Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Kar Senesi…

Yazımızın başlığına “Kar Senesi” olarak belirlemiştik. Neden acaba? Karın senesi mi olurdu haddizatında! Gelmeyince, yağmayınca kıymete binerdi. O,başlı başına bir nimet ve toprağın, dolayısıyla bitkinin örtüsü idi, ama onu ne yapmışsak küstürmüştük. O da, gelince nazlanır, çoğu yıl bekler dururuz da yağmaz ve “kar, birden bastırdı” kabilinde üç aylık yağacakken, o miktar bir, iki gün içerisinde yağardı.


“Havada da kar sesi var.”

Bugün, yarın yağdı, yağacak denilen kar nihayetinde yağdı. Alışıldık üzere ülkenin kuzey doğusuna, kuzey batısına, doğusuna ve içbölgelerine olduğu kadar, pek yağmadığı Güney Anadolu(Toros) bölgesine de…

Nihayet kar Toroslardan bir yol bulup, adeta beyaz bir kütle olarak yağdı; Tarsus, Adana, Gaziantep, Adıyaman, Diyarbakır, Batman’ın bir kısmı ve hatta epey zamandır karın hiç düşmediği ya da çok az düştüğü yerlerden olan Urfa’ya…

Saydığımız bu şehirlerin önemli bir kısmı, adeta doğudan batıya olabildiğine dar bir şekilde yer alıp hemen, hemen aynı iklime, bitki örtüsüne sahip iken, Urfa, dört yönü itibarıyla geniş bir alana; farklılık arzeden iklim koşuluna ve bitki örtüsüne sahipti.

İşte, bu iklimsel farklılık ve değişik bitki örtüsü, hava olayları konusunda da yöreye ayrı bir farklılık katıyordu. Ki, en kuzeyde Karacadağ, hem de kayak pistine ve konu ile ilgili turizm potansiyeline sahipken, en güneydeki Akçakale’de, Ceylanpınar’da vb. oralarda yaşayan çocuklar, karın adını duydukları halde, onu pek de görmemişler, ellerine almamışlar, kar topu oynamamışlar ve ihtimaldir ki, hiç kardan adam yapmamışlar.

Oraların çocuğu, karı, büyük bir ihtimalle televizyon ekranlarından tanıyorlardır. Ama onunla hemhal olmadıkları için kar onları üşütmemişlerdir de…

Bu durum bir defa, hepimizin el birliği etmişçesine tabiata karşı bir nevi düşmanlık besleyerek  ve ona hınç duyarak, ona yönelik nice kötülüklere imza atmamızdan sadır olduğu ile alakalı idi.

Onun dostu, kardeşi, yoldaşı değildik de, sanki onun düşmanı idik! Halbuki eşya ile ünsiyet kurmak, ona yaklaşmak, onunla yakınlaşmak tabiatla ve dolayısıyla toprakla da mümkündü. Ama biz onu, hırslarımız ve ideolojilerimiz,  bir müddet sonra maddeye endeksli hayat telakkimiz, aramızda var olan, olması gereken dostluğu –o istemediği, arzulamadı halde- düşmanlığa tahvil ettik, ettirildik. Ettirildik, zira şeytanın iğvası ve şeytanlaşan insanların(ideolojilerin) marifetiyle, birazda kendi arzumuz istikametinde böyle bir belaya düçar olduk.

Kar yağdı, yağacak olsa da, gel de bize dost olsundu!

Yaptığımız bunca yanlışa rağmen kar yine yağdı; hu kez, bir Antep örneğinde olduğu üzere, meteorolojinin bildirimine göre tamı tamına üç ayda(doksan gün) yağması beklenen kar, bir, iki günde yağdı! Bu durum, bir bölgeyi cezalandırma mıydı? Elbette ki tek başına değil!

Bu, böyle de okunabilirdi. Mümkündür de, ama…

Eğer, bunu böyle okuyacak olursak,o zaman dağlarından aşağı akıp giden ve doruklarda eriyen karların birleşmesinden oluşan ve sele dönen su kütlesinin bir çırpıda dağıtığı, kimyasını, yer şeklini değiştirdiği Karadeniz bölgesindeki yerleşim yerlerine de bu cezalandırıcı gözle bakmamız gerekirdi.

İşin esprine uygunluk içerisinde gizli bir şekilde cezalandırma varsa da bu Karadeniz’de sel felaketi olarak, fay hatlarını olduğu yerlerde deprem olarak, Torosların güney ve doğusunda da kütlelerce kar yığını şeklinde kendini ortaya koyuyordu.

Geleneksel, aynı zamanda bugüne dek test edilmiş bir bilgiye göre dünyada her yedi yüz yılda bir kuraklık olur ve akabinde gelecek her yedi yüz yıl içerisinde de ürün bolluğu, bereketi olurdu.

Bizde, gerek dünya ve gerekse de coğrafyamızın el’an konu ile ilgili durumuna baktığımızda, sanki bu yedi asırlık kuraklık dönemine onlarca yıl öncesinden girdiğimizi düşünmeden edemiyor insan.

Çok eski tarihe değil, yetmişlere dönüp baktığımızda, o yılları “susuz yaz” olarak tanımlamamız ve onun sinema literatürüne girmesi de boşuna değildi elbette. Hatta, hatırladığım kadarıyla, her biri avlulu olup ortalama yirmi, yirmi beş evden oluşan sokağımızda, yetmişlerin sonuna geldiğimizde tüm tulumbaların –bizimkisi de- kuruduğuna ve belediyenin para karşılığı sattığı şebeke suyuna muhtaç odluğumuzu/edildiğimizi dün gibi hatırlıyorum.

Giden geri gelmiyor…

Yazımızın başlığına “Kar Senesi” olarak belirlemiştik. Neden acaba?

Karın senesi mi olurdu haddizatında! Gelmeyince, yağmayınca kıymete binerdi.

O,başlı başına bir nimet ve toprağın, dolayısıyla bitkinin örtüsü idi,ama onu ne yapmışsak küstürmüştük. O da, gelince nazlanır, çoğu yıl bekler dururuz da yağmaz ve “kar, birden bastırdı” kabilinde üç aylık yağacakken, o miktar bir, iki gün içerisinde yağardı.

Bundan öncede İstanbul gibi birçok şehirde, alabildiğine yoğun kar yağışını olduğu yıllar söz konusu idi. Hatırda kaldığı kadarıyla; 1987, 2002, 2004, 2008…

Mutlaka bu yılların insanlar üzerinde olumlu, olumsuz ve haliyle de nostaljik bir yönü vardı. Zira tarih devam ede gelen bir özelliğe sahipti.

İunun gibi 1913’te de o yılları yaşamış yöre insanının(Urfa vb.) hatırasında kaldığı, iz bıraktığı oranda, bir kısmı iki katlı olan eski evlerin damlarını aşar oranda yağan kardan dolayı, o yıla “kar senesi” denmesi uygun görülmüştü.  Hatta o dönemi yaşayan insanların tanıklığıyla Kürtçede de o yıl “sal a berf é” olarak hafızlarda yer etmişti, İnsanlar, günlerce ellerinde kazmalarla, küreklerle yol açıp işe, çarşıya, pazara gidip gelmişler.

O yılın bu şekilde anılması, karın kendisinden değil, belki de o yöreye yağmayacak oranda ve birden yağması ile ilgiliydi. Bir başka yörede yaz günü sıcaklığı neredeyse elli dereceye varmış olmamsı da büyük bir ihtimalle zihinlerde “en sıcak, kavurucu günleri aylar” olarak kalacağı gibi.

Keza, geçen yılım en sıcak yazını; Adıyaman, Urfa ve Cizre yaşamıştı. Yaklaşık elli derecenin de bir hayli üstünde. Bu, sadece geçen yıla ait bir bilgi mi? Tabii ki de hayır! Neredeyse her yıl. Karda her yıl oralara yağmıyor, yağınca da birkaç aylık kar, bir, iki gün içerisinde yağıyordu. Metre kareye çok miktarda ve gökten boşalırcasına aynı anda yağan yağmur misali…

Bir Akdeniz sahil kasabasından Sivas’ın bir köyüne gelin giden kızcağızın, kar yağdığında, şaşkınlıkla yağan şeyin şeker olduğunu kayınvalidesine anlattığı misal, Torosların güneyine de yağan şeyin kar olduğu söz konusu! Kayınvalidenin de dediği gibi, Allah, kışın Sivas’a şeker değil, kar gönderirdi, ama mutat olarak. Anteb’e, Urfa’ya vb. kar yağardı, ama lapa lapa değil, kütle, kütle…

“Kar yağıyor, kar yağıyor / Lapa, lapa kar yağıyor / dağlarımının üzerine / Lapa, lapa kar yağıyor.”… “Berf dıbare / Beff dıbare / xopan, xopan berf dıbare / li ser çiyayên min/xopan, xopan berf dıbare.”

 

Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR