Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Mustafa DOĞU


Adım adım büyük İsrail mi?

Bazı ülkelerde mezhep saikleriyle oluşturulan cepheleşmelerle diğer bazı İslam ülkeleri bunlarla meşgul kılınıyordu. Yani herkesin başına bir dert musallat edilirken kendilerine alan açan Evangelist ABD ile Siyonist İsrail kol kola girerek ortak hedefleri


??Padişahlardan biri, yeni vergiler koyduğunda ya da mevcut vergileri artırdığında, sadrazama;
- Git bakalım, halkın arasında bir dolaş. Vergilere alışmışlar mı? dermiş. Sadrazam da, halkın arasında dolaştıktan sona padişaha;
- Padişahım, halkın suratı bayağı asık, canları da sıkılmış durumda ama işlerine-hayatlarına devam ediyorlar... Dediğinde padişah da şu şekilde yorum yaparmış.
- Tamam, demek ki sorun yok. Alışırlar alışırlar... Bir süre sonra yine vergiler artırıldığında, padişahın talimatı üzerine sadrazam halkın arasında dolaşır ve izlenimlerini aktarırmış;
- Padişahım, bu kez halkın az bir kısmının suratı çok asık, öfkesinden sirke küpüne dönmüş, bir kısmı ise hiçbir şey olmamış gibi gülüp eğleniyor... Galiba bu kez vergileri çok artırdık.
- Yok yok. Merak etme sen. Önemli bir şey gözükmüyor. Alışırlar, alışırlar... Bu böyle devam etmiş gitmiş. Günlerden bir gün, yine yeni vergiler getirildiğinde, sadrazam halkın arasına karışmış, dolaşıp geldiğinde şaşkın bir vaziyetteymiş.
- Padişahım hiç sormayın. Bu kez kafam karmakarışık. Çünkü hiçbir şey anlamadım. Herkes çok neşeli, gülüyor hatta sokaklarda oynuyorlar... ?Tamam´ demiş padişah.
- Eğer halk oynamaya başladıysa, artık vergileri arttırmaya gerek yok. Her şey kabullenilmiş demektir...´´
Bu hikâyede Padişah´ın yerine ABD öncülüğünde ki zalimleri, vergilerin yerine de ortaya koydukları zulümleri, halk kısmına da müminlerin koyduğumuzda maksat sanıyorum hâsıl olacaktır.

Birinci ve ikinci dünya harbinin galipleri yenidünya düzenini kurma ve haritaların yeniden şekillenmesini sağlama amacıyla toplantılar/konferanslar tertipliyor ve hazırladıkları antlaşmaları savaşın tüm taraflarına imzalatarak sınırları çiziyorlardı. Bu dönem aynı zamanda neo-sömürgeciliğin ve neo-işgallerinde tarihiydi. İşte İsrail devletinin oluşumuna çok önemli bir alt yapıyı oluşturacak Filistin işgali bu dönemde İngilizler tarafından gerçekleştiriliyor ve BM´in onayı ile o bölgenin manda yetkisini uhdesine alıyordu. 1916´da İngiliz idareci Sir Henry McMahon, Osmanlı´nın egemenliğindeki Arap coğrafyasında Araplara, 1917´de ise İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, Filistin´de Yahudiler için bir vatan kurulması sözlerini veriyorlardı. Bu vaatler zamanları geldiğinde gerçekleşecek ve Ortadoğu yeni devletlerle yeni şeklini alacaktır. 1916´da imzalanıp yürürlüğe konan Sykes-Picot antlaşması gelecekte bu coğrafyanın yeniden nasıl, kimler tarafından şekilleneceğinin önemli bir göstergesiydi. İşte 1948 Filistinliler için ?El-Nakba ? Felaket günü? olurken, Yahudiler için büyük bir bayramın, ?Arzı Mev´ud ? vaadedilen topraklar? inancının yeniden hayata hâkim kılınmasının miladı oluyordu. BM´de yapılan oylamada bu işgalci devleti ilk tanıyanlardan biri ne acıdır ki, uzun yıllar o toprakları elinde bulundurmuş ve adaletle hükmetmiş koca bir imparatorluğun bakiyesi olan Türkiye Cumhuriyeti devleti olmuştur.

- 1948´de İsrail devleti ilan edilirken o dönemin başbakanı olan David Ben Gurion yaptığı konuşmada: ?Filistin´in bugünkü haritası İngiliz manda yönetimi tarafından çizilmiştir. Yahudi halkının, gençlerimiz ve yetişkinlerimizin yeniden çizmesi gereken bir başka harita vardır ki, o da Nil´den Fırat´a kadar olan bölgeyi kapsamaktadır." Bu nihai anlamda siyonist devletin ulaşacağı sınırları belirlerken, tüm Yahudiler için hedef tazelemesi anlamına geliyordu. Şu bir gerçektir ki; tarihin tüm dönemlerinde her doğan Yahudi çocuğunu siyonist felsefenin en temel inancı olan ?vaadedilen topraklarda büyük İsrail devletini kurmak ve Süleyman mabedini inşa ederek gelmesi gereken İsa´nın zuhuruna katkı sağlamak? öğretisi ile yetiştirmektedirler.

Çok sayıda Allah elçisine ev sahipliği yapmış ve cari üç İlahi din için kutsal mekânlara ve alanlara sahip bu coğrafyanın kalbine hançer gibi saplanan siyonist-işgalci-terör devleti İsrail kendileri için vaadedilen toprakları ele geçirmek ve ?büyük İsrail devleti?ni kurmak için her yolu-yöntemi kendine meşru kılarak yola çıktılar. Bu uğurda ödenmesi gereken tüm bedelleri ödemeye hazır olduklarını yüksek sesle deklare ederken, hedefe ulaşma noktasında ise insan havsalasının dahi alamayacağı her türlü katliamları icra etmekten asla çekinmeyeceklerini de fiili olarak icra etmeye başladılar. Bu arada işgal altındaki topraklarını işgalcilerden temizlemek ve gerçek sahiplerine yeniden teslim etmek için duyarlılığını yitirmemiş, iradesini satmamış kişilerin öncülüğünde bir takım örgütler Filistin dışında kuruluyor ve Siyonistlere işlerinin o kadar kolay olamayacağını gösterilmeye çalışılıyordu. El-Fetih ki daha sonrasında Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) olacak olan örgüt bunların ilkidir. Her ne kadar bugün gelinen nokta itibariyle El-Fetih için iyi şeyler söyleyebilmek çokta mümkün gözükmese de o günlerde varlığı bile caydırıcı bir etkendi. Bugüne gelindiğinde bu onuru Ümmetin medarı iftiharı diyebileceğimiz örgütsel yapı olarak ?Hamas?ın ve İslami Chad´ın  üstlendiğini görmekteyiz.

Bu dönemde İslam devletleri içinde kendine yakışır onurlu duruş ve söylemleri gerçekleştirenleri ve özellikle Kral Faysal´ı da hatırlamadan geçmememiz lazım. Bedelini hayatı ile ödediği bu lider şu beyanlarıyla uyuyan kalpleri uyarmaya, dumura uğramış beyinleri tedavi etmeye çalışmaktadır. ?Kardeşlerim! Neden bekliyoruz? Dünyanın vicdana gelmesini mi bekliyoruz? Nerededir ki dünyanın vicdanı? Mukaddes Kudüs´ü Şerif sizi çağırıyor. Kendisini kurtarmanızı bekliyor. Neden korkuyoruz? Ölümden mi korkuyoruz? Allah yolunda cihad ederek ölmekten şerefli ve daha faziletli ölüm var mı? Ey kardeşlerim, bizim istediğimiz İslam Milliyeti ve İslami uyanıştır. Milliyetçilik, ırkçılık veya bloklaşma değildir arzumuz. Çağrımız İslami çağrıdır. Allah yolunda cihad etmeyedir çağrımız.

Dinimiz, inancımız, mukaddesatımız ve harimi İslâm içindir çağrımız. Ne zaman ki hatırlasam Haremi Şerifimiz (Kudüs) ve mukaddesatımız işgal ve tecavüz altındadır ve aşağılanmaktadır ve orada günahla Allah´a isyan ve ahlaki çöküntüler sergilenmektedir; işte o zaman Allah´a halisane yalvarıyorum, eğer bana cihad etmek ve mukaddes topraklarımızı kurtarmak nasip olmayacaksa, beni bu dünyada bir an bile yaşatma.?

1967, Araplarla İsraillilerin karşı karşıya geldiği ve tarihe ?6 gün savaşları? olarak kaydın düşüldüğü bir yıldır. 5 Haziranda başlayan ve altı gün süren bu savaşta İsrail, Mısır´ın kontrolündeki ?Gazze ve Sina Yarımadası?nı ve Suriye toprakları içinde bulunan ?Golan Tepeleri?ni işgal ediyordu. Ürdün güçlerini de Batı Şeria ile Doğu Kudüs´ten çıkarıyordu. O coğrafyanın en güçlü devletlerinden olduğu düşünülen ve büyük bir hava gücüne sahip olduğu bilinen Mısır, daha bir uçak dahi kaldıramadan İsrail hava kuvvetlerinin saldırıları neticesinde etkisiz hale getiriliyordu. İsrail´in hayal bile edemeyeceği şekilde çok kısa bir sürede çok büyük bir zafer gerçekleşiyordu. Doğal olarak bu zafer, Siyonistleri iyiden iyiye kontrolsüz hale getirecek, başta Mısır olmak üzere adeta tüm İslam ülkelerinin liderlerine diz çöktürecekti. Aradan yarım asırdan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen bu ezilmişlik-yenilmişlik duygusu -her ne kadar liderler değişiyor olsa da duruş değişmemekte- adeta iliklerine kadar inmiş ve karakterlerine işlenmiş gibi devam etmektedir. Bunun bariz göstergelerinden biri olan ve 1979 yılında ABD´de imzalanan ?Camp David? antlaşması başta Mısır olmak üzere tüm İslam dünyası için tam bir kara gün olmuş ve tarihlerine kara bir leke olarak kayıt düşülmüştür. Bu ihanet antlaşmasını imzalayan Mısır devlet başkanı Enver Sedat bir yiğidin silahından çıkan kurşunlarla son nefesini vermiş ve İlahi adalete doğru yol almaya başlamıştır. Aradan geçen kırk yıla yakın bir süreçte sınır komşusu olan ve özellikle Gazze´deki müminler için nefes alabilecekleri tek kapıyı kontrolünde tutmakta olan Mısır, adeta orada yaşayan insanlara dünyayı dar etmekte ve Siyonist´ten daha zalim bir tutum sergilemekten zerre kadar imtina etmemektedir. Yani diyet ödenmeye devam edilmektedir.

Takvimler 1982´nin Eylül´ünü gösterirken başta ABD olmak üzere batının desteğini arkasına alan ve sindirilmiş İslam ülkelerinin liderlerinin ve halklarının adeta ?alınlarını kaşırcasına? terör devleti İsrail, Lübnan´ı-Beyrut´u kuşatıyordu. Hıristiyan Falanjistleri de yanına alan Siyonistler ?Sabra? ve ?Şatilla? katliamlarına dünyanın gözüne baka baka imza atıyorlardı. Bu katliamların emrini veren baş aktör ise o dönemin İsrail savunma bakanı Ariel Şaron´dan başkası değildi. Tarihin cilvesine bakın ki; bu eli kanlı katil öldüğünde, varlığını Siyonistlerin ideallerinin gerçekleşmesine adamış, onların dertlerini derdi edinmiş, düzenlediği konsüllerle Allah´ın dininin kodlarıyla oynama cüret ve cesaretinde bulunacak kadar pervasızlaşan işbirlikçi-hain Fethullah Gülen; ?büyük bir devlet adamı?nı kaybetmenin üzüntüsünü yaşadığını ilan ediyordu. İşin daha trajik tarafı ise, o gün, bu hain ?büyük din adamı ve vatansever? övgüleriyle birçok medya organında yer işgal etmiş anlı-şanlı(!) yazar-çizer takımı ve devletlüleri (!) tarafından iltifatlara tabi tutuluyor, hakkında övgüler diziliyordu. Eee her devrin adamı olmak ve elde edilen makamları-mevkileri-kariyerleri, kısaca dünyalık kazanımları kaybetmemek kolay bir zanaat olmasa gerek.

Bu pervasız işgallere dur diyecek ve işgalcilere haddini bildirecek ?Davut?lar, ?Talut?lar, ?Musa?lar yavaş yavaş kendilerini göstermeye başlamışlardı. 1987 yılında Gazze şeridinde başlayıp tüm İsrail´e yayılan birinci ?intifada? start alıyor ve çağımızın Davut´ları, Musa´ları, Talut´ları sahneye çıkarak Siyonistlerin kalbine korku salacak ?şeytan taşlama?larına başlıyorlardı. İsrail kendisine taş atan bu yiğitlere elindeki ağır silahlarla müdahale ediyor ve birilerinin ?kontrolsüz güç kullanımı? diye tabir ettiği (kontrollüsü nasıl oluyorsa!) ve ne menem bir şey olduğunu kimsenin anlamadığı bir yöntemle bu ?sivil itaatsizliği?, direnci durdurmaya çalışıyordu. Siyonist Yahudileri panikleten birinci intifada, binin üzerinde can alıp gencecik bedenlerin şehadetle sonuçlanması sağlarken, tüm dünya kamuoyundan olumlu not alıyor, mazlumların yüreklerine bir nebzede olsa su serpiyordu. Netice´de ABD öncülüğündeki ?şer ittifakı? tüm dünya kamuoyunun dikkatlerini üzerinde toplayacak ve geri planda kendilerinin tüm kirli emellerinin hayata geçirilmesini sağlayacak ?barış görüşmeleri? adlı tiyatro oyununu sahneye koyuyorlardı. Bu oyunun adı; ?ölümü gösterip, sıtmaya, silinmişliğe, edilgenliğe, onursuzluğa razı olma? idi. Yani, mütecavizine mümkünse âşık olma, mümkün değilse kabullenme çağrısı idi. Bir insan onurunu yitirmeye dursun, ne sıtmalara razı olunmuyor ki; işte İslam dünyasını yöneten zevatın kahir ekseriyeti bir avuç onurunu yitirmemiş Filistinli Müslümanları bu zillete razı etmeye çabalıyorlardı. Ve halada bu çabaya devam etmektedirler?

Yıllar yılları kovalıyor ve zaman Filistin halkının şahsında tüm müminlerin aleyhine su gibi akıp gidiyordu. ?Oslo görüşmeleri?, ?iki devletli çözümler?, ?ikinci intifada? derken, İsrail kanun-kural tanımaz bir arsızlıkla yeni yeni yerleşim alanları oluşturuyor, insanların evlerini başlarına yıkıyor, hanelerine tecavüz ediyor, öldürüyor, yakıyor, tutukluyor, hiçbir ?aleyhte alınan karar?lar, ?kınama?lar onları kilitlendikleri hedefe ulaşma kararlılığından geri adım attırmıyor, halkının ?tereddüt? dahi yaşamasına izin vermiyordu. Tüm hesaplarını alt-üst eden tek unsur ise Gazze şeridine sıkıştırılmış bir avuç insanlardı. Bunlar İsrail´i devlet olarak dahi tanımadıklarını, kendileri için işgalci bir terör yapılanmasından başka bir anlam ifade etmediklerini söylüyorlardı. İşte bu kabul edilemezdi. Ve bu Siyonistleri azdırdıkça azdırıyor, kuduza çeviriyordu. Bu söylemlerin ağır bir bedeli vardı ve tüm Gazze halkı bunu ödüyordu. İsrail canı sıkıldıkça tüm dünyanın gözlerinin içine baka baka Gazze´ye havadan çok acımasız bir şekilde saldırıyor, cami, okul, hastane, çarşı ne olduğu ve içinde kimlerin olunduğuna bakılmaksızın bombalanıyordu. Hamas ilkel yöntemlerle geliştirdiği füzelerle Yahudi yerleşim yerlerine cevap niteliğinde karşı saldırıda bulunuyor, tek tük de olsa isabet kaydettiğinde İsraili panikleterek ateşkes yapılmasını sağlıyordu.

Takvimler 2010´un mayıs ayını gösterirken bir gemi ?Gazze´ye özgürlük? sloganı ile yola çıkıyordu. Bu geminin adı; ?Mavi Marmara?, yolcuları; dünyanın dört bir yanından gelmiş ?erdemli? insanlar, amaçları; çağdaş (!) dünyanın ambargoya mahkûm kılınmalarını çaresizlikle seyrettiği, açık bir cezaevine-toplama kampına çevrilen Gazze halkına yardım etmek, bu ilkel çağdışı ambargoyu delmek. İşte bu gemi, Akdeniz´de, uluslararası sularda Siyonist İsrail´in tam donanımlı salt komandolarının denizden ve havadan indirme yapmasıyla kuşatılıyor, masum-savunmasız-ellerinde ?çakı? dahi olmayan bir avuç insanı direkt hedef alarak ateş ediyorlardı. Bu korkunun, paniğin, acziyetin bir işareti idi. Neticede gemi ele geçiriliyor, on adet şehit, çok sayıda yaralı ve gemidekilerin tamamının tutuklanmasıyla sonuçlanan bir final. Bu vahşeti-saldırganlığı İHH´nın çok başarılı bir yayını ile tüm dünya canlı yayın olarak televizyonlarından izliyordu.  Bu gemi, her ne kadar planladıklarını gerçekleştirememiş olsa da, onlarca-yüzlerce filoyla yapılamayacak bir sonucu elde etmiş ve yıllarca dünya kamuoyunda konuşulur kılmıştır. Uluslararası arenada haklarında açılan davalarla İsrailli bakanlar ülkelerinden dahi çıkamaz hale gelmişlerdir. Ama ne hazindir ki arazide kazanılan bu büyük başarı her zaman olduğu gibi masada çok az bir pahaya kaybedilmiştir.

Yine takvimler 2010 yılının sonlarını gösterirken Tunus´ta başlayan isyan dalgası domino etkisiyle tüm Ortadoğu´yu sarmakta ve ülkelerde ayaklanmalar başlamaktaydı. Bu dalga bazı ülkelerde başlamadan bitirilirken, birçoğunda iktidar değişimlerine kadar gitmekteydi. Fakat bahar çok hızlı bir şekilde hazana ve arkasından çetin bir kış soğuğuna evirilmiş, ABD-AB ve İsrail olaya hemen müdahil olarak birçok ülkeyi iç savaşın girdabına iterken, bazılarında gerçekleştirdikleri darbelerle, eskiyi bile ?mumla aratacak? yeni kadroların iktidar olmalarını sağlamışlardır. Zira İsrail´in güvenliği açısından bu kaçınılmazdı. İşte senaryonun son noktası Suriye idi ve buradaki oluşacak her türlü zafiyet İsrail´in elini güçlendirecek, emellerine hizmet edecekti.

Trump ABD´de seçime ?büyük İsrail devleti?nin oluşumunu hızlandıracak ve gerçekleştirecek önemli adımların atılması anlamına gelecek vaatlerle iktidara yürüyordu. Bu adımların en önemlisi de kuşkusuz Kudüs´ü İsrail´in başkenti olarak tanıma anlamına gelecek olan büyükelçiliği oraya taşıma vaadiydi. Ve bunu tüm dünyanın gözünün içine baka baka yaptığı imza şov ile gerçekleştiriyordu. Tüm dünyadan yine hiçbir anlam ifade etmeyen ve zerre kadar caydırıcılığı olmayan bildik klasik karşı çıkışlar. ?Tanımıyoruz?, ?yok hükmündedir? vs. Ve adım atılarak teori pratiğe indirgeniyor ve büyükelçilik Kudüs´e taşınıyor. İslam ülkeleri yine her zaman ki bilindik duruşunu bozmadan kınamalarda bulunuyor. Türkiye´nin öncülüğünde İİT, Arap Birliği vs. gibi oluşumlar ise zevahiri kurtarmak için bir araya gelerek bir takım kararlar alıyorlar. Bu alınan kararlarda ?Doğu Kudüs?ün bağımsız Filistin devletinin başkenti olduğu da var. Kimse kimseyi aldatmasın, ne bağımsız Filistin devleti diye bir devlet var, ne de bunun başkenti. Zaten Kudüs´ü bölüyor olmak bile başlı başına bir garabet değil mi? Peki atılan bir adım var mı? Hani nerede bölmeye bile razı olduğunuz Filistin devletinin başkentinde büyükelçilikleriniz?

Takvimler 2019´un mart ayının sonlarını gösterirken Trump yine bir imza şov ile bu defada 1967´de işgal ettiği ve Suriye´ye ait olan ?Golan tepeleri?nin İsrail toprağı olarak kabul edilmesi anlamına gelen kararnamesini imzalıyor. Tüm dünya yine aynı nakaratı tekrarlayarak karşı çıkışı sergiliyor. Henüz imzanın mürekkebi yeni ve kurumadı, dolayısıyla Trump bu imzanın gereklerini nasıl yerine getirecek ve önümüzdeki günler neye gebe hep birlikte göreceğiz. Burada üzerinde durmamız gereken nokta ?sonuç? olmamalı. Sonuca götüren ?sebepler? olmalıdır.

Suriye sekiz yıl önce bir iç savaşın içine itilerek her yönüyle zayıf ve güçsüz bırakıldı. Büyük bir oyun oynanıyordu ve bunu fark etmek için feraset, basiret gerekiyordu. Zalimliği öne sürülerek bir iktidara karşı derme-çanta oluşturulan bir muhalefet ile isyan başlatılıyordu. Eğer bu gerekçe ile tüm ülkelerde bir isyan başlatılacak olsaydı Ortadoğu´da, Asya´da, Amerika´da ve hatta Avrupa´da kaç tane ülkede şu anki mevcut iktidarlar mevcudiyetini muhafaza edip sürdürebilirlerdi. Dolayısıyla Suriye´de üretilen bu gerekçe inandırıcı değildi ve aradan geçen zamanda bunu doğruladı. Zalim denilen iktidar hala iş başında ama Suriye eski Suriye olmaktan çok uzakta. Topraklarında birçok ülkenin askerleri gezmekte, birçok terör örgütüne üst olmakta, kaosun-karmaşanın-belirsizliğin içinde debelenip durmaktadır. Geleceğine bile başka ülkelerde kurulan masalarda kararlar aranmakta, anayasalar hazırlanmakta. İşte tam bu zamanda ABD´nin himayesinde elli küsür yıl önce işgal edilen topraklarında hak iddiası başlatılmaktadır.

2001´de İkiz kulelere yapılan saldırılarla başlayan süreç planladıkları şekliyle devam ediyor. Önce Afganistan, sonra Irak işgal ediliyor, Arap baharı ile İsrail için tehdit oluşturma ihtimali olabilecek tüm devletlerde iktidar değişimlerine gidiliyordu. Bazı ülkelerde mezhep saikleriyle oluşturulan cepheleşmelerle diğer bazı İslam ülkeleri bunlarla meşgul kılınıyordu. Yani herkesin başına bir dert musallat edilirken kendilerine alan açan Evangelist ABD ile Siyonist İsrail kol kola girerek ortak hedeflerine emin bir şekilde ilerlemeye devam etmekteydiler. Irak tezkeresi geçmediği için hayıflananlar, Afganistan işgaline sessiz kalanlar, Libya´nın NATO öncülüğünde müdahalesine göz yumanlar, Suriye´de batının yanında yer alarak oynanan büyük oyunu fark etmeksizin bu ülkenin büyük bir iç savaşa sürüklenmesi, yakılıp yok edilerek kendini dahi savunamaz pozisyona düşürülmesi ve işgal altındaki topraklarını dahi savunamaz hale getirilmesinde katkılarının olduğunun bilincinde midirler acaba? Devletler hukukunda ?mütekabiliyet? diye bir ilke vardır. Bir devlet güçlü ve kararlı olduğunu, karşı tarafın restine rest ile karşılık verdiğinde ortaya koyar. Hamaset edebiyatı ile değil vesselam.

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR