Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Yusuf YAVUZYILMAZ


İSLAM VE SAĞCILIK

Yusuf Yavuzyılmaz; Bir din olarak İslam’ın sağ siyasal tutum ile olan ilişkisi, İslam tarihinin en sorunlu alanlarından biridir.


            Bir din olarak İslam’ın sağ siyasal tutum ile olan ilişkisi, İslam tarihinin en sorunlu alanlarından biridir. İslam düşüncesinin temel özelliklerinden birisi, Allah’ın Peygamberleri aracılı ile tarihe müdahale etmesidir. Bu müdahale Vahiy meleği tarafından Peygambere çeşitli şekillerde gönderilen, Allah’la peygamber arasında özel bir iletişimi ifade eden, vahiy bilgisiyle gerçekleşir. Kur’an bu anlamda Allah’ın tarihe, topluma, kültüre ve ahlaka müdahalesidir. İslami epistemolojinin en özgün tarafı budur. Müslüman zihin tarihte karşılaştığı her tür bilgiyi, vahiyle gelen değişmez bilgiyle karşılaştırarak, kendine özgü bir tavır takınır. Ancak zaman zaman bu doğru tavrın aksine gelişen süreçlere de şahit olmaktayız.

            İslam düşüncesini bekleyen en önemli tehlike, Kur’an’ın tanımladığı kavramların kendi bağlamlarından koparılarak yeniden tanımlama girişimleridir. Kavramların kendi bağlamlarından koparılarak tanımlanması, İslami kavramları kullanırken başka şeylere hizmet etmeye temel oluşturacak bir tavrın kapısını aralar. Bu durum İslami kavramlar ışığında başka ideolojilere meşruiyet sağlamakla sonuçlanır.

            İslam’la sağcı-milliyetçi ideolojiler arasındaki ilişki tamda bu düzeyde gerçekleşmiştir. İslami kavramların Kur’ani bağlamından koparılarak tanımlanması, Müslümanların zihin dünyasını ve İslam’la olan bağlantısını zedelediği gibi, sağ-milliyetçi ideolojilerle sorunlu bir ilişki kurmasına da zemin hazırlamıştır. Örneğin Kur’an Müslümanları Allah’a Peygamberlere ve emir sahiplerine itaat etmeye çağırır. Elbette bu itaatin sınırları konusunda kayıtlar vardır. Bundan dolayı emir sahiplerine karşı gösterilen siyasal duruş ilk ikisinden farklıdır. İslam’ın hüküm sürdüğü zamanlarda bu ilişkide hiçbir sorun yoktur. Ancak siyasal zeminini İslami değerlerin oluşturmadığı bir sistemde, Müslümanların devleti sorun alanı olarak görüp eleştirmelerinin karşısına, emir sahiplerine itaat ediniz tarzında bir çıkış, Kur’ani bir emrin yerine getirilmesi olmayacağı açıktır. Adaletli olsun olmasın emir sahiplerine itaat edilmelidir tezi, İslami bir ilkenin sağcılık adına yeniden üretilmesini sağlamıştır.

            İslami kavramları kullanarak, İslami değerleri temel almayan bir sisteme meşruiyet sağlama çabası, hiç şüphesiz Müslümanlar üzerinde olumsuz bir miras bırakmıştır. Bu çaba İslam’ı kendisine yabancı bir sistem içinde yeniden tanımlama gibi bozucu bir sonuca götürmüştür. Sağcılaşma süreci İslam’ın temel kavramlarını muhafazakar-sağcı- milliyetçi bir zeminde yeniden yorumlanmasına yol açmış, bu durum kavramların anlamı üzerinde yapı bozucu bir etki bırakmıştır. Türk- İslam sentezi böyle yapı bozucu bir sürecin ürünüdür ve hiç şüphesiz bir sapmadır. İslam’ı bu kavramsal çerçeveden öğrenen nesiller, İslam’ı savunuyoruz derken bambaşka bir sistemin savunucusu durumuna düştüler. İşte 1980’li yıllara kadar Türkiye’deki hakim İslam anlayışının ana parametresi budur. 1980’li yıllardan başlayan ve 90’lardan sonra hızlanan sürecin ana sorun alanı, sağcı- milliyetçi bir İslam anlayışı ile gerçek İslam arasındaki ayrışma sürecinin doğurduğu sancılardır. Bu süreçte Seyyid Kutub, Mevdudi, Ali Şeriati’nin “öze dönüş” çabalarından etkilenen genç kuşakların önüne babalarının engelleyici bir faktör olarak çıkmalarının nedeni, babalarının İslam’ı sağcı- milliyetçi bir paradigmanın ürünü olarak anlamaları ve sahiplenmeleridir.

Sağcılaşma süreci Müslümanları düzenin jandarması haline indirgemiştir. İslami gruplar devletin komünizmle yürüttüğü mücadeleye gönüllü destek vermişler ve bir bölümü de aktif mücadeleye katılmıştır. Elbette bunda sol düşünceyi savunan aktörlerin solu sufli bir din karşıtlığı kaba bir materyalizme indirgemelerinin etkisi büyüktür. Bu tutum hem Müslümanları soldan uzaklaştırmış, hem de devletin ve sağ ideolojinin kucağına itmiştir. “Nurlu Süleyman” tanımlaması böyle bir sürecin ürünüdür. Sağ partiler solun İslam’ı dışlaması sebebiyle yıllarca hak etmedikleri bir temsil kabiliyetine erişmişlerdir. Politikada bu süreci kıran MNP ve MSP geleneği olmuştur.

            Müslümanların sağcılaşması sadece İslami kavramların dini ve tarihsel köklerinden koparılarak yeniden tanımlanmasıyla sonuçlanmamış, aynı zamanda dinin toplumsal değişimdeki devrimci rolünü de büyük ölçüde örselemiştir. Bu durum Müslümanların toplumsal sorunlara ilgisizleşmesini doğurmuş, doğan boşluğu da Marksist- sol akımlar doldurmuştur.

            Toplumsal adaletsizliklerle mücadele etmeyen, kentin varoşlarında insanların yoksullaşmasını sağlayan sistemle hesaplaşmayan, işçilerin ve yoksulların sömürülmesine ses çıkarmayan bir dinin toplumsal değişimde rol üstlenmesi beklenemezdi.

            Bütün adaletsizlikleri Allah’ın kaderine havale eden ve bireyin özgürlüğünü yok sayan bir anlayışla “direniş kültürü” oluşturulması imkansızdır.

            Müslümanların niçin solcu olmadıklarının anlaşılabilir tarihsel sebepleri vardır. Ali Şeriati’nin dediği gibi “Bizim komünistler köylere gider, halkı burjuvadan kurtarmak üzere… ilk sözleri: ey ahali, Allah yoktur. Sonra köylüden bir araba dayak yerler ve burjuvazinin karakollarına “kurtarın bizi” diye ağlaşarak sığınırlar.” Bu akıldışı tutum bütün üçüncü dünya ülkelerinde olduğu gibi Türk solu içinde fazlasıyla geçerlidir. Özellikle sol düşüncenin solu kaba bir materyalizm ve ateizm ekseninde savunmaları Müslümanları hem soldan uzaklaştırmış, hem de hiç hak etmedikleri halde sağ partilerin oy deposu haline getirmiştir. Buna birde milliyetçi akımların komünizmle mücadele ederken dini sembolleri kullanmalarını ekleyebiliriz. Dün Müslümanların sağ muhafazakar çerçeve içinde kalmalarını anlayabiliriz, ancak bugün bu durumu makul ve mantıklı gösterecek hiçbir ahlaki neden yoktur.

            MNP ve MSP’nin kurulmasıyla sağ partilerden kopmaya başlayan Müslümanların, siyasal alandaki kopuşları ne yazık ki, ekonomik alanda beklendiği ölçüde gerçekleşmemiştir. Kalkınmacı- devletçi ve korumacı sağcı paradigma, MSP’nin “ağır sanayi” tasavvuruna damgasını vurmuştur. “Ağır sanayi” anlayışı aslında sağ ekonomik düzenin İslami dille yeniden üretilmesi anlamına geliyordu. Aslına bakılırsa özellikle 90’lardan sonra gündeme gelen “adil düzen” kavramı da İslam’ı kalkınmacı ideolojiler içinde yeniden üretme kaygısının bir devanıydı.

            Ak Parti ise, iktidara geldiği ilk yıllarda, geçmiş tecrübelerden yararlanarak yeni bir politika geliştirmeye başladı. Sistemin içerden muhalefetle esnetilip demokratikleştirilemeyeceği tezinden hareket eden Ak Parti, bunun için AB gibi küresel aktörlerle işbirliğine gitti. Müslüman kamuoyunu yıllardır karşı olduğu AB projesine destek çıkmasını sağlamak zor olmadı. Aslına bakılırsa işin trajik tarafı bu dönüşümü sağlayan asıl aktörler 28 Şubatı uygulamaya koyanlardı. 28 Şubat İslamcı- muhafazakar halk kitlelerinin devlet ile olan ilişkilerinin yeniden tanımlanmasına zemin hazırlamıştır. Sol ve Kürt muhalefete karşı sürekli devletin yanında duran muhafazakarlar, 28 Şubatta büyük darbe yiyince, sistemle sorunlu olan diğer kesimlere hoşgörü ile yaklaşmaya başladılar. Bu politikanın alt yapısını da “hoşgörü ve diyalog” fikri oluşturdu. Kabul etmek gerekir ki, Ak Parti uyguladığı politikalarla, sistemin sahipleri olan sivil bürokrasi ve askeri vesayeti büyük ölçüde geriletmiştir. Bu noktada artık yeri gelen soruyu sormak gerekir: “Ak Parti acaba düzenimi değiştiriyor, yoksa Müslümanları düzene entegre mi ediyor?”. Cevabı bir başka yazıya bırakarak şu kadarını söylemek gerekir: her ikisi de paralel gerçekleşiyor. AB ekseninde sürdürülen liberal politikaların İslami aktörler tarafından yürütülmesinin hem Müslümanlar üzerindeki etkileri, hem de din-siyaset ilişkilerinin geleceği açısından doğuracağı sorunlar olacaktır. İktidar sahibi olan, ekonomik bakımdan zenginleşen ve bürokrasiye egemen olan Müslümanların göstereceği performans gelecekte din-devlet ilişkileri açısında önemli bir gösterge olacaktır. Bu süreçte iktidarın başarılı bir performans sergilediğini söylemek oldukça zordur.

            Ancak 2012’den sonra Ak parti eski dönüşümcü rolünü kaybederek devletçi ve milliyetçi bir sağcı reflekse evrildi. Ak Parti, bir yandan milliyetçiliğin en güçlü temsilcisi ola MHP ile işbirliğine giderken diğer yandan, toplumu yukarıdan müdahale yoluyla değiştirmeyi amaç edinen Kemalizm’le yolu zorunlu olarak birleşti.

            Bütün eleştirilere karşın, Türkiye’de sivil ve askeri bürokrasinin devirmek için onca planlar yaptığı süreçte, bu güçleri geriletmek için uyguladığı politikalardan dolayı Ak Partiye büyük destek veren halkı anlamak gerekir. Bir zamanlar Menderes’i asan, Erbakan’ı istifaya zorlayan güçlerin Ak Parti döneminde bir hayli mevzi kaybettiği gerçeğini kabul etmek gerekir. Ak Parti, cumhuriyet elitlerinin İslam’ı tahrip etmesi sonucu, halkla samimi iletişim kurma imkanını kaybetmiş askeri ve sivil bürokrasiye karşı, halkla samimi bir dille adalet üzerinden iletişim kurmanın avantajını uzun zamandır kullanıyor. Böylece hem askeri ve sivil bürokrasiyi etkisizleştiriyor, hem de halkla devleti barıştırıcı bir fonksiyon üstleniyor. Ancak Ak Partinin son yıllarda bu fonksiyondan önemli ölçüde uzaklaştığı da açıktır.

            Bugün Atatürk ve Atatürkçülük, kendini Atatürkçü olarak tanımlayanların gözünde, iktidar, prestij, makam, mevki, itibar, hakimiyet ve meşruluğun ölçüsü olmuştur. Elit kesimin sıkıntılarından biri de bu kıstasın yavaş yavaş ölçü olmaktan çıkmasıdır. İktidarları boyunca halka yaslanmak ve iktidarın meşruluğunu halktan alması gibi bir endişe taşımamış elitlerin bağırmasının bir nedeni de bu. Cumhuriyet elden gidiyor propagandasının arkasında elit kesimin yıllardır kullandığı ayrıcalıkları kaybetme korkusu var. Kurulduğundan bu yana, özellikle 2010 yıllara kadar, Ak Partiye yönelen büyük desteğin arkasında bunun önemli bir etkisi vardır diye düşünüyorum. Şu aşamadan sonra ise yeni bir siyasal anlayış gerekiyor.

Ak Parti, özellikle 15 Temmuz ve Hendek kalkışmasıyla içine düştüğü kriz durumundan, devletçi, güvenlikçi, milliyetçi politikalara dönerek kurtulmaya çalışıyor. Sorunun bir diğer yanı da, İslami düşüncenin tarihsel olarak sağ-muhafazakarlıkla ilgisi ve her kriz döneminde oraya dönüş refleksini göstermesidir. Bu durumun asıl kaynağı İslami düşüncenin sağ muhafazakar ideoloji ile olan tarihsel bağlantısıyla ilgilidir.

Gelinen noktada şu soruyla yüzleşmek gerekir: Amacımız adil bir sitem kurmak mı, yoksa sitemden beslenen kitlenin yerini almak mı idi?

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR