Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ali BULAÇ


Ali BULAÇ; "Yahudi ve Hristiyanları dost edinmek!" - (1-2) Yazının tamamı

"Onların hepsi bir değildir"


Müslümanların gayrımüslimlerden Yahudi ve Hıristiyanlara (Kitap ehli) karşı nasıl bir tutum takınmaları gerektiği konusunu Kur'an-ı Kerim ışığında anlamak mümkün. Hz. Peygamber (s.a.)'ın tatbikatı Kur'an'ın teyidi ve pratiğidir. Başka ayetler varsa da, biz konuyu Nüzul sırasını göre İbn Abbas'ın derlediği dört surede (1) yer alan ayetler çerçevesinde  ele almaya çalışacağız. (1) Söz konusu ayetler şunlar:

I) 3/Âl-i İmran, 113-115 ve 199.

II) 60/Mümtehine, 8-9.

III) 22/Hac, 40.

IV) 5/ Maide, 51.

I

 3/Âl-i İmran, 113-116

"Onların hepsi bir değildir. Kitap ehlinden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah'ın âyetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. Bunlar, Allah'a ve âhiret gününe imân eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. Onlar hayırdan her ne yaparlarsa, elbette ondan yoksun bırakılmazlar. Allah muttakileri bilendir. Gerçekten inkâr edenlerin ise, ne malları, ne çocukları, onlara Allah'tan yana bir şey sağlayamaz. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda temelli olarak kalacaklardır."

"Onların hepsi bir değildir" Yahudi ve Hıristiyanlara karşı toplu bir ret ve düşmanlığın söz konusu olmayacağını açıklar, özcülüğü reddeder. Bu, İslam bakış açısından antisemitizmin hiçbir versiyonuyla caiz olmadığını göstermektedir. Antisemitizm, Sami ırkından gelenlere, ama özellikle Yahudilere karşı, dinlerinden ve ırklarından dolayı nefret ve düşmanlık beslemek, onları özlerinde var olduğu varsayılan bir tür ontolojik kötülük dolayısıyla aşağılamak, dışlamak ve ötekileştirip şeytanlaştırmaktır. Kur'an-ı Kerim, açık bir biçimde Yahudilerin dinini reddetmez, kutsal kitapları Tevrat'ı menşei itibariyle Allah'ın vahyi kabul eder, Hz. Musa ve diğer İsrailoğulları peygamberlerini över, bize de onlara inanmamızı emreder. Yahudiler beşer türümüzün üyeleri olarak Adem ve Havva'nın çocukları ve Hz. İbrahim'in torunlarıdır. Yahudiler için söz konusu olan durum, Hıristiyanlar ve kitapları İncil için de söz konusudur.

Kur'an-ı Kerim'in Yahudilere ve Hıristiyanlara yönelttiği temel eleştiri, tarih içinde şu veya sebeple kitaplarının bir bölümünü tahrif etmiş olmaları, peygamberlerine zorluklar çıkarmaları ve ellerindeki şeriata ve kitabın hükümlerine dahi yeterince riayet etmemeleridir. Tarihte Kitap ehli ve elbette "din adamları" ve onlara tâbi olanlar, kitaplarına semantik müdahalelerde bulunarak anlamı tahrif ettiler, hükümlerin illet ve maksatlarını suistimal ettiler. Modern çağda ise dini, maddi ve pratik hayatın dışına çıkarmak, başka bir ifadeyle marjinalleştirmek, özel hayata hapsetmek ve izafileştirmek sûretiyle kendilerini laikleştirdiler. Bu da tarihte yaptıklarının modern versiyonudur. Hz. Muhammet (s.a.), onları tekrar sahih kaynağa dönmeye davet etti, ona karşı da geldiler, yanlış tutumlarında ısrar ettiler. İşte Kur'an, Kitap ehlini bu Hakka karşı tutumlarından dolayı eleştirmektedir.

Temel eleştiri buyken, Kitap ehli bir bütün olarak kötü insanlar değildir. Hepsi bâtıl üzere yaşıyorlar denemez. Muhammed Abduh’un yerinde tespitiyle “dinlerinde var olduğu kadarıyla hak üzeredirler, bu dinlerinin tahrif olduğu gerçeğiyle çelişmez. Nasıl bir kısmı zayıf ve mevzu, bir kısmı sahih hadislere göre hayatını tanzim eden bir Müslümana biz yine de Sünnet üzere yaşıyor diyorsak, Kitap ehlinin elindeki kitapların bir bölümünün tahrif olması da öyledir.” İyilik, güzellik ve doğruluk hakikatin yansıyan tezahürleri olarak her insanın ruhunda mündemiç olarak bulunmaktadır. Kim olursa olsun, insanda hakikat sevgisi vardır ve bazen bu sevginin ışığını takip ederek iyilik, doğruluk ve güzellikler yapar. Trajik sorun, insan ruhunun hakikat sevgisinden ve ışığından bütünüyle mahrum olması değil, hakikatin ortaya çıkmasını engelleyen karanlık perdelerle üstünü örtmesi, bunun katmerleştiği oranda gören gözleri perdelemesi, işiten kulakları tıkaması ve akleden kalbi mühürlemesidir. Kapkaranlık bir perde olan küfrün insanın bu asli melekeleri üzerinde böylesine yıkıcı etkisi vardır. İnsanı hayat verici kaynaktan, aydınlatıcı ışıktan uzaklaştıran şey, vahiye olan uzaklıktır. Tarihte Allah peygamberler göndererek, dönem dönem bu kaynağı fışkırtmış, insanın ruhunu ve hayatını aydınlatmıştır.

Bu ışığın bir kısmıyla hayatı algılayan Kitap ehli insanlar –samimi din adamları ve dini bütün Yahudi ve Hıristiyanlar- vardır ki, Kur'an bakış açısından bunları diğerlerinden ayırmak gerekir. Bu küçük topluluk "Ümmetün kaime"dir ve "salihler" olarak isimlendirilmektedir. Bunlar Allah'ın dinini ve hükümlerini hayatında ayakta tutmaya çalışan seçkin bir topluluktur. Bu topluluğu "kaim ümmet" kılan beş temel vasıf vardı ki, bunlar da:

a) Allah'ın ayetlerini okumaları: Bunlar ellerindeki Tevrat ve İncil'i sürekli okuyor, hükümleri üzerinde tefekkür ediyor ve imkanları ölçüsünde kitaba göre yaşamaya çalışıyorlar.

b) Secde etmeleri. Bu, (özellikle) gecenin belli saatlerinde huşu içinde Allah'a dua etmeleri, O'nun yardımını ve bağışlamasını dilemeleridir.

c) Bunlar Allah'a ve ahiret gününe inanırlar ve birgün yapıp ettiklerinden dolayı hesap vereceklerini unutmazlar.

d) Bu surenin (Âl-i İmran) 104 ve 110. ayetlerde genel çerçevesini çizdiğimiz ma'rufu emrederler, münkerden sakındırırlar.

f) Hayırlarda yarışırlar.

Bu beş vasfa sahip Kitap ehlinden gruba 110. ayette de atıf yapılmıştı. Bunlar için "Sevaün" denmesi, ahlaki açıdan tutarlı ve bir bütün içinde yaşamaları anlamına gelir. Çünkü "sevaün" kelimesi tesniyesi ve çoğulu olmayan bir kelimedir. Anlamı, yukarıda sayılan beş temel özelliğin bir insanda aynı anda toplanmış olmalıdır ki, bu sayede Kitap ehlinde kaim ümmetin bir üyesi sayılsın. Allah'ın ayetlerini okumayan, Allah'a dua etmeyen, Allah'ın birliğine ve ahiret gününe inanmayan, ma'rufu emretmeyen- kötülükten sakındırmayan ve hayırlarda yarışmayanlar bu kategoriye girmezler.

Müfessirler genel olarak bu topluluğun, Kitap ehlinden İslam'a girenler olduğunu düşünmüşlerdir. Razi'nin aktardığı bilgilere bakılırsa, cumhur-u ulema, bunların "Hz. Musa'ya ve Hz. İsa'ya inanan kimseler" olduklarına kail olmuşlardır. Rivayete göre, Yahudi olan Abdullah ibn-i Selam ve arkadaşları Müslüman olunca, Yahudi ileri gelenleri onları şiddetle eleştirmiş, İslam'a girmekle "hüsrana uğradıklarını" söylemişlerdir; bunun üzerine bu ayet inmiştir. Ata'ya göre ise ayet Hz. İsa'nın dininde olup Hz. Muhammed (s.a.)'i doğrulayan 40 Necranlı, 32 Habeşli ve 3 Bizanslı/Rum Hıristiyan hakkında inmiştir. İbn-i Mes'ud'dan gelen dikkat çekici bir rivayet vardır: Bir gün Hz. Peygamber yatsı namazını geciktirdi. Cemaat beklerken, evinden mescide gelerek "-Dikkat edin, Din mensuplarından sizden başka hiç kimse, şu anda Allah'ı zikrediyor değildir" dedi ve sonra bu ayeti okudu (Buhari, Mevakit, 22). Muhtemelen orada bulunanlar içinde Kitap ehlinden bir grup vardı.

Ancak söz konusu topluluğun (kaim ümmet), Kitap ehlinden yukarıda sayılan beş vasfa sahip olan kimseler olması da kuvvetle muhtemeldir. Bazı kıraat imamları 115. ayetteki "Hayırdan her ne yaparlarsa"daki "yef'alun"u muhatap sigasıyla olmak üzere "ta" harfiyle, yani "taf'alun" olarak okumuşlardır. Buna göre bu, "Kitap ehlinden mü'minlerin fiillerinden söz ettim" anlamında mü'minlerin hepsini muhatap alan yeni bir hitap olur. Sonra yüce Allah "Yukarıda bahsedilen Kitap ehlinden mü'minleri de sizin cemaatinize (Müslümanlara) dahil ederek 'Ey Mü'minler topluluğu, ne hayır işlerseniz ondan mahrum bırakılmayacaksınız" buyurmuştur. Böylece ayetin hükmü bütün mükellefleri içine almış olmakta, böylece ayet şu veya bu sınıf insana değil, bu beş vasfa sahip bütün insanlara hitap biçiminde anlaşılmış olmaktadır. Ebu Amr, ayeti her iki kıraatle okumuştur.

"Onlar hayırdan her ne yaparlarsa, elbette ondan yoksun bırakılmazlar. Allah muttakileri bilendir.""Hayırdan her ne yaparlarsa ondan yoksun bırakılmayacaklar"da kullanılan "küfür" sözcüğü önemlidir. Bununla sanki içinden çıktıkları veya içlerinde yaşamaya devam ettikleri büyük topluluğun bariz vasfına bir ima vardır ki, bu, "Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri" dolayısıyla küfre sapmış olanlardır. Ancak kendileri sayılan temel beş vasfa sahip kimseler olarak onlardan ayrılmışlardır, kaim ümmet vasfını kazanmışlar ve salihlerden sayılmışlardır. Dolayısıyla yapıp ettikleri "inkâr" edilmeyecek, ödülleri onlara eksiksiz ödenecektir. Eğer ayette sözü edilen topluluk Müslümanlar olsaydı, yaptıklarının karşılığını anlatmak üzere "küfr/inkâr" değil, "şükür" sözcüğü kullanılacaktı. Müslümanların hayırlı amellerinin karşılığı için kullanılan kalıp "Sa'yen meşkuran"dir. (Bkz. 2/Bakara, 158; 17/İsra, 19.) Küfür, örtü demek olmakla beraber, yoksun bırakmak, mahrum etmek anlamlarında da kullanılır, burada bu her iki anlamı arasında ince bir ilişki kurulmuş bulunmaktadır.

Bir nokta daha var: İnsan her ne yaparsa yapsın, yaptıklarının şahsı, hayatı ve geleceği üzerinde etkisi vardır. Bu yüzden Allah "iyiliğe karşı iyilik, kötülüğe karşı kötülük"le cevap verir. Öyle ki, iyilik veya kötülük "zerre miktarı" dahi olsa, bu böyledir (991 Zilzal, 7-8). "Allah muttakileri" bilir. Kimseyi unutmaz, haksızlık yapmaz, herkese kendi amellerine göre karşılık verir. Bu Yahudi ve Hıristiyanlar için de böyledir. Allah'ın Kitap ehlinden "kaim ümmet ve salihler" sınıfında ele aldığı bu topluluğa nasıl güzel bir karşılık vereceğini bilmiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa, güzel fiillerin karşılıksız bırakılmayacağı hususunun apaçık ortaya çıkmasıdır. Kur’an-ı Kerim, Kitap ehlinin içinde “aşırı olmayan, orta yol tutan (Ümmetün muktesidatun)” topluluk olduğunu belirtir (5/Maide, 66). İbn-i Aşur, amellerinin karşılıksız kalmayacağı belirtilen bu topluluğun, "Allah'ın dini üzere dosdoğru yürüyen kimselerin kastedildiğini" söylemektedir ki, bizim de bu ayet çerçevesinde anlattıklarımızdan çıkardığımız sonuca göre bunların Kitap ehlinden kimseler olması gerekir. Yine de elbette en doğrusunu Allah bilir.

İşte olumlu sıfatları belirtilen Kitap ehlinden bu topluluklarla insanlığın genel sorunlarının çözümü amacıyla diyalog kurulur; yaygın savaşlar, etnik çatışmalar, cinsel sapkınlıklar, uyuşturucu, alkolizm, açlık, yoksulluk, baskı rejimleri, mülteciler sorunu, ekolojik dengenin sarsılması vb. hayati küresel konularda işbirliği yapılabilir.

116. ayetle ilgili olarak Mukatil, "Şanı yüce Allah, Kitap ehlinin mü'minlerini anlattıktan sonra onların inkarcılarından söz etmektedir" der ki, bu yukarıda anlattıklarımızı teyit etmektedir. Buna göre söz konusu beş vasfa sahip olmayan, dolayısıyla "ümmeti kaimeden ve salihler"den sayılmayan diğer Kitap ehli insanlar, eğer mallarına ve sayısal çokluklarına güveniyorlarsa, yanılgı içindedirler (3/10). Dinde seçkin olma veya yüksek konum elde etme şartı, dinin hakikatlerine ve yüksek ahlaki normlara sadakat şartına bağlanmış; "Tanrı'nın çocukları, seçkin halk" veya servet ve sayısal üstünlük üzerinden kendilerini ayıranların ve ayrıcalık peşinde koşanların iddiaları temelden reddedilmiştir. Çünkü Allah katında bu iddiaların hiçbir değeri ve geçerliliği yoktur. Bu iddia sahipleri ateşin halkıdırlar ve içinde ebedi olarak kalacaklardır. (2)

Aynı surenin 199. ayeti de şöyle:

"Şüphesiz, Kitap ehlinden, Allah'a, size indirilene ve kendilerine indirilene -Allah'a derin saygı gösterenler olarak- inananlar vardır. Onlar Allah'ın âyetlerine karşılık olarak az bir değeri satın almazlar. İşte bunların Rableri katında ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir."

Bu ayetin iniş sebebiyle ilgili rivayetler muhteliftir. Kimine göre, ilk hicret olayında Müslümanları koruyan Habeş Kralı Necaşi –asıl adı Ashame olup Necaşi, Habeş krallarının unvanıdır- hakkında inmiştir. Bu adil hükümdar vefat ettiğinde, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.) aradaki uzun mesafeye rağmen vefatını hemen öğrenmiş –çünkü ona bu haberi Cebrail aleyhisselam bildirmişti, bu da onun mucizelerinden biridir-, ashabına “Haydi kalkın, kardeşiniz Necaşi’nin cenaze namazını kılın” buyurmuştur (Buhari, Cenaiz, 61; Müslim, Cenaiz, 63). Bunun üzerine bazı münafıklar “Bize bir inkarcının cenaze namazını mı kıldırmak istiyor?” diye söylenince bu ayet inmiştir.

Kimine göre, daha önce iman eden Abdullah ibn-i Selam hakkında inmiş bulunmaktadır. Mücahid, ayetin bütün Kitap ehli hakkında indiğini söyler ki, en azından hükmü itibariyle bütün Kitap ehli kapsadığı doğrudur. Buna göre Kitap ehlinden olanlar, eğer Allah’ın birliğine, Allah’ın Hz. Muhammed (s.a.)’e ve ona indirdiği Kitaba, önceki peygamberlere ve onlara indirilenlere inanıyor ve Allah’a yani hem birliğine hem hükümlerine derin bir saygı (haşyet) duyuyorlarsa ve hakikati gizlemeyip onu olduğu gibi açıklıyorlarsa, basit dünya çıkarı uğruna bilgiyi satmıyorlarsa Rableri katında ecirleri vardır. Kitap ehlinin tümünün bir olmadığını sûrenin 113-114. ayetlerinde görmüştük. İslam bilginlerine göre bu ayette özellikleri anlatılan Kitap ehlinden kimselerin iki ecri vardır (Bkz. 28/Kasas, 54; ayrıca bkz. 2/Bakara, 41, 79 ve 174, 5/Maide, 69, 83-85).

Bu ayet, Kur’an-ı Kerim’in kurtuluşa (Necat) Kitap ehlinden belli profile sahip olanları da kattığını, onlar gibi kurtuluşu sadece kendi dinlerine tahsis edip diğerlerini ebediyyen mahkum etmediğini göstermektedir. En doğrusunu Allah bilir! (2)

II

(60/Mümtehine, 8-9)

"Allah, sizinle din konusunda savaşmayanlara, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları dost edinmenizden sakındırır. Kim onları dost edinirse, artık onlar zalimlerin ta kendileridir."

Kaynaklar 8. ayetin Müslüman olmayı kabul etmeyen Huzaa kabilesinin durumuyla ilgili olduğunu kaydeder. İbn-i Abbas, bu kabileyle Müslümanlara saldırmamak ve düşmanlarıyla işbirliği yapmamak üzere anlaşma yapıldığını söyler. Yüce Allah da, onlara iyilikle muamele edilmesine izin verdi. İniş sebebi bu olmakla beraber her iki ayet çok daha genel bir ilişkiler biçimine temel teşkil etmektedirler.

"Velayet" karşılıklı sosyal ilişki ve siyasi birlik demektir. Ayetten anlaşılan şu ki, "Müslümanlara dinlerinden dolayı savaş açmayan, onları yurtlarından sürmeyen ve düşmanlarıyla ittifaklar kurmayanlar"la bir arada yaşanabilir. Bu bir arada yaşama şekli "velayet" terimi ile ifade edilmiştir. Zikrettiğimiz iki ayetin bu yönde anlaşılmasını gerektiren husus, Hz. Peygamber (s.a.)’in Medine’deki tatbikatıdır. Ehl-i kitap bir yana Resûlullah müşrikleri dahi iki ana gruba ayırmıştı:

      1. İslam’ın ve Müslümanların varlığını tanımayan Mekkeli (muharip) müşrikler,

      2. Medineli (muahid) müşrikler.

Bu durumda en genel anlamda gayrimüslimleri iki ana gruba ayırmak mümkün: “Muahid olanlar” ve “muharip olanlar.” Muahid olanlar Müslümanlarla savaşmayıp barış içinde yaşamayı kabul edenler; muharip olanlar ise savaştan yana olanlardır. 8. ayet muahidlerle kurulacak ilişkinin esaslarını belirlemektedir. Buna göre muahidler, Müslümanlarla anlaşma yapanlardır. Bu anlaşma devletler veya topluluklar arası olabileceği gibi, aynı toplumun yönetimi ve kamusal işlerinin ortaklaşa görülmesi amacıyla taraflarca imzalanmış bir “toplum sözleşmesi” de olabilir. Muahidlere “iyilik” yapılabilir, onlarla adil ilişkiler kurulabilir. Aradaki ilişkinin temelinde “iyilik ve adalet” olmalıdır.

Ayetin çoğul (cemi’) gelmiş olması, bireysel düzeyde iyi ve adil ilişkilerin kurulmasına engel değildir. Nitekim Müslümanlığı kabul etmeyen Hz. Ebu Bekir’in karısı uzun zaman sonra Medine’ye gelmiş ve kızı Esma’yı görmek istemişti. Esma, Hz. Peygamber’e annesine ikramda bulunup bulunmayacağını sorunca Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Evet, annene iyi davran!” (Buhari, Hibe, 29; Müslim, Zekât, 50).

İslam tarihinin en bilinen uygulaması olan gayrimüslimleri “Zimmi statüsü”ne koyan hüküm (Cizye ayeti) Hicret’in 9. yılında indi. Müşriklerle umumi savaşı emreden Tevbe sûresi indiğinde muahid müşrikler istisna edildi: “Ancak müşriklerden kendileriyle antlaşma imzaladıklarınızdan bir şeyi eksiltmeyenler ve size karşı hiç kimseye yardım etmeyenler başka...” (9/Tevbe, 4). Bu ayet, her ne olursa olsun, inanmayanların veya müşriklerin öldürülemeyeceğini açık olarak hükme bağlamaktadır. Tarihen de biliyoruz ki, Resûlullah anlaşmalı müşrik ve Yahudilerden cizye almış değildir; anlaşma gereği yükümlülüklerini yerine getirmelerini talep etmiştir.

Durum buysa yani Müslümanlarla savaş halinde değillerse, hangi dine ve inanca mensup olursa olsunlar, İslamiyet’in dışında kalan gruplar ile Müslümanlar arasında bir arada yaşamayı esas alan sözleşmeler imzalanabilir. Tevhid açısından şirkten daha ağır suç ve nefret edilecek inanç yoksa Kur’an’da sayılan bütün gayrimüslim gruplarla uygun şartlarda muahedeler, sözleşmeler imzalanabilir. Elbette Müslümanlara karşı savaş açarlarsa, onları yurtlarından sürmeye veya düşmanlarıyla ittifak kurmaya kalkışırlarsa onlarla savaşılır ve galip gelindiği takdirde Müslümanların zimmileri olurlar. Osmanlı’ya kadar genel tarihi tatbikat da bu yönde olmuştur. 9. ayet:

a) Din konusunda Müslümanlarla savaşanlar;

b) Müslümanları yurtlarından sürüp çıkaranlar;

c) Müslümanların düşmanlarıyla işbirliği yapan veya onlarla ittifak kuranlarla “velayet” ilişkisini yasaklar.

Ayeti mefhum-u muhalifinden okumak icap ederse bu üç özelliğe sahip olmayanlarla:

aa) Hem iyilik ve adalet temelinde ilişki tesis edilebilir;

bb) Hem onlarla velayet ilişkisine girilebilir.

"Velayet"i siyasi ilişki ve yönetişim şeklinde ele alabiliriz. Buna göre Müslümanlarla barış içinde bir arada yaşamak isteyen kimseler hangi dinden ve inançtan olurlarsa olsunlar siyasi birliğin tarafları ve ortakları olabilirler. Hz. Peygamber’in Medine’de Yahudiler ve Medinelilerin mevlâları müşriklerle imzaladığı Medine Sözleşmesi bu hükmü açıkça içermekte, hatta iki maddesinde bu sözleşmeye imza atanları “diğer insanlardan ayrı ümmet” olarak tanımlamaktadır:

"İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmi’a) teşkil ederler." (Madde: 2);

"Benû ‘Avf Yahudileri, mü’minlerle birlikte [İbn-iHişâm’da bu, “ma’a” (= ile) olarak, Ebû Ubeyd’de ise “min” (= den) olarak zikredilir] bir ümmet (: câmi’a) teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlâları ve gerekse bizzat kendileri dâhildirler.” (Madde: 25).

Burada geçen “ümmet” evrensel inanç birliğini değil tarafların katılımıyla, icap ve kabul esasına göre teşekkül etmiş bulunan “siyasi birliği” ifade etmektedir. Ne zamanki taraflardan biri sözleşme hükümlerini çiğner ve Müslümanlarla savaşır da yenilirse o zaman “zimmi satütüsü” içinde mütalaa edilir.

Zimmilik Batı hukukundan bize intikal etmiş bulunan “azınlık (ekalliyet)”tan farklı bir statüdür. Genel olarak savaş sonucu ortaya çıkar ama savaş yegâne şartı değildir. Savaş olmadan da bazı gayrimüslim topluluklar zimmi olmayı kabul eder; Necran Hıristiyanları örneğinde olduğu gibi. Burada altı çizilecek husus şu ki, Müslümanlar muahid gayrimüslimlerle sözleşme temelinde siyasi birlik kurabilir; muhariplerle ise savaşırlar ve onlarla hiçbir şekilde sevgi bağına dayalı dostluk (velayet) ilişkisine girmezler.

Müslümanların bir bölümü (topluluk, cemaat, devlet, ülke) kimlerle anlaşma imzalayacak olurlarsa olsun, bunun yegâne istisnası dostluğun, iş birliği ve anlaşmaların Müslümanların aleyhine olmamasıdır. (Bkz. 9/Tevbe, 23-24; 22/Hac, 39-41; 58/Mücadele, 22). Kim bunun aksini yapacak olursa zulmetmiş olur. (3)

III

c) 22/Hac, 39-41

"Kendilerine zulmedilmesi dolayısıyla, onlara karşı savaş açılana (mü'minlere, savaşma) izni verildi. Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye güç yetirendir. Onlar, yalnızca; "Rabbimiz Allah'tır" demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar. Eğer Allah'ın, insanların kimini kimiyle defetmesi (yenilgiye uğratması) olmasaydı manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın isminin çokça anıldığı mescitler, muhakkak yıkılır giderdi. Allah kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, aziz olandır." Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidar sahibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekâtı verirler, ma'rufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a aittir."

Mekke’de iken Müslümanların Mescid-i Haram’da ibadet etmekten engellenmeleri onları çok üzüyordu. Bu onlara karşı yapılmış bir haksızlıktı. Bu ayetin savaşa izin veren ilk ayet olduğunu göz önüne alırsak, savaşa meşruiyet kazandıran ilk önemli sebebin de haksızlığı ortadan kaldırmak olduğu görülür. Haklı bir sebebe dayanmayan savaş meşru değildir. Bir haktan mahrum edilmek savaş sebebi olduğu gibi toprağı işgal edilen, yurdundan sürülen veya kendi yurdunda mülteci-göçmen durumuna düşürülen kimselerin de savaşma hakları vardır. Haksızlığa uğrayanlara Allah üç şekilde yardım eder. Biri onlara haklarını savunmak üzere savaş izni vermekle, diğeri onlara Bedir’de olduğu gibi fiilen ama görünmez kuvvetlerle yardım etmekle. Diğer bir yardım çeşidi de Müslümanların adil bir savaşta sabır ve sebat göstermeleri, onları üstün kılacak doğru, etkin ve işe yarar sebep ve araçlara başvurmaları, savunmalarını ve donanımlarını tam yapmalarıdır. Yeterli donanım ve araç gereçlerin savaşta üstünlük getirmesi yüce Allah’ın ortaya koyduğu yasalar sonucudur. Mü’minlerin bu imkân ve yasalardan yararlanması ilahi yardım ve lütuf, inkârcıların ve zorbaların yararlanması ise gasp ve ilahi hakka tecavüzdür.

İlk savaş izninin Mescid-i Haram’da ibadetin engellenmesi dolayısıyla verilmiş olması, bize din ve vicdan özgürlüğünün, ibadet ve dine göre yaşama hakkının engellenmesinin makbul bir savaş sebebi olduğunu göstermektedir. Bununla bağlantılı olarak gerektiğinde manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitlerde dinlerine göre ibadet edenler için savaşılır. İslamiyet’in bu açıdan dinler arasında fark gözetmemesi önemlidir. Ayet-i kerime manastır, kilise ve havralarda insanların neye ve nasıl ibadet ettikleriyle ilgilenmiyor, hatta Allah’ın isminin çokça anıldığı mabetlerin Müslümanların uhdesindeki mescitler olduğunu belirtiyor, sahih ibadet ve zikrin mescitlerde gerçekleştiğini ima ediyor, ancak yine de mabetlerde ibadet engelleniyorsa bunu savaş sebebi sayar.

Manastır, yerleşim birimlerinin uzağında tenha yerlerdeki tapınaktır. Buna Hıristiyan manastırları dâhil olabileceği gibi diğer din müntesiplerinin, özellikle Budist rahiplerin tapınakları da dâhil olabilir. İbn-i Huvayzimendad, bu ayetin gayrimüslimlerin kilise, havra ve ateş yaktıkları mabetleri yıkmayı yasakladığını söyler, böylelikle Mecusilerin ateş tapınaklarını da bu kapsama sokmuş olmaktadır. Katade, Sabiilerin yani gök cisimlerine, meleklere veya ruhlara tapınanların da mabetlerini buna dâhil etmektedir. Kilise’de Hıristiyanların, havrada ise Yahudilerin ibadet ettikleri açıktır. Böyle olunca Müslümanların gayrimüslimlerin mabetlerine karşı mütecaviz bir tutum takınacakları düşünülemez, bu Kur’an’ın açık hükümlerine aykırıdır.

Müslümanlar yalnızca "Rabbimiz Allah’tır" dedikleri için baskı altına alınıyor, dini özgürlüklerinden ve dinlerine göre bireysel, ailevi toplumsal hayatlarını yaşamaktan engelleniyorlardır. Yalnızca "Rabbimiz Allah’tır" ifadesi, hayatının her alanında tevhid inancını ikame edip buna göre toplumsal ilişkilerini düzenleme amacındaki Müslümanların taleplerine atıfta bulunmaktadır. Ama bu, haksız olması durumunda Müslümana –sırf Müslüman olması hasebiyle- yardım edilmeyeceğini de ima eder. Müslüman haksız, saldırgan, yağmacı, zorba ve sadece kaynakları ele geçirmek ve başkaları üzerinde askeri-politik hakimiyet kurma amacıyla hareket ediyorsa, ona yardım edilmez.

Eğer Allah'ın, insanların kimini kimiyle defetmesi” olmasaydı ayeti, baskıcı güçlerin bertaraf edilmesi gerektiğini zorunlu kılıyor. Buna göre din ve vicdan özgürlüğünü tanımayanlar bertaraf edilmeli, her din müntesibine kendi inancına ve geleneklerine göre yaşama özgürlüğü sağlanmalı. Bu yeryüzünde dirlik ve düzenin, istikrar ve barışın korunması için gereklidir. Aslolan barış (sulh)un olmasına karşılık baskı altında tutulanlar, haksızlığa uğrayanlar ve zayıflar lehine olmak üzere savaşın meşru ve gerekli görülmüş olması mutlak sevgi, hoşgörü ve diyalogun tek çare ve alternatifsiz söylem olmadığını gösterir (bkz. 2/Bakara, 251). İslam yerine göre sevgi, hoşgörü ve diyalogu öngörür; yerine göre savaşı da. Baskıcı rejimler ayakta kaldığı müddetçe insanlar kendi din ve inançlarına göre yaşayamayacak, dinlerinden dolayı yurtlarından sürülecek, haksızlıklara maruz kalacaklardır. Tarihte bunun sayısız örneğine rastlamak mümkün. Taberi’ye göre bu ayetten anlaşılıyor ki, yüce Allah insana, zorbalara karşı direnmek ve adaleti tesis etmek üzere yönetim teşkil etme gücünü ve imkanını vermiş bulunmaktadır.

Din ve vicdan özgürlüğü için Müslümanlar savaşı göze alacak olurlarsa yüce Allah onlara yardım etmeyi vaadetmektedir.  “Allah kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder.” Manastır, kilise ve havra için de olsa savaş aynı zamanda “Allah’ın dinine yardım”dır. Baskıcı rejimlerin ortadan kalkması, baskıcıların def’edilmesi için verilen savaşlarda da Allah yardım eder.

Bu İslamiyet’in başka din müntesiplerinin de özgürlüklerinin teminatı olduğunun açık kanıtıdır. Bir İslami düzen lütuf olarak değil, misyonunun ve fonksiyonun tabii parçası, asli görevi olarak başka dinden olanların din ve vicdan özgürlüklerini, dinlerine ve hukuk anlayışlarına göre yaşama biçimlerini, sivil ve medeni haklarını teminat altına alır; herkesi Müslümanlar gibi inanmaya, ibadet etmeye veya İslam Şeriatı’nın hükümlerine göre yaşamaya zorlamaz. İslam Şeriatı Müslümanlar arasındaki ilişkileri düzenler. Müslümanlar ile gayrimüslimler arasındaki ortak noktaları belirleyen ilkeler referanslarını ma’ruf ve münker üzerine varılan mutabakattan alırlar. Ma’ruf bütün dinler, bütün akıllar ve bütün fıtratlar için ortak iyi, güzellik, doğru ve yararlı olan şeydir, bunun korunması gerekir. Binenaleyh ma'ruf ortak iyi ve ortak çıkar, münker ortak kötü ve ortak zarardır. Herkesin dini inancı, aklı ve fıtratı icabı kötülük, çirkinlik, yanlışlık ve zarar olarak gördüğü şey münker olup bundan kamusal hayat uzak tutulmalıdır. Bu sosyo-politik düzenleme hem dinler hem aynı din içinde neşvünema bulmuş olan mezhepler, farklı inançlar ve etnik gruplar bakımından mümkün olan çoğulculuğu da sağlar. Söz konusu çoğulculuğu İslam’dan başka da bir felsefe veya sosyo-politik sistem başarabilmiş değildir. (Bkz. 3/Âl-i İmran, 104 ve 110.)

 Müslümanlara yeryüzünde iktidar imkânı bağışlandığı takdirde önem verecekleri şeyler şöyle sıralanmıştır: “Namazı kılmak, zekâtı vermek ve ma’rufu emredip münkerden sakındırmak.” Burada ilk sıraya yerleştirilmiş olan namaz, tevhid inancının sembolüdür. İnananlar ibadetlerini Allah için, sürekli ve erkânına göre yaparlar. Eğer siyasi rejimin en önemli şiarı, sembolü namaz ise, yani Müslümanın din ve vicdan özgürlüğünün somut tezahürü bu ibadet ise, diğer din müntesiplerinin de kendi din ve inançlarına göre ibadetlerine, mabetlerine ve yaşama biçimlerine saygı gösterilmeli ve hukuki teminat altına alınmalıdır. Zekât hiç kuşkusuz toplumsal hayatın iktisadi bakımdan güçlendirilmesi, refahın sağlanması, gelir bölüşümünün adil yapılması anlamına gelir. Müslümanların iktidarında Müslim ve gayrimüslim aç kalmaz, gelir bölüşümü adaletsiz yapılmaz, herkese insanca ve onurunu koruyacak kadar maddi şartlar temin edilir, iktisat ve maliye politikaları bu esasa göre düzenlenir. Ma’ruf ve münker ise toplumda kaç din, mezhep ve inanç grubu varsa, üzerinde mutabakata vardıkları iyiliklerin, güzelliklerin, doğruluk ve yararların kamusal düzenin esasını teşkil etmesi; buna karşılık kötülüklerin, çirkinliklerin, yanlış ve zararların toplumsal hayattan uzak tutulması demektir.

Yeryüzünde iktidar sahibi Müslümanlar bu doğrultuda hareket ettiklerinde Allah’ın yardımına mazhar olacaklardır. Ancak Müslümanların dine sarılırken şahsi, ailevi, zümrevi, sınıfsal veya ulusal çıkar güdüsüyle değil, ihlasla Allah’ın dinine yönelmeleri gerekir. Müslümanlar iktidara geldiklerinde toplumda fitne çıkarmaz, insanları kutuplaştırıp çatıştırmaz ve akrabalık bağlarını koparmazlar. (47/Muhammed, 22). İhlasla Allah’ın dinine destek veren, yüce Allah yardım va’dinde bulunmuştur (30/Rum, 47). Bütün işlerin sonu Allah'a aittir. (4)

V

(5/ Maide, 51-53)

"Ey imân edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez. İşte kalplerinde hastalık olanları: "Zamanın, felâketleriyle aleyhimize dönüp bize çarpmasından korkuyoruz" diyerek aralarında çabalar yürüttüklerini görürsün. Umulur ki Allah, bir fetih veya katından bir emir getirecek de, onlar, nefislerinde gizli tuttuklarından dolayı pişman olacaklardır. İmân edenler: "Olanca yeminleriyle elbette sizlerle birlik olduklarına ilişkin Allah'a yemin edenler bunlar mıdır? Onların bütün yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, böylece hüsrana uğrayanlar olmuşlardır" derler."

Bu ayetler her ne kadar mücerret manada farklı din müntesipleri arasındaki ilişkileri düzenler gibi görünüyorsa da, devletlerarası ilişkiler, toplumsal işbirliği ve ittifaklar konusunda da düzenleyici hükümler içermektedirler. Kur’an bakış açısından, insani ve toplumsal ilişkilerde “din faktörü” önemlidir, yerine göre belirleyici rol oynamaktadır. Bu açıdan bakıldığında her din gurubu kendi içinde koruyucu duygu ve mekanizmalara sahiptir, kendi içinde bir dayanışma ruhu taşımaktadır. Bu durumda 51. ayette geçen “veli-velayet” kavramını iki düzeyde ele almak gerekir: Biri kelimenin türediği kökün de ima ettiği üzere, üçüncü bir şahsın veya bir şeyin aralarına giremeyecek kadar iki şeyin birbiri içine girmiş olması manasında vela (dostluk, duygusal yakınlık ve sevgi bağları); diğeri karşılıklı çıkar ve işbirliğine dayalı ittifak ve anlaşmalarla kurulan dostluklar, ittifak ve anlaşmalar dolayısıyla tarafların birbirine gösterdiği sadakat ve dostluklardır. Ayetin “onlara veli olmayın” değil de “onları veli edinmeyin” şeklinde gelmiş olması, bu iki velayet arasındaki farka işaret etmektedir.

Ayetlerin indiği tarihsel ortamı göz önüne aldığımızda, Kur’an’ın birinci tür velayeti yasakladığını, ikinci anlamdaki velayete izin verdiğini söylemek mümkün. Nitekim biraz sonra referans vereceğimiz "Mümtehine (60) suresi, 8-9. ayetleri" de bunu açıklıkla teyit etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v)'in, hem Medine’de Yahudilerle, hem Hudeybiye ve Taif’te müşriklerle hem de Necran Hıristiyanlarıyla çeşitli barış anlaşmaları imzaladığı tarihen sabittir.

Genel anlamda müslüman toplum karşısındaki tutumları veya tavır alış biçimleri dolayısıyla gayrimüslimler iki ana guruba ayrılır: “Muharipler ve muahidler.” Muharipler, Müslümanların din ve vicdan özgürlüklerini tanımayan, hayat haklarına, yurtlarına tecavüz eden veya savaş halinde bulundukları düşmanlarıyla açık veya gizli ittifak ve işbirliği içinde olanlardır. Muahidler ise, aksine Müslümanların din ve vicdan özgürlüklerine saygılı olan, Müslümanların hayat haklarına saldırı içinde olmayan, Müslümanları yurtlarından sürme gibi niyetler taşımayan ve düşmanlarıyla herhangi bir ittifak içine girmeyen gayrimüslimlerdir ki, bunlarla çeşitli seviyelerde anlaşma ve ittifaklar kurmak caiz olduğu gibi, onlarla karşılıklı iyi ilişkiler içinde olmak, karşılıklı çıkara dayalı işlerde ortaklaşa çalışmak da mümkündür.

Dikkatten kaçmaması gereken nokta şu ki, Yahudi ve Hıristiyan türetilmiş (müştak) kelimelerdir. Bu bize, Yahudi ve Hıristiyanları, onları “Yahudi ve Hıristiyan” olmaya götüren sıfatlar dolayısıyla veli edinilmemesi gerektiği fikrini ilham etmektedir. İyilik, ahlak ve adalet üzere süren ilişkilerde Yahudi ve Hıristiyanlarla velayet kurulabilir. Nitekim eşi Hıristiyan olan bir Müslüman erkek, karısını sever ama bu teslis inancını sevmesini gerektirmez. Yine ticari ortağı Hıristiyan veya Yahudi olan bir Müslüman, ortağının hak ve hukukuna, aralarındaki ticari akde riayet eder, etmek zorundadır. Komşu olan Yahudi ve Hıristiyan’a gerekli ihtiram gösterilir fakat bu dininin inanç esaslarına sevgi gösterildiği anlamına gelmez (bkz. 3/Al-i İmran, 28). Yasaklanan velayet, Kitap ehlinin kendi dinlerini esas alıp Müslümanları yönetmeye kalkışması, Müslümanların da bu yönetime boyun eğmesidir. Çünkü bu tür velayetin sonu Müslümanların dinlerinden çıkmasına sebebiyet verebilir.

Objektif ve sosyo-politik konularda sonuna kadar gayrimüslimlere güvenilmeyeceğine ilişkin fikrin temeli, onların kendi aralarında kurdukları ittifak ve yakınlığın her şeyin üstünde ve önünde bir karakter taşımasıdır. Kendi aralarındaki sıkı velayet/dayanışma ilişkisini Yahudilerin kendi aralarında Hıristiyanların kendi aralarında anlamak mümkün olduğu gibi, iki din müntesibi arasında ittifak ve dayanışma şeklinde de anlamak mümkün. Yakın tarihte yaşanan tecrübe ikinci dostluk ilişkisinin somut bir biçimde ortaya çıktığını bize göstermiş bulunmaktadır.

Müslümanlar Medine’ye hicret ettikten sonra, Yahudilerin de içinde yer aldığı kapsamlı bir sözleşme imzalandı. Adına “Medine Sözleşmesi” denen bu sözleşmenin 2. maddesine göre “Bu sözleşmeye taraf olanlar diğer insanlardan ayrı bir ümmet” sayılacaklardı. Burada geçen “ümmet” din müntesiplerinin birliğini değil, “siyasi birliği” ifade ediyordu. Sözleşme son derece adilane maddelerle dini ve etnik gruplar arasında barışçı ilişkileri düzenliyor, belki tarihte ilk örnek olacak şekilde karşılıklı mutabakata dayalı bir “anayasa metni” olmaya aday oluyordu. Ancak Yahudiler, sahip oldukları bunca avantaja rağmen sözleşmeye aykırı olarak Mekkeli müşriklerle ittifaklar kurma yolunu aradılar, Kureyş güçlerini Medine üzerine yürümeleri için kışkırtmayı istediler, Hz. Peygamber’e karşı suikast planları kurdular, Müslümanların içinde faaliyet gösteren münafıklarla ahlak dışı komplolar kurmaya çalıştılar.

Ayetin indiği tarihsel ortamda, yani Medine’de ağırlıklı gayrimüslim Yahudilerdi. Hıristiyan sayısı ihmal edilecek kadar azdı. Buna rağmen ayet, her iki Kitap ehli din müntesibine karşı uyarıda bulunmaktadır. Bunun tamamen din farkından kaynaklanan bir sebebe dayandığını söylemek mümkündür. Çünkü normal şartlarda din müntesipleri kendi aralarında bir iç dayanışmaya sahiptirler, Hıristiyanlar da, Müslümanlara karşı politik ve askeri tutumlar aldıklarında bu tutum alışta dini faktör rol oynamaktadır. Ancak elbette bunun her zaman değişmez bir kural olarak işleyeceğini iddia etmek yanlış olur. Zaman zaman Hıristiyanlar kendi aralarında giriştikleri şiddetli savaşlarda (mesela Katolik latinlerin Odtodox Bizans'a yaptıkları saldırılar tarihin en acımasız katliam ve tahriplere örnektir), Müslümanlarla işbirliği içine girebilir, Müslümanlar ile Hıristiyan veya Yahudiler arasında birtakım adilane çıkar ilişkileri kurulabilir, ittifaklar kurulabilir. Şu var ki söz konusu ittifak ve işbirliği İslam’ın ve dünyada nerede yaşıyor olursa olsun, Müslümanların aleyhinde olamaz.

Durum bu merkezde olduğuna göre, aralarında birtakım anlaşmalar var diye, Yahudi ve Hıristiyanlarla sevgi bağına dayalı dostlar kurulması, onlara her sır ve bilginin rezervsiz aktarılması mümkün değildir. Kim bile bile böyle bir pozisyon içine girecek olursa, demek ki niyeti Müslümanların çıkarlarını ve siyasi bağımsızlıklarını korumak değil, onların çıkar ve üstünlüklerini korumaktır. Bu da onu kendilerinden saymaya yeterli bir sebeptir. İbn-i Abbas “onlardandır” lafzının, “sanki onlar gibidir” şeklinde anlamak gerektiğini söylemiştir. Böyle yapan kimse veya kimseler hem kendilerine hem başkalarına yazık etmiş olurlar. Allah da bu tarz zulüm işleyenlere doğru yolu göstermez.

Nitekim selim duygu ve sağduyuya sahip Müslümanlar böyle bir tutum içine girmezlerken, bir türlü iç dünyasını olduğu gibi yansıtmayan, ikili oynayan, bu tarafa da öbür tarafa da şirin görünüp vaziyeti idare etmeye çalışanlar –ki bunlar kalplerinde hastalık olan münafıklardır-, gerçek düşünce ve niyetlerini bildikleri halde onların içinde yer almaya azami gayret gösteriyorlar, ellerinden gelen çabayı harcamaktan geri kalmıyorlar. Öne sürdükleri gerekçe, kendilerinde güç gördükleri gayrimüslimlere karşı kendilerini koruma içgüdüsüdür. Şartların aleyhlerine döneceğinden kaygı duydukları için, Müslümanların genel çıkarına ve maslahatına aykırı olduğunu bildikleri halde gayrimüslimlerle iç-dışlı oluyorlar, onlara birtakım vaadlerde bulunuyorlar, hatta yerine göre kritik zamanlarda onlardan yana politik ve diplomatik tutumlar takınabiliyorlar. “Daire” zaman içinde şartların dönmesi, zafer, üstünlük, siyasi ve askeri hükümranlık, güç ve kuvvetin el değiştirmesi demektir. Bu, bir bakıma salt çıkara dayalı reel politiğin ilkelerin ve ideal politiğin önüne geçmesi, pragmatizmin ve giderek oportünizmin insanın ahlakının bir parçası haline gelmesine yol açar.

“İçlerinde veya aralarında çabalar yürütmek” çeşitli lobi faaliyetleri yapmak, onlara yardım etmek, bağışlarda bulunmak, İslam dini aleyhindeki faaliyetlerini görmezlikten gelmek veya binbir teville mazeretler üretmek, onların sempatisini ve desteğini kazanmaya çalışmak vs.dir. (4/Nisa, 141.)

Müslümanların genel çıkarlarını tehlikeye sokacak şekilde gayrimüslimlerle ittifak ilişkileri kurmak her zaman yarar getirmez. Allah bir fetih/zafer veya katından bir emir getirir, - üstelik Allah’tan bir fetih veya zafer bağışlayan bir emir gelecek olsa, bunda insanların herhangi bir katkısı olmaz, tamamen Allah’ın lütuf ve ihsanı olur- münafıklar içlerinde gizli tuttukları kötü niyetlerinden dolayı derin bir pişmanlık duyabilirler.

Şartlar kötülerin lehine döndüğü gibi iyilerin de lehine dönebilir. Veya bir anda her şeyi kudret elinde tutan Allah, katından bir fetih ve zafer nasip eder. İşte o zaman sözde bütün safiyetleriyle mü’minlerin yanında yer aldığına ilişkin yemin edenlerin iç yüzü ortaya çıkmış olur, gizli niyetler, plan ve komplolar açığa çıkar. O zaman imanında samimi olanlar “Bunlar mıydı yemin billah ederek sizinle beraber olduklarını söyleyenler” diye sorarlar. Sıkı durmayan, Müslümanlarla birlikte hareket etmeyen, en küçük bir zaaf anında gücün ve üstünlüğün kendilerinde olduğunu vehmettiği Yahudi ve Hıristiyanlara meyleden ikiyüzlülerin bütün yapıp ettikleri boşa çıkmıştır, plan ve stratejileri çöküp iflas etmiştir. Bu da onların ziyana uğramalarına sebeptir. (5) (alibulac.net-3 Kasım 2019.)

Notlar

1) Ali Bulaç, Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı -Meal ve Sözlük- s. 3.

2) Ali Bulaç, Kur'an Dersleri/Tefsir, Çıra Yayı. İstanbul-2016. III, 157-160 ve 270-271.

3) Kur'an Dersleri, VII, 41-43.

4) Kur'an Dersleri, V, 33-36.

5) Kur'an Dersleri, III, 24-28.

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR