Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Nevzat KAYA


90´ların Sonu ile 2000´lerin Başı!

90´lı yıllarda krizlerle boğuşan Türkiye, bankaların bir gecede hortumlandığı, memur maaşlarının bile artık ödenemez noktaya geldiği, tüm bunlar yetmezmiş gibi müslüman halkın üzerine bir yarasa gibi çökmüş dönemin muktedir gücü, halkı kastıkça kasıyor, b


Krizlerle boğuşan Türkiye, bankaların bir gecede hortumlandığı, memur maaşlarının bile artık ödenemez noktaya geldiği, tüm bunlar yetmezmiş gibi müslüman halkın üzerine bir yarasa gibi çökmüş dönemin muktedir gücü, halkı kastıkça kasıyor, boğdukça boğuyordu. 

Memleket harap olmuş vaziyette, umutsuz ve  yoksundu. Büyük bir karamsarlık ve sıkıntı bütün ülkeyi sarmıştı.

Tam da burada tarih, "minareler süngümüz, camiler kışlamız, kubbeler miğfer, mü´minler asker" diyen birinin sahneye çıkmasına şahit oluyordu. 

Evet Tarih, belki de Türk siyasi tarihinin dönüm noktalarından bir yere gelmişti ama bilen, farkeden, doğru okuyan var mıydı acaba?

O zamanlar İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan´ın, 12 Aralık 1997 tarihinde Siirt´e bir mitingde seslendirdiği Ziya Gökalp´e ait olan ve Milli Eğitim Bakanlığı´nın Talim Terbiye Kurulunun onayıyla geçmiş bütün kitaplarında da yer alan bu şiir için, yazılı ve görsel medyadan ağır bir suçlama propagandası, zihinlere çivi çakılır gibi çakılıyordu. 

Kartel medyası Erdoğan´ın şahsında müslümanlara kinini kusuyordu.

Ve olacak olan oldu. Dünya siyasi tarihinde emsali hiç olmayan böylesi bir suçtan dolayı Erdoğan´a cezaevi yolu görünüyordu. Manşetlerden "siyasi hayatı bitti, artık Muhtar bile olamaz" gibi alaycı, son derece aşağılayıcı, tahkir ve tağyir edici manşetler atılıyordu.

Nerden bileceklerdi ki, Yusuf´u kuyuya atanların aslında Mısır´a sultan ettiklerini. 

Elbet bunu da bilemediler. 

Aslında zalimler tarih boyunca bu hakikati hiçbir zaman anlamadı ve anlamayacaklar da. 

kendilerine ve yapacakları işlere asla karışamayacağına inanan bu zavallılar sürüsü, yaptıkları bu işe de, Allah´ın asla müdahil olmadığını, olamayacağını düşünüyorlardı. 

O´nun işleri nasıl evirip çevirdiğinin farkında değillerdi. 

Böylece tarih boyunca Nemrutların, Firavunların ve bil-cümle tağutların, yeryüzünün ilahlarının kendileri olduklarını zannettikleri bir hatanın aynısını tekrarlıyorlardı. 
Doğrusu gözler kör olmaz, sinelerin içindeki kör olur.

Ve Cezaevi günleri...

Erdoğan, cezaevinde kaldığı süreçte, Türkiye´de sorun adına ne varsa, köklü değişiklikler yapacak bir dönemi başlatmanın hazırlığını ve bunun altyapısının nasıl olacağının kritiğini yapıyordu. 

Cezaevi ona çıkacağı uzun yolculuk için dinlenme, düşünme, didinme ile ilgili geniş bir analiz yapma imkan ve ortamını da sağlıyordu.

O cezaevine giderken cezaevi önünde "Devlete kırgın ya da küskün olmadığını" söylüyordu. 
İçeride çok çalışacağını ve 2000´li yıllarda Türkiye´de hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını da ifade ederek tarihin sayfalarına bu sözlerini yazıyordu.

Rahmetli Özal´ın vefatıyla 90´lı yıllar adeta kaybolan yıllar olmuştu. 

1991 ile 2002 yılları arasında 8 hükümet kurulmuştu. Ortalama 1.5 yılda bir hükümetin değiştiği yıllarda sadece 1995-1999 yılları arasında, 2´si azınlık olmak üzere, 4 hükümet kurulmuştu.

Tüm bunlara binaen, 28 Şubat 1997 kararları adı altında yapılan Post Modern darbeyle, askeri vesayetin toplum üzerindeki dayanılmaz baskısı yanında, ekonomik yolsuzluklar ve adaletteki yozlaşma ve hukuksuzluklar yeni bir arayış ortamını sağlamıştır.

İşte tam da bu süreçte 1999 yılından itibaren ortaya çıkan Yenilikçi Hareket´in partiye dönüşmesiyle Ak Parti tarih sahnesine çıkmıştı.

Kimine göre "merkez ile çevre" olarak kavramsallaştırılan bu iki sosyal gücün mücadelesinde AK Parti´nin yeri belliydi. 

Kimi bunu "devletçi-seçkinci" kesimle "gelenekçi-liberal" kesim arasındaki mücadele, kimi de "batıcı-laik" kesimle "doğucu-islamcı" kesim arasındaki mücadele olarak ifade ediyordu.

Binaenaleyh, AK Parti, İttihat Terakki´den bu yana iktidarı elinde bulunduran, ayrıcalıklı kesimlerin dışında kalan toplum kesimlerinin temsilcilerinden biri olma konumundaydı.

Erdoğan´ın Amerika Seyahati!

Siyasi, ekonomik, sosyal anlamda mevcut siyasi oluşumlardan ümidini kesmiş Türkiye Halkı, psikolojik olarak bu yenilikçi harekete sıcak bakmış, yeni kurulan Ak Parti´nin bir an önce inisiyatif almasını umut ediyordu. 

Milletin vicdanı, ortak aklı, basireti böyle bir yapılanmaya uzun süredir hasretti.

Tüm bunlara ek olarak 2001 ağır Ekonomik krizin faturası da halkın sırtına vurulmuş, hortumlanan bankalar, alenen yapılan yolsuzluklar artık dayanılmaz boyutlara gelmişti.

Tam da bu günlerde garip bir gelişme oldu. Mevcut hükümette Başbakan Yardımcısı olarak bulunan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli Temmuz ayındayken "3 Kasım´da seçime gidelim" sözünü ortaya attı.

Ülke artık seçim atmosferine girmişti.

Uzun zamandır AK Parti´yi ve onun Genel Başkanı Tayyip Erdoğan´ı siyaset sahnesinden silmek için sürekli yeni planlar ve hukuki süreçler planlamakla meşgul olan yerleşik seçkinler, bu sefer de Yüksek Seçim Kurulu´nun verdiği siyasi kararla bir hamle yapıyorlardı. 

YSK, AK Parti İstanbul Milletvekili olarak listede yer alan Tayyip Erdoğan´ın adaylığını veto etti. Partiyi lidersiz olarak seçime sokarsak şimdiden önünü kesmiş oluruz diye düşünüyorlardı.

Ve seçimler oldu. 

Lidersiz olarak girilen seçimde Ak Parti siyasi rakiplerinin çoğunu baraj altı bırakıp tek başına iktidara geldi. 

Erdoğan seçimlere giremediği için hükümeti Abdullah Gül kurdu.

Bu süreçte Hükümetin, Erdoğan´ın önündeki vesayetçi hukuk engellerini ortadan kaldırmaya yönelik gayretleri ön planda olsada, görünmeyen, bilinmeyen hesaplar vardı ortada.

Küçük tabloda 90´lı yılların sonları ile 2000´li yılların başları, ülke içinde böyleydi ama gelgelelim büyük tabloda bu ülkenin işgal ruhlu, kan emici ağababaları ne düşünüyordu, neyi hesap ediyordu, buranın iyi anlaşılması gerekiyor.

Ve Erdoğan Amerika yolcusu...

Ak Parti liderinin seçime bile giremediği bir zeminde Erdoğan, Başbakan Gül ile birlikte Amerika´ya gitti. Oğul Bush´tan önce Dışişleri Bakanı Colin Powell´la ve sonrasında Pentagon´da Irak ile ilgili yetkililerden gelişmeler hakkında bilgi aldı. Nihayetinde Oğul Bush ile de görüştü.

Bu görüşmelerden bir gün önce Uluslararası ve Stratejik Araştırmalar Merkezinde konuşma yapan Erdoğan, Irak ile ilgili olarak; "Irak´ın kitle imha silahlarından arındırılması Türkiye, bölge ve dünya barışı için gereklidir. Savaş Türkiye için en son seçenek olmakla birlikte, Saddam yönetimi uluslararası toplumun kararlarına uymadığı taktirde gerekli tepki gösterilecektir. Türkiye son Birleşmiş Milletler kararının uygulanması için gerekli desteği verecektir" diyordu.

Anlaşılan Erdoğan´ın Başbakanlık yolunun şifresi Irak´tı. Pazarlıklar Amerika´nın, hem Türkiyede´ki yüksek menfaatleri ile alakalıydı hem de özelde Irak ile ilgili Amerika´nın beklentileri ile ilgiliydi.

Erdoğan´ın, Amerika´dayken Fethullah Gülen ile görüşüp görüşmediği konuları son dönemlerde çok tartışma konusu olmuşsa da, velevki kendisi ya da aracı vasıtasıyla görüşmüşse bile bunun bir suç olmadığı, olamayacağı düşünülmelidir. 

Gerek o zamanki süreçte Erdoğan´ın henüz işin başında oluşu, küresel hegomenyanın derin yapılanmaları hakkında yeterli öngörüye sahip olamayacağı, o zamanki konjonktürün neyi gerektirip neyi gerektirmediğinin analizinin iyice yapılması, böylece adil olan bir yorumun ortaya konulması gerekmektedir. 

Nihayetinde herkes gücünün yapabileceğinden sorumludur.

Evet, gücün tüm kurumlarıyla ağababaların elinde olduğu bir Türkiye´de, çıkıp nara atmak doğru bir strateji değildi.

Sabır etmek, zaman kazanmaya çalışmak, imkânlar ölçüsünde siyasi manevralar yapmak, politik dili profesyonelce ortaya koymak, hayati öneme sahip gerekliliklerdendi. 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR