Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Bülent ACUN


ARİF BEY'İN CUMASI

Yazarımız Bülent ACUN'UN YENİ YAZISI...


O sabah kahvaltı sofrasında Arif Bey'in mutluluğu ve neşesi adeta yüzünden okunuyordu. Nitekim çocuklar Arif Bey'in yüzünden yayılan mutluluğu  okumakta geç kalmamışlardı.  Annelerinin şefliğinde evden sesler korosu olarak babalarına o soruyu sormakta gecikmediler. Çocuklar, annelerinin şefliğinde: “Hayırdır babacığım, maşallah pek neşelisin… Bilmediğimiz bir şeyler mi var?” Arif Bey: “Evet bugün bize iki kapıyı birden açan Rabb'ime hamd olsun. Ben neşelenmeyim de kim neşelensin?” dedi. Aynı korodan ikinci soru yükseldi hemen: “Hayırdır! Babacığım ne kapısı?”

Asuman hanım her zaman olduğu gibi yine ana muhalefet partisi lideri edasıyla söze atıldı: “Çocuklar babanızın bahsettiği kapılar, apartmanın giriş kapısı ile evimizin giriş kapıları olmalı.” Annelerinin latifesi çocukları hayli güldürmüştü.

Ortam Arif Bey'in arayıp da bulamadığı bir ortamdı. Arif Bey aile efradının hep birlikte gülüp eğlendiği neşeli zamanları kollar, söylenecek sözlerini bu dönemde söylemeye dikkat ederdi. Arif Bey o tok sesi ile: “Bugünün 29 Mayıs olduğunu hatırlatırım” dedi. “Anladım…” dedi Arif Bey'in ortanca kızı Ayşe bir hazine bulmuş gibi sevinerek: “Bugün İstanbul'un Fethi'nin yıldönümü. Babamın bahsettiği kapılardan biri İstanbul olmalı.” İkinci kapıyı o esnada dinlediği haber bülteninden aldığı bilgi ile tahmin etmek Asuman Hanım için hiç de zor olmadı: “İkinci kapı cemaati açılan camiler” dedi, Asuman Hanım kendinden emin bir edayla… Soru sorma sırası Arif Bey'deydi: “Söyleyin bakalım bize bugün hem şehrimizin, hem de evlerinin kapısını açarak iki kapıdan girmeyi lütfeden Rabbimize şöyle canı gönülden hamd etmenin, şükür etmenin vakti değil midir?”

Arif Bey birkaç yıldır devam ettirdiği geleneği bozmadı. Babasının Yavuz Bülent Bakiler'e yaptığı nasihati çocuklarına bir kere daha yaptı: “Çocuklar İstanbul denince Fatih'i, Fatih denince Fatiha'yı unutmayın.” Fatihler Fatih'i Sevgili Peygamberimiz, onun kutlu müjdesine nail olan Fatih Sultan Mehmet Han, güzel ordusu ve bütün Fatih'lerimizin ruhu için el Fatiha.

Arif Bey en güzel elbiselerini giydi, saçını başını düzeltti, dişlerini fırçaladı, en güzel kokusunu sürdü, o kutlu vakti beklemeye başladı. Salayı duyunca yerinde duramadı. Erken giden yol alır diyerek, yola revan oldu. Apartmandan dışarı çıkarken kendisini cezaevinden kurtulmuş bir mahkûm gibi hissetti. Evinden camiye doğru yürürken adımlarını küçülttü, şükrünü ve sevincini büyüttü.

Hayatının en anlamlı yürüyüşlerinden biriydi bu. Evden camiye, gurbetten sılaya, on haftalık hasretten sonra vuslata doğru yürüyordu emin adımlarla. Kim tutar beni dedikten sonra Akif'in şu mısralarını hatırladı.

“Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz
Madem ki bu hak yoludur durmak bilmeyiz yürürüz.”

Cuma kılacağı caminin minaresini gördüğünde duyduğu heyecanı anlatmaya kelimeler kifayet edemezdi. Caminin minaresi ona uzun yıllar hasretini çektiği bir dost gibi göründü. Minare dedi ve ekledi: “Dostların dostunun, insanı dostluğuna çağırdığı, dostun dosta çağrısının yükseldiği yüksek mekan.”

Caminin kapısından girerken Sevinç gözyaşlarıyla kendi kendine şöyle dedi: “Rabbim uzun bir ayrılıktan sonra bizi tekrar evine aldığın gibi huzuruna aldığın mahşer gününde de bizi cennet evine al.”

Yıllarca Rabbine ibadet ettiği camii ve birlikte saf tuttuğu dostlarını ne kadarda özlemişti. Her bir dostunu şöyle kemiklerini çatırdatırcasına sarılıp, kucaklamak istedi. Fakat ne yazık ki salgın illeti münasebetiyle içinden geçeni yapmasının imkanı yoktu.

Vakit gelmiş ezan okunmuştu. O gün okunan ezan ruhuna bir başka dokunmuştu: “Allah'ım ben neredeyim böyle…” demişti. İçinden geçirdiğini zannettiği bu cümlenin dilinden dökülüşüne engel olamamış olacak ki fiziki mesafe rağmen Arif Bey'in sorusuna Hacı arkadaşı Ahmet şöyle cevap verdi gevrek gevrek gülerek: “Camidesin hacım camidesin…”

Evet Arif Bey cumanın sünnetini kılmış, gözünü ve gönlünü minbere çevirmiş, bütün dikkatini imamın hutbesine vermişti. İmam hutbeye şöyle başlamıştı: “Aziz müminler, muhterem kardeşlerim hak evinin değerli abidleri, Rabbinizin evine, kalbinizin evine, ruhunuzun evine hoş geldiniz.” Tam o esna da Arif Bey, yüksek sesle hoş bulduk hocam diye bağıracaktı ki birden camide hutbe dinlediğini hatırlayarak bu girişimden vazgeçti. Öyle ya hutbede konuşulmaz, konuşuna sus bile denilmezdi. İmamın sesi minberden bir şelale gibi çağlamaya devam ediyordu: “Muhterem Müslümanlar, kürsüyü, mihrabı ve minberi, cemaati, camiyi, bizleri çok özlediniz değil mi? Allah var ki biz de sizi çok özledik, siz yoksanız kürsüler öksüzdür, mihraplar yetimdir, minberler mahzundur.  Mabetlerin asıl ziynetleri sizlersiniz.” İmamın bu sözleri karşısında Arif Bey gözyaşlarını tutamamıştı, ağlayanlar arasında yalnız değildi Arif bey. İmamın bu sözleri adeta herkesi ağlatmıştı. İmam hutbesini şu dua ile bitirmişti: “Allah'ım ne olur bizi bir daha evimizden ayırma.”

Arif Bey cami cemaati ile birlikte öyle yürekten amin demişti ki: “Keşke bütün dualara böyle amin diyebilseydim.” demekten kendini alamadı. O cumayı, o hutbeyi ve o namazı Arif Bey bir daha asla unutmadı. Ne zaman dostlarına bu halinden bahsetse, onlarda: “Vallahi Arif bey biz de aynı haldeydik, o günü, o hutbeyi ve o namazı biz de asla unutamadık.” derlerdi. Ve koyu sohbetlerini, bu güzel hallerinin üzerine bina ederlerdi.

Arif bey ve dostlarını cuma namazında kendinden geçiren neydi? O nasıl bir haldi böyle… “Bir daha o hali yakalayabilecekler miydi?” Her zaman olduğu gibi imdatlarına Filozof Nuri yetişti: “Arkadaşlar, mahrum olmayan kimse, mazhar olmayı ne bilir? Kaybetmeyen kişi, bulmanın sevincinden ne anlar? Hasretini çekmeyen, vuslata ermeyi ne bilir?”

Kaynak: Yeni Söz Gazetesi

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR