Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Ramazanda “Elde Etmeye” Çalıştığımız “Bazı” Donelere Dair…

İşin manevi yönünü işin uzmanına ve bu işi hem takva ve hem de bilgi ile kuşandığına inandığımız ve hasseten inanmamız gereken insanlara bırakalım… Ama olayın maddi boyutu da önemli...


Bu yazı, her ne kadar idrak edilmiş bulunan ve inşallah ondan sonra gelen bayramında müjdecisi olan Ramazan ayına ait ibadetleri, yapılıp edilenleri az çok kapsıyor görünüyor olsa da, ona yönelik manevi bir yazı olmayıp, o süreçte elde edilen “bazı” maddi doneleri içermektedir.

Onun manevi yönünü işin uzmanına ve bu işi hem takva ve hem de bilgi ile kuşandığına inandığımız ve hasseten inanmamız gereken insanlara bırakalım…

İlk orucumuzu, hemen herkeste olduğu üzere ailelerimizin teşvikiyle –ve birazda zorlamalarıyla desek daha anlamlı olur- çocukluk döneminde tutmuştuk.

Daha sonra ise, yaşımız ilerlediğinde kendi irademizle orucumuzu tutmuş, sahura kalkmış, oruca niyetlenmiş, gün boyu salt O’nun rızası için aç, billaç kalmış, iftar topunun atılması ve mahalle camiinin minaresinde okunan ezan/lar sonrasında ise iftarımızı açmıştık.

Bu, seremonik durum, birbirlerini kovalayan yıllar, on yıllar boyu devam edip durdu.

Herkes için geçerli olmasa da, bazılarımız için orucun tutulmadığı zaman dilimleri de olmuştur.

Bu ya ihmalden, ya salt bilinçsizlikten, ya da, dindar toplumun, modernizmin baskınlığı dolayısıyla üstesinden gelemediği, bir hâl çaresini bulamadığı bazı mücbir sebeplere binaen oluşan “inanç krizine dair” durumlardan dolayı vücuda gelmiş olabilir.

Biz de, bazı tereddütler ve o mücbir sebeplerle izah edilebilecek durumlara binaen oruç ibadetimizi kısa dönemlikte olsa yerine getiremediğimizi, ama birkaç on yıllardır da birçok ibadette olduğu üzere oruç ibadetinde de “istikrarlı yürüyüşümüzü” biiznillah sürdürmekteyiz…

Konuya, ortadan dalmak icap ederse, mabet dini değil de, onu da kapsayacak şekilde “hayat dini” olan İslam, dünya ve ahiret hayatına vurgu yapıyor olsa da, din ile dünya arasında “ideoloji/inanç/paradigma anlamda” bir ikiliğin, farklılığın olmadığı kabul edilmiş olur.

Bu ifadeyi kullanmaya neden gerek duyduk?

Zamanla İslam’ın hilafına oluşturulduğu görülen, ama buna rağmen İslam’danmış gibi bir işleme tabi tutulan dindarlık olgusu üzerinden birçok olaya, olguya bakıldığı gibi ramazana ait ibadetlere ve değerlere yönelik farklı işlerin kotarıldığına da şahit oluruz.

Bu farklı işlerin başında; “ramazanda türüne özgü bir şekilde oluşan cemaatin” her zaman günlük olarak ilgi alanına girmediği bilinen ve kılınması farz olan vakit namazlarına yönelik ilgisizlik, bir bakıyorsunuz, teravih namazında “ilgi bağlamında” zirveye çıkmaktadır.

Halbuki vakit namazlar fark iken, teravih ise sünnet olup peygamber(s) “belki farz kılınır” endişesiyle o namazı cemaatten ayrı kıldığı rivayet ediliyor.

Tabii ki de sünnete karşı “olumsuz” bir duruşumuz asla olamaz; o başlı başına bu yüce dinin tebliğcisi olan bir peygamberin(s) sünneti olması hasebiyle baş tacı, ama farz namazlar ise baş tacı değil mi?

Teravih namazı vesilesiyle dolup taşan camilerin büyük çoğunluğu, deyim yerindeyse, ramazan dışında “orada namaz kılacak cemaat ve şahıs aramaktadır” dersek abartmış olmayız.

İşin bir başka ve ironik boyutuna gelince…

Belli bir yaştan sonra camide namaz kılan, oruç tutan ve maddi durumu iyi olduğunda zekât ve sadaka veren, kendi imkânı çerçevesinde yoksulu, yolda kalmışı gözettiği düşünülen epey insanın Allah’ın kelâmı olan Kur’an’ı yüzünden dahi okuyamadığını, onunla ilgili bir uğraşısının olmadığını görüp duyunca, insan, kendi toplumu adına üzülmektedir.

Düşünün, bir dinin(İslâm) sahibinin© insanlara yönelik ilk emri “oku/ikra!” olsun ve o da adeta “ben okumayacağım, zira onu bizim için hocalar okuyorlar ya!” diyerek tepki verdiklerini…

Buna rağmen, her ramazan günü camilerde günde üç vakit hatim yapılmakta, Kur’an okunmakta ve çok kişi de, onu, sadece sevap umarak dinlemeyi tercih etmektedir.

Tamam, Kur’an, salt sevap kazanmak için de okunabilir, ama onu hem literal anlamda okuma, hem dersler, ibretler çıkarma ve hem de ondan kalıcı ve sahih değerler(toplumsal, yönetsel sistem) elde etmekte işin esaslı parçası olarak kabul görmelidir.

Bu konuda, muzdarip olduğumuzu dile getirmekte bir beis görmüyoruz, görmemeliyiz.

Zira bizi biz yapan değerlerin kaynağı Kitab-ı Kerim olup o aynı zamanda “tekrarlana yedi” ve hakkı batıldan ayıran Furkan’dır.

Bununla birlikte, kendi çabamızı abartmayıp, onu mütevazı bir şekilde değerlendirmiş olmamızın yanında, onun ne söylediğini idrak sadedinde Kur’an, meâl, tefsir ve sözlük yardımıyla anlamaya çalıştığımızda, bu iş dahi hayretle karşılanmaktadır.

Çoğu şöyle diyor; “Bu şekilde Kur’an’a devam edilirse şevval ayında dahi Kur’an hatmedilip bitmez!”

Bizim derdimiz, onu kısa bir sürede bitirmek değil, anlayarak okumak ve onu hayata taşımak.

Hatta ana dili Arapça olan insanların önemli bir kısmının dahi, bizim gibi yaptığını, onu metni ile birlikte tefsirine de baktığını söylemek gerekir.

Buraya kadar, onu araçsallaştırmadan, salt sevap elde etmekten tutunda, onun ışığında bir bütün olan hayatın birçok alanında “Müslümana ve insanlığa uygun” yeni ve özgün(orijinal) yol, yöntem ve sistem kurmak için, kaziyede bulunmak gerektiğini işaretle yetinelim…

Ramazanda, camilerde Kur’an’a yönelik hatim ile ayın son on gününde sünnet olan itikâf ibadetini yerine getirme uğraşısı içerisinde olan Müslümanlar her zaman olagelmiştir.

Biz de âcizane olarak belirtirsek eğer, bugüne dek, birkaç ramazanda, o da peş, peşe birkaç günlükte olsa, bu ibadeti yerine getirmeye çalışmıştık; başta evden, çoluk, çocuktan ve dünyadan uzakta, ama madden değil de, bilinç, direniş ve mücadele bağlamında dışarıyı da ıskalamadan o ibadeti yerine getirmek gerekir.

Epey zamandır itikâf yapmadık.

Biz şahsen, bu ibadeti yerine getirirken ola ki dışarı ile olan ilişkilerimizde bir kırılma olabilir ve cevaplamamız gereken mevzularda yaya kalır gündemi ıskalarız diye bu ibadeti yerine getir(e)medik.

Zaten, bu ibadet bir ihtiyaç olmakla birlikte, ömürde bir saat dahi uygulanmış olsa, maksat yerine gelmiş olur.

Gündemde neler vardı; AK Parti’nin, büyük oranda yıllar yılı ortaya koymaya çalıştığı iyi çabalarının yanında, uzun yıllara dayanan “mutlak iktidar”ının getirmiş olduğu birçok sebebin ve yıpranmışlığında etkisiyle yerelde büyük oranda oy kaybetmesi; yine yapılan bu seçimle de ilişkilendirilebilecek olan Kürt sorununun çözümüne yönelik henüz fiili olmayıp, dile gelen/getirilen söylemlerin mahiyeti; Gazze’de Siyonist çete tarafından sergilenen vahşet karşısında, oraya yönelik olup bir türlü kesilmeyen ticarete karşı duyarlı toplum kesimlerinin çabaları ve bu çabaların, iktidar tarafından ziyade muhafazakâr medya tarafından adeta tukaka edilip, o eylemlerin arkasında, “ne olursa olsun” dış(ya da FETÖvari yapılanmalar) güçler, provokasyon ve komplo arama hastalığı da hem ramazan ve hem de itikâf sürecinde devam etti, durdu.

Gerçi, adeta bir nevi “bayram hediyesi kabilinden” hükümetin var olan ticareti az da olsa kısıtlamaya yönelik almış olduğu kararları içeren haberler iyiye alamet sayılsa da, bu davranış, bu sakil ticarete karşı haklı eylem ortaya koyan genç çocuklara yönelik karalama dilinin geri çekilip çekilmeyeceği ve onlardan özür dilenip dilenmeyeceği de “şimdilik” belirsizliğini korumaktadır.

Yine bu ramazan döneminde, “İslam/İslamcı” kimliği kabul edip ona layık olmaya çalışan insanlar olarak, bize dışarıdan monte edildiği ayan, beyan ortada olan muhafazakârlık ideolojisi bağlamında, epey insanın kafasının karışık olduğunu gözlemleme fırsatınız oldu.

İnsanın, içinden ve can-ı gönülden “keşke olmasaydı” diyesi geliyor, ama nafile.

Tamam, ortada tek çeşit bir İslamcılık yok, herkes, en başta maksadı sulandırmadan kendine o çerçevede bir yorum seçebilir, ama ortada maksat ve meramı dile getirmek açısından tek bir muhafazakârlık çeşidi olmadı halde, salt iktidar, tartışmalardan etkilenmesin diye muhafazakârca refleksler ortaya koymakta neyin nesi olur?

Bu da tez elden cevaplanmayı gerektiren bir konu olarak orta yerde durmaktadır.

Bir de az buçuk kaziye yaptığımızda şuna da şahit olduk; sanki yürürlükte Kur’an’ın, o berrak ışığında bir toplum ve yönetim varmışçasına, iktidarı kendi konumunu dikkate almayarak, onun bulunduğu noktanın İslam olduğunda ısrar etmek, partinin dahi kendi kuruluş ve zihin dünyasına dikkat edilmeden; demokrasiye şirk yaftası vurma garabetini de bu muhafazakârlık üzerinden okumuş olduk.

Burada bir akıl tutulması vardı, ama çoğunluk, içerisinde bulunulan bu akıl tutulmasını bir türlü göremiyordu.

Demokrasiye illa da şirk yaftası vurulacaksa eğer, hiçbir tarafa çekmeden partilere karşı “tarafsızlık içre” bir mesafe konur ve “ne adına olursa olsun” hiçbir partiye meyil edilmez ise, bu tür bir söylem, kendi bütünlüğü içerisinde tutarlı olarak değerlendirilebilir.

Ama bizim parti yerli ve İslamca hareket ediyor, şu parti sözde

Müslümanlardan oluşuyor, ama hem yerli değil ve hem de İslamca hareket etmiyor yargısı pek de makul ve tutarlı bir yargıyı ve yaklaşımı içermiyor.
Ulusalcı bir parti o ittifak içerisinde olduğu için yanlış yolda ise, milliyetçi bir partide “İslamca” davrandığını düşündüğümüz bir partiyi derin markaja almışa, buna ne demek gerekir?

Konu ile ilgili görüşlere ve “karşı” görüşlere epey zamandır aşinaydık, ama bu yerel seçim sürecinde bayağı mutali olduk.

Her seçim döneminde “iktidarı ve muhalefetiyle” o da adeta karşılıklı olarak sözleşilmişçesine “bu seçim çok kritik, yüz yılın seçimi” laflarından geçilmiyordu.

Kim kazanırsa kazansın, bir kırılma anı olmadıktan sonra laik, seküler ve “muhafazakâr” sistem, toplum ve anlayış yerli, yerinde kalacak ve İslam ise sözünü söylemeyi ve birçok alanda hükmünü sürdürecektir.

Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.

Bu vesileyle geçmiş bayramınız da mübarek olsun.

Îd mubarek!

Cejna we pîroz be!

Roşoné şıma bımbarek bo!

 

Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR