Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Dini ve Hakikati Iskalayıp Mezhebi Öne Çıkarmak…

Sait Alioğlu'nun "yeni" yazısı...


“Bardağın dolu tarafına bakmak!”

Mekke dönemi Arapları, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’in, yüzlerce yıl öncesine dayanan hatıraları içerisinde olup da kendilerine kırıntı şeklinde ulaşan bilgilere bakarak din olgusundan haberdar idiler.

Bu kırıntı şeklinde miras kalan bilgiler, büyük oranda parça doğrulara dayanıyordu.

Bu parça doğrular, yer yer zaman, zemin anlayış ve kavrayıştan dolayı kavram kargaşası içerisinde bulunuyordu.

Bu yanlışlar, Hz. Peygamber’in Allah’tan© aldığı vahiy ile esas olması gereken doğru(sahih) bilgi yoluyla düzeltiliyordu.

Bununla arasında bir olan Allah’a iman, aynı zamanda “kendilerini Ona yaklaştırsın/lar” aruzuyla taştan, ağaçtan putlar yapılmıştı.

Gelen vahiyle bu yanlış doğrusu ile yer değiştirmiş, esas olanla yer değiştirmiş ve gerçek Allah inancına “tekrardan” sahip olunmuştu.

O dönem Mekke’de kendilerine “Hanif” denilen kişilerinHz. İbrahim’in Allah’tan almış olduğu vahye bağlı olarak kıldıkları namaz(salat), tuttukları oruç(savm) ve yapılan Hacc ibadeti, asli haline getirilmişti.

Hz. Peygamber’in(s) Mekke ve Medine’de Müslümanlar arasında yaşadığı süre içerisinde tebliğ ettiği İslam hilafsız ve pürüzsüz bir şekilde sürüp gitmişti. Sadece orada, o da yaşayan insanların, olayları, olguları anlayış ve kavrayış durumuna göre zihinsel planda farklılıkları söz konusu idi.

Bundan dolayı Hz. Ömer’in adalet konusunda kendi paydaşları arasında ilk sırada bulunması ile Hz. Ali’nin, bizzat Hz. Peygamber(s) tarafından “ilmin kapısı” olarak vasfedilmesi bu meyanda zikredilebilir.

Yani, emanetin ehline tevdi edilmesi mes’elesi söz konusu idi.

İslam’ın ilk günleri sayılan dört halife döneminin sona ermesiyle birlikte, bir yönetim biçimi olan – o da siyaset açısından öyle- hilafetin saltanata dönüşümüne binaen, gelinen bu durumdan İslam adına rahatsızlık duyan dönemin âlimlerinin “kendi yanlarından” düşünüp ortaya koymaya çalıştıkları ictihadî çabalar sonucunda birçok ekol, yol, mezhep oluşmuştu.

Bu insanların önemli bir kısmı sahabe, onları takip edenler(tabinin) ve onların da takipçileri olan(etba-ı Tabiîn)idi.

Bunların bir kısmı Kur’an’dan ve Sünnet’ten yola çıkarak oluşan “yeni” durumlara binaen kitap bazlı ilkesel duruşlar sergileme suretiyle Müslümanlara yol göstermeye çalışıyorlar ve bir kısmı da buna ilaveten zalim Emevi yönetimine karşı yapılan kıyamları organize ediyor, bilfiil içerisinde bulunuyor ve mücadele etmeyi sürdürüyorlardı.

İmam Ebu Hanife bunlardan sadece birisiydi.

Onun, Emevilere karşı kıyamı “sözde” bir ihtilal ile zalim bir yönetimi devirerek onun yerine İslam’a uygun ve “özgürlükçü” bir yönetim oluşturmayı taahhüt eden Abbasilerinde birçok konuda yapmış oldukları doğru şeylerle birlikte, onlarında zamanla zulme sapmaları sonucu, var olan kıyam hareketleri bu dönemde de devam etmişti.

Ebu Hanife(İmam-ı Azam) Emevi döneminde görmüş olduğu işkencelere bu dönemde de maruz kalmış ve Abbasi zindanlarında şehadet şerbetini içmişti.

Geçmişte olduğu üzere günümüzde de binlerce Müslümanın sanki “olması gerektiği” gibi itikadi mezhep olarak tanımlanan ekollere bağlılık göstermeleri, o dönem zulme uğramış birçok Müslümanın, adete içerisinde bulunulan durumlara uygun olarak itikadi mezhep formunu seçmek zorunda kalması günümüzde de ideoloji durunu kabilinden değerlendirilmekte ve uygulanmaktadır.

O günden bugüne birçok ekol/itikadi mezhep vücuda getirildi. Bunların büyük bölümü, zaman ve zemin yitimine uğrama yoluyla var olan etkisini yitirerek yok oldu, ortadan kalktı. Bir kısmı ile İslam coğrafyasının bir bölümünde lokal olarak varlığını sürdürmektedir.

Bunlara örmek olarak, Hariciliğin mutedil kolu sayılan İbadî mezhebinin Umman ve Kuzey Afrika gibi yerlerde varlıklarını sürdürdükleri bilinmektedir.

Günümüzde halen yaşayan ve henüz başlı başına bir zaman ve zemin yitimine ciddi oranda uğramayan Sünnilik ve Şiilik İslam dünyasında varlığını sürdürmektedir.

Ama bununla birlikte, her iki ana akım mezhebe bağlı olan fıkhî mezheplere bakıldığında, Şia’da Caferilik ile Zeydilik ve Sünnilikte ise; Hanefîlik, Şafiîlik, Hanbelîlik ve Malikîlik mezhebinin varlığını sayabiliriz.

Bir de bunların bağlı olduğu itikadi/inançsal mezheplerini de saymak gerekir.

Her ne kadar, inanç konusu Kur’an’a açık ve seçik ortaya konulmuş olmasına rağmen, her iki ana ekole nispet edilen itikadi mezheplerin de varlığı bilinmektedir.

Şia için “İmamîye vb. Sünniler içinse, Eş’arîlik ve Maturıdilik öne çıkmaktadır.

Yukarıda bir yerde belirtmiştik; tasavvufun aynen Şiilik, Sünnilik, Selefilik, Haricilik gibi “Sufizm” yani Sufîliğin, o da her akımın iddia ettiği üzere, “kendi adına” Kur’an’ı yorumlama, İslam’ı anlama, yaşama ve bunlardan hareketle de “hayatı anlama, adlandırma” üzerine oluşturulduğunu görmekteyiz.

Bunun da başlı başına bir ekol olduğu, kendi iddialarından belli olmaktadır.

Ama Sufizm çıkış yeri itibarıyla Hind ve İran menşeli olduğu ve dolayısıyla buralardaki diğer ekolleri etkilemesi, onları kendi etkisi altına alması düşünülürken, bu ekolün kendilerini büyük oranda Sünnîliğe nispet eden Türkler ve Kürtler gibi Arap olmayan toplumları etkilediği görülmektedir.

Bu ekolün büyük oranda Arap olmayan toplumları etkilemesinin yanında, Sünniliğin içerisinde bulunan Eş’arî âlimler ile Maturidi âlimleri de bayağı etkilediği söz konusudur.

Örnek olarak; Eş’arî kelâmının önemli isimlerinden İbn Furek’in, aynı zamanda tasavvufçu olduğu kaynaklarda belirtilmektedir.(1)

Normal şartlarda; “Matüridîliğin tasavvuf ve tasavvufun kurumsallaşmış şekli olan tarikatlara mesafeli olduğu; bunun duygusal değil ilmî bir tavır alış olduğu ve ona mesafeli duruşu, mutasavvıfların bilgi kaynakları anlayışı yüzünden olduğu kaynaklarla sabittir.(2)

Ama bu ilkesel duruşa rağmen, son dönem Türkiyeli İslamcı âlim ve düşünürlerden İzmirli İsmail Hakkı’nın da, kendi zamanındaki tarikat anlayışıyla ilgili olumsuz anlamda “güncel” eleştirilerinin yanında bir, iki tarikat silsilesinden icazet(diploma) aldığı da kaynaklarda belirtilmektedir.(3)

Geçmişte kusur aramanın ve bulmanın yanlış bir şey olduğu, hatta suç olduğu düşüncesi, dünden itibaren bugünde Müslümanlar arasında bir hayli revaçta.

Geçmişi temiz görmek ve onu tümden temize çıkarmak, bir açıdan da bugünü yaşayıp da kendini geçmişle irtibatlı kılmaya çalışanların, hem kendi meşruiyetlerini(yasallık) geçmişe bağlamaları ve hem de bu düşünce üzerinden kendilerinin “yapması gerekenler hakkında” işi kolaycılığa vurmaları anlamına gelir.

Bu düşünce biçimini hemen her alamda ve konuda görebildiğimiz gibi, geçmişten günümüze intikal etmiş bulunan “İslamî ekoller” içinde geçerli olup, bizi ilgilendiren tarafı açısından Sünnilik içre varlığın sürdürmektedir.

Araplarla(Arap ordularıyla) Talas savaşı döneminde karşılaşan, onlarla savaşan ve bir müddet sonra İslam’ı kabul eden Türklerin Müslümanlaşmalarının büyük oranda, o da, daha önce müntesipleri olduğu dinlerin etkisi ile bir müddet kaldıkları İran’ın “dinî” manzarasının da etkisiyle tasavvuf yoluyla elde edildiği görülmektedir.

Her nen kadar Türklerin kahir ekseriyetinin Şii değil de Sünnî olmalarının yanında “İslam’la temas kurulduğu anda” Şiiliği de aşan boyutta Batınî ekollerden etkilenmeleri sonucunda bu kesimim büyük bölümünün Sünniliğinin esas Sünnilikten bir hayli uzakta olduğu bilinmektedir.

Bu duruma etken olan bir yığın sebep, saik söz konusu olmakla birlikte, esas sebebin, İslam’ı bu kitleye sunan ana bloğun şu ya da bu şekilde talim etmiş olduğu din anlayışının etkisi söz konusudur.

Buna rağmen, yukarıda da belirtmeye çalıştığımız üzere, Maturidiliğin tasavvufun ve onun kurumalaşmış teşkilatı olan tarikata bakış açısının olumsuzluğu dikkate değer.

Zaten, işin bu şekilde olması, yine yukarılarda bir yerde belirttiğimiz üzere, sufiliğin, kendi başına bir ekol olduğu, İslam’ı anlama ve hayatı da kendine göre anlamlandırma durumuna bakıldığında başlı başına bir ekol olduğu şüpheye mahal vermeyecek kadar apaçık ortada durmaktadır.

Gerisi ise yanlışı ve doğrusuyla kendine Kur’an’ı ve Sünnet’i baz alan Sünniliği “elden geldiği kadar” te’vil edip onu kendi adına dönüştürme ve farkında olunsun ya da olunmasın pâk İslam anlayışına halel getirtmektir.

O halde “Sufizm bu işe neden girişmiş olabilir?” diye sorulduğunda, cevap apaçık ortadadır, o da, kendini Müslümanların nezdinde meşru göstermek olarak değerlendirilebilir.

Hani, “Sufizm “sözde” başlı başına İslami bir ekol ise, onun fıkıhla(İbadet, muamelat, hukuk vs.) ilgili mezhepleri nerede?” diye sormak gerekmez mi? Ama sanırız, o,bu konuda Sünni blokta, onların itikadi ekolerini değil de, fıkhî mehzheplerini kullanmaktadır.

“Hanefî tasavvufçu, tarikatçı”, “Şafii tasavvufçu, tarikatçı”, “Hanbeli tasavvufçu, tarikatçı ve “Maliki tasavvufçu, tarikatçı! Seç, beğen al!

Durum böyle ise “Şiilikte, özellikle de İran’da sufi tarikatlar var mı?” diye sorulabilir.
Buna zevat tarafından verilen en kestirme cevap “İran’da Sufiizm’den ziyade İrfan düşüncesi önplandadır da ondan!” cevabını alırsınız.

Sadede gelelim; Türklerin İslam’la tanışmaları sürecinde onların Müslümanlaşma yollarının tümden Sufizm üzerinden olduğunu söylemek doğru olmamakla birlikte, büyük oranda bu yol üzerinden olduğu söylenebilir.

Bunun yanında İlk Müslümanlık çağlarında Büyük Selçuklu döneminde, fıkhen Hanefiliğe bağlı, bunun yanında itikadi(inançsal) olarak Mutezili ekole mensup Müslüman Türk şahıs ve öbeklerden de bahsedebiliriz.

Bunların en öne gelenlerinden birisi âllame Zemahşerî’’dir.(4)

Bu mezhep, akla ve yoruma dayalı bir yapıya sahipti. Onun bu tavrı, bir dereceye kadar kabul görebilirdi, ama daha ilk dönemlerinde Abbasi halifeliğinin toplum üzerinde kendi otoritesini tesis sadedinde “Kur’an mahluktur” gibi temelsiz ve anlamsız söylemler üzerinde Mihne olaylarına sebep olması yüzünden gözden düşüp büyük oranda coğrafyasını kaybetme suretiyle tarih olmuş ve kısmen Asya coğrafyasına sıkışıp kalmıştı.

İşte bu sakil sebeplerden dolayı, tasavvufa pirim vermeyen Maturidiliğin en azından bu görüşünden dolayı dikkate alınmaması ile Mutezzile’nin “kendi kendini gözden düşürmesine koşut olarak, o da Osmanlı’nın alabildiğine hakmiyet arzusuna bağlı sadedinde medreselerde Maturidilik yerine Eş’ariliği ve sufilikten de ziyade tarikatlara önemli oranda yer vermesi sonucunda dinî anlama konusunda rasyonalite yerini irrasyonaliteye bırakmış oldu.

Sonun başlangıcı da bu noktadan sonra başlamış oldu ve Sünnilik, dolaylı olarak sufizme, direkt olarak da “enflasyonik” olarak tarikatlara yenilmiş olup kendi asliyetine halel getirtmiş oldu.

Düşünün, Osmanlı’da örnek olarak 1800’lerde nüfusu taş çatlasın yirmi, otuz bin civarında olan bir şehirde onlarca tarikat ve tekkenin varlığı söz konusu.

Bunlar; ya, Müslümanları tembelliğe sevk eden yapılar olup din olgusuna yaslanılarak, şeyhlerin vb. halkın(müritleştirilen) üzerinden makam, mevki sahibi olma düşüncesi; ya da bizzat devlet’in, “insanları sıkı kontrol altında tutabilmek için” millete din adına tasavvuf dışında başka bir paradigma ve tarikat üzerinden tekkeden başka sosyalleşme alanı bırakmama politikasına dayanmaktaydı.

Biz, çoğu kişinin yaptığı ve düşündüğü üzere Sünnîliği, İslam’ın, (bir yorumu değil) tek adresi olarak görmediğimizi; bunun haddi aşmak ve Allah’ın© kastının bu olduğunu söylemenin yanlışlığa yol açacağını hesaba katarak onu yollardan bir yol, ekollerden bir ekol ve mezheplerden bir mezhep olduğunu düşünüyor ve belirtiyoruz.

Ta, başından beri İslam anlayışı üzerinden hakikat düşüncesini yanlış temeller üzere yerleştirdiği için İslam’a uygunluğu” sorgulanan bazı ekolleri(Ör. Batınîlik) dikkate almazsak, elde kalan ekollerin kendi içerinde var olan yanlış ve doğrularına bakıldığında İslam’ı öncelediği görülür. Bu çerçeveden hareket edildiğinde ve iyi niyet içre düşünüldüğünde bu ekolleri birbirleriyle vuruşturmanın haklı bir izahını dile getirmede bayağı zorlanırız.

Mezhebe karşı mezhebi çıkaracağımıza; din’e karşı dini çıkarmak ve hangi “din” hakikate aykırı ise ona yönelik eleştiri sunmak gerekir. Bunu da yaparken, akıl, ahlak, ilim/bilim, rasyonalite, doğruluk ve dürüstlükle hareket etmek gerekir.

 

Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR