kolay olsa gerek. Kendine saygı bana kalırsa ahlaki bir yaşantıyı zedeleyen davranışlardan uzak durmanın da temel koşulu. Zira kendine saygısı olan bir insan, saygınlığına halel getirecek, özsaygısını örseleyecek her türlü olumsuz fiilden de azami derecede uzak durmaya çalışacaktır. Mesele din eğitimi olunca konuşulacak çok başlık var aslında ama bunlara burada girmek söyleşinin sınırlarını aşacağından bu kadarla iktifa edelim.

Konu çok geniş. Daha çok konuşabiliriz fakat şunu en son öğrenmek isterim. Bu konunun üzerinde çalışmalarınızın devam ettiğini biliyoruz. Bundan sonraki çalışmanız nasıl evrilecek? Nasıl bir planlama düşünüyorsunuz?

Ben açıkçası yaptığım çalışmayı bir giriş kitabı olarak görüyorum ve çalışmamın bir buzkıran etkisi yapmasını, alanda bu konu üzerinde yapılacak çalışmalara öncülük etmesini umuyorum.  Bu konuda yapılacak ve yazılacak çok şey olduğunu düşünüyorum. Kendi payıma düşünlerden bahsetmem gerekirse gelecekteki planlarım adına şunları söyleyebilirim: Öncelikle kitabı okuyanlardan aldığım dönütler kitabın çok önemli bir konuya değindiği, ama akademik bir çalışma olduğu için dilinin biraz ağır kaçtığı yönünde. Bu sebeple çalışmanın ana fikrine ve temel argümanlarına sadık kalmak koşuluyla daha sade bir dil ve üslupla geniş kitlelerin istifade edebileceği ikinci bir kitap hazırlamayı planlıyorum. Bunu takiben en başta ifade ettiğim gelişim dönemleri -yani çocuk, ergen ve yetişkin- bağlamında niyetlendiğim çalışmayı “birey oluş”u merkez kavram olarak alıp tamamlamak ve bu kitapla birlikte dört kitaplık bir seri şeklinde okuyucuların istifadesine sunmak istiyorum. Umarım bu amacıma ulaştıracak zaman, imkan ve gayreti Mevla bana lütfeder.

Kaynak: dunyabizim.com

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR